31 Mart 2025

Harf Devrimi'nin önemi ve mucizesi

“Ana diline yapılmış bir çeviri söz konusu olduğunda kesinlikle bu çeviriden kuşkulan ve kaynak yasaya in. Özellikle de bu yasa, insanın alınyazısıyla ilgili ise!”

Arap Alfabesi'nin, aşağıda değinileceği üzere, Arapça sevdasının hukukta yarattığı düş kırıklıklarını, çarpıklıklarını mesleğim boyunca sürekli yaşamışımdır.

Nitekim Yargıtay aşamasında yaşadığım çok çarpıcı örneklerden biri aşağıdadır.

1926/765 sayılı Eski TCY’nin kamu görevlisinin önünde (huzurunda)  ve görevinden dolayı (m. 266) ya da görevi sırasında (m. 267) hakaret eylemleri iki ayrı suç olarak düzenlenmişti.

Her iki suçun ortak ağırlaştırılmış biçimi ise, TCY’nin 269’uncu maddede yer almıştı.

Bu son maddeye ve bu doğrultuda gelişen Yargıtay’ın görüşlerine göre, hakaret, “cebir ve şiddet (yaralama) ve tehdit” kullanılarak işlenmişse verilecek ceza artırılacak, ancak cezayı artırıcı nitelikteki bu maddede “ve” bağlacı kullanıldığı için üç eylemin -yani sövme, şiddet ve tehdit eylemlerinin- bir arada gerçekleşmesi aranacak; kısaca yargılanan sanık, sövecek ve tehdit edecek, bir de şiddet kullanacak, yani bugün kullanılan terime göre kamu görevlisini yaralayacaktı. Bu eylemlerden birini yapmadığı takdirde, söz gelimi, fail sövme ve tehditle yetinirse, ortak artırıcı nedeni düzenleyen yasanın 269’uncu maddesinde “ve” bağlacı kullanıldığı için, hakkında bu madde uygulanamayacak, ancak kamu görevlisine karşı sövme ve tehdit olmak üzere fail, 2 ayrı suçu işlemiş olacaktı.

Bunun sonucu ise şu idi: Ancak 3 eylem birlikte işlendiği takdirde, TC Yasası’nın 266 ya da 267’nci maddelere göre verilen ceza, 269’uncu maddeye göre artırılacaktı.

Bu anlayışın ulaştığı çarpık, düşündürücü ve şaşırtıcı sonuç ise, insanları başkaldırtacak boyutta çok şaşırtıcıydı: Eğer sanık, hakaret ve tehdit gibi 2 ayrı suç işlemişse, kendisine verilen cezaların toplamının, 3 ayrı suç; yani hakaret, tehdit ve yaralama suçları için verilen ağırlaştırılmış tek cezadan daha ağır olması.

Bu akıl almaz, gülünç ve çarpık çelişkiye yol açan olay ise, elbette yasanın 269’uncu maddesinde kullanılan “ve” bağlacıydı.

Oysa kaynak yasada yer alan 269’uncu maddenin karşılığı olan maddede “ve” değil, “ya da” (veya) bağlacına yer verilmişti. Dolayısıyla suç işlemeyi kışkırtan bu çarpık duruma son vermenin yolu, aslında çok kolaydı. Zira bunun için kaynak yasaya ve “düzeltici yorum”a başvurmak, “ve” bağlacının yerine “ya da” bağlacını geçirmek yeterliydi.

Dolayısıyla başkanlığını yürüttüğüm Dördüncü Ceza Dairesi, bu yolda birkaç karar verdi.

Ancak Yargıtay Ceza Genel Kurulu (CGK), bilinen “yerleşik (müstakar) kararlara göre” gerekçesiyle eski görüşünde uzun süre direndi ve görev yaptığım dairenin düzeltici yorumla ulaştığı görüşe katılmadı.

CGK’nın bu akla ve mantığa aykırı yaklaşımı ve ulaştığı sonuç üzerine Yargıtay’ın kitaplığında var olan 1926/765 sayılı Eski TCY’nin Harf Devrimi öncesi 1926 yılında Resmî Gazete'de Arap Alfabesi'yle yayımlanan ilk metin bulunmuş, Türk dilinin arınmasını ve zenginleşmesini sağlamak için Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu'nun eski genel yazmanı, ünlü dilcimiz merhum Ömer Asım Aksoy’a gönderilmiş; Aksoy, Arapça alfabede 3 tür “vav” (v harfi) bulunduğunu; eski TCY’nin Arapça Alfabe'yle kaleme alınan 269’uncu maddesinde geçen “vav”ın “ve” değil, “ya da” (veya) olarak anlaşılıp yazıya dökülmesi gerekirken yasa metninin Arap Alfabesi'nden Latin Alfabesi'ne dönüştürülmesi sırasında bunun yanlış olarak “ve” biçiminde yazılmış olduğunu belirlemiş; aynı görüşü edebiyat araştırmalarıyla tanınan yazarlarımızdan merhum Hikmet İlaydın da paylaşmıştı.

İşte toplanan bu bilgilerin ışığında Arap harfleriyle yazılan metne göre Yargıtay CGK, görüşünü değiştirmiş, ancak böylelikle doğru uygulamaya başlanabilmiştir.

Arap harfleriyle yürürlüğe giren bu metni Latin harflerine dönüştürerek kaleme alanlar, elbette Arap alfabesini çok iyi bilen uzman insanlardı. Bu uzmanlıklarına karşın onlar bile Arap alfabesiyle kaleme alınan eski yasayı yeni Latin Alfabesi'ne dönüştürürlerken yanılmaktan kurtulamamışlardır.

Nitekim Osmanlı döneminde ortaokulu (mekteb-i rüşdî) bitiren merhum babam Yusuf Ziya, Arap Alfabesi'nin Arapçaya yatkın olduğunu ve bu yüzden Türkçede bulunmayan pek çok ayrıntıyı barındırdığını, dolayısıyla öğrenmenin ve yazmanın çok güç olduğunu sık sık söyler, bu nedenle yıllarca süren öğretime karşın bu yazıya egemen olamadıklarından yakınır, yeni alfabenin Türk insanını bu tür yüklerden kurtardığını belirtir dururdu.

Jean Baudrillard’ın “Kötülüğün Şeffaflığı” adlı yapıtında dikkate değer bir çözümlemesi vardır: “Yerliler Hristiyan olmadıkları için değil, Hristiyanlardan daha Hristiyan oldukları için yok edilmelidirler.”

Yasaların hukuka aykırı ve adaletten saptırıcı yasadan daha yasacı sözlerine bağımlılık da, çoğu kez hukuktan sapılmaya yol açmıştır, açabilmektedir. Dolayısıyla bu tuzağa düşülmemelidir.

Yaşanan bu olay, Arap Alfabesi'nin yalnızca yazmada değil, doğru okumada bile çok güçlüklere yol açtığını ve babamın yalnızca haklılığını ortaya koymamakta, çok kolay öğrenilen, buna benzer açmazlara yol açmayan harf devriminin ne denli yerinde olduğunu da ortaya koymaktadır.

İşte bütün bu nedenlerle Atatürk, “Dil Encümeni”nin yeni harflerin 5 ila on yıl içinde okullara ve halka mal edilebileceği yolundaki görüşünü, “Ya 3 ayda ya da hiçbir zaman” diyerek reddetmiş, “Türk Harflerinin Kabulü ve Uygulanması Hakkındaki Yasa,” 1 Kasım 1928 tarihinde benimsenerek yürürlüğe girmiş, Devlet birimleri 1 Aralık 1928, Türk basını ise 1 Ocak 1929 tarihinde yeni alfabeye geçmek zorunda kalmış; böylece Batı uygarlığı ile çok önemli bir kültürel köprünün kurulması da sağlanmıştır.

Gerçekten o harf devrimi, kanımca Atatürk’ün gerçekleştirdiği Türk Medeni Yasası’nın İsviçre’den alınması, Hasan Âli Yücel’in dünya klasiklerini Türkçemize kazandırarak Batı yaşamını Türk insanına aşılama girişimiyle desteklenmiş ve Türk’ün beynini ezberletmeyen, tam tersine sürgit düşündüren ana dilinin özleştirilmesi akımıyla birlikte yapılan köklü 3 büyük kültür devriminden biridir. Çünkü Batı kültürü ile Türk kültürünün buluşması arasında yer alan en önemli engellerden biri bu yasayla aşılmış, böylelikle Batı kültürü ile Türk kültürünün uzlaşması bir ölçüde sağlanmış, önemli engellerden en önemlisi aşılarak, harf devrimin katkılarıyla bir bakıma Türk kültür devriminin ön önemli aşamalarından biri gerçekleştirilmiştir.

Gerçekten harf devrimiyle birlikte başkalıklar ortadan kaldırılmış, kültürler buluşması kolaylaştırılmıştır. Bu yüzden de çok anlamlıdır, çoğu insanı da şaşırtmıştır Türk harf devrimi. Şaşıranlar arasında çağımızın “yapıbo­zumcu” dev bir düşünürü, Jacques Derrida (1930-2004) bile vardır. Bu nedenle Türkiye’de Arap Alfabesi'nin kaldırılarak Latin harflerinin benimsenmesini, ünlü düşünür, doğal bir evrim olarak görmemiş, “yazılı külliyatın dönüştürülmesi/başkalaştırılması, yazım devrimi” (translitération) olarak nitelendirmiştir.

Görülüyor ki, Göktürk, Uygur, şimdi ise Arap harflerinden Latin harflerine geçiş, bir halk için sıradan bir harf değişimi, aktarımı değildir. Bir halkın ürettiği yazılı metinlerinin, külliyatının da ötesine geçmedir, bunları aşmadır. Dolayısıyla köklü bir değişimdir. Bu yüzden de kültürel etkisi çok büyük ve kalıcı olmuştur. Zira bilindiği üzere, Latince kökenli “trans” ön eki çoğu kez “ötede,” “ötesinde,” “aşma,” “arasında” anlamlarına göre sözcüklere yeni bir anlam katmaktadır. (Grevisse, Maurice, Le bon usage, grammaire française, Paris, 1969, s. 103; Robert, Dictionnaire alphabétique / analogique de la langue française, Paris, 1973, s. 1816; Dauzat / Dubois / Mitterand, Nouveau dictionnaire étymologique et historique, Paris, 1971, 759; Bailly, René, Dictionnaire des synonymes de la langue française, Paris, 1971, 590-592)

Nitekim Derrida’nın bu ön ekle birlikte harf devrimi için bir terim olarak kullandığı “translitération” sözcüğünü, devrimin yol açacağı köklü kültür değişikliğini vurgulamak amacıyla özellikle seçtiği anlaşılmaktadır. Doğaldır bu. Ancak Fransız Devrimi'ni, Aydınlanma'yı, sanayileşme yüzyılını en acı ve derinden yaşamış bir ülkenin çocuğu, post­modern felsefenin büyük düşünürlerinden biri olan Derrida, 2 önemli noktayı kuşkusuz bilmemekte ya da bilse bile unutmuş görünmektedir. Birincisi, bu külliyat, harf devrimiyle Osmanlı dâhil bütün Türk dünyasındaki birikim yakılıp yok edilmek şöyle dursun, tam tersine bütün bunları yaşatmak için Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kültür kurumlarıyla birlikte bilim insanlarının incelemelerine sunulmuş; nitekim Atatürk de bu amacını ve kaygısını 1928’de Ruşen Eşref’e açıklamıştır.

İkincisi de, büyük bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı’da Aydınlanma yüzyılı olan on sekizinci yüzyılda, 1773 yılında bile üçgenin açılarını bilmeme olayındaki gibi, yaşanan bilimsel düzeyi ve ülkemizde Yunus Emre’nin “terzi biçip...” sözlerini “terzi Necip” diye okuyan dil hocalarının bulunduğunu bilseydi ünlü düşünür, kim bilir neler derdi?

Ayraç içinde belirteyim ki, Nazilerin kitaplarını yaktığı Zweig, tarihte budalaca yapılan yanlışlar ile rastlantıların kimileyin insanları mutlu gerçeklere ulaştırdığını belirtir. Söz gelimi, matematikçi Paolo Toscanelli’nin (1397-1482) dünyanın çevresini yanlış hesaplaması dolayısıyla kısa sürede Hindistan’a ulaşılacağı yolundaki yanılgısı, Kristof Kolomb’u (1451-1506) okyanuslara açılmaya sürüklemiş, bu yanılgıya dayanılarak yapılan yolculuk sonucunda Amerika kıtası bulunmuştur. Haritacı Martin Behaim’in (1459-1507) yanlış haritası ise, Ferdinand Macellan’ı (1480-1521) dünyanın çevresini dolanan ilk denizci yapmıştır. (Zweig, Stefan, [Zehra Aksu Yılmazer], Dünyanın Çevresini Dolaşan İlk İnsan: Macellan, İstanbul, 202, s. 70, 71)

Tıpkı bunlar gibi “ya da” anlamına gelen bağlacın İtalyan Ceza Yasası’ndan “ve” olarak çevrilmesi de; bir hukuk terimi olmayan “birkaç” ve “birçok” sözcüklerinin Türk hukuk uygulamasında başına gelenler de, bilimsel yapıtlarda, özellikle de alıntı yasalarda çeviri etkinliğinin ne denli önemli olduğunu göstermekte ve uygulamacıya şu uyarıyı yapmaktadır: “Ana diline yapılmış bir çeviri söz konusu olduğunda kesinlikle bu çeviriden kuşkulan ve kaynak yasaya in. Özellikle de bu yasa, insanın alınyazısıyla ilgili ise!”

Zira yaşadıklarımdan bilirim. Benim ülkemin insanları, çoğu kez alınyazılarından Tanrı’yı sorumlu tutar, bir bakıma böylelikle kendilerini de teselli edip aklarlar. Söz gelimi, bindiğiniz otobüsün sürücüsü, tekerleklerden birinin patladığını görünce, arabayı harekete geçirmeden önce besmele çekmediği için Tanrı’nın kendisini cezalandırdığını söyleyecektir size. Çünkü o, akıl ve düşünce adamı değil, inanç adamıdır, Aydınlanma Çağı'nı hiç yaşamamıştır.

Unutmayalım ki, Rönesans’tan bilimsel araştırma merakını, doğayı ve kendisini apaçık tanıma düşüncesini ve yöntemini, inanç alanı ile bilim alanını ayırt etme bilincini, akılcılığı alan Aydınlanma çağının bir ürünü olan hukuk, bilimsel ve yargılamaya ilişkin konularda yansız (nötr), boş inançlardan (hurafe) arınmış ve nesnel, yerine göre gerçekçi, somut ya da soyut olmayı, alın yazısını oluşturan hukuku iyi bilen, Auschwitz’lere karşı çıkan, nefretlerinin kurbanı olmayan iyi insanın gözüyle hukukun boşluklarından yararlanmaya kalkışmayan ve fırsatçı olmayan, İncil’i ya da Kur’an’ı kötü insanların ve ikiyüzlülerin gözüyle okumayan, güç odaklarından uzak duran, hukuk ile ahlakı bütünleştirerek adaleti, toplumsal kurumların ilk erdemi ve haktanırlığın (hakşinaslık) ölçütü olarak gören, önceleyen ve bıkıp usanmadan sürekli düşünen bilinçli yargıçlara, daha sonra da Tanrı’ya teslim etmiştir.

Yazarın Diğer Yazıları

Özgürlük veya özgürlük bilinci

Özgürlükçü demokraside herkes özgürlük türküsünü söyler. Dişler kenetlenmediğinden orada halk söylenmez, söyler, hem de yüksek sesle...

İnsanların iç dünyasına bağımlı çarpık hukuk anlayışı

Hukukta “direnme yetkisi” kural değil, ayrıklıdır (istisnai). Ceza Yargılama Yasası’na (m. 307/4) ya da Hukuk Yargılama Yasası’na (m. 373/5) göre, ilk mahkemelerin sadece Yargıtay daire kararlarına karşı “direnme” (ısrar), dolayısıyla daire kararlarını değerlendirme yetkileri bulunmaktadır

Gün ışığında demokrasinin çarpıcı iki örneği ve Türkiye’de yaşananlar

Benim ülkemde, bırakınız yüksek demokrasiyi, gün ışığındaki demokrasiyi ve de nesnel değerlendirmeyi, savcılar, iki bin yıllık hukuk ilkelerini bir yana bırakarak dış dünyaya yansıtılan sözlerde bile, o sözleri yazılı ya da sözlü olarak yansıtan kişilerin iç dünyalarına girip dürtülerinin, amaçlarının ne olduğunu, arka düşünceleri olup olmadığını araştırıyor, “Demek sen, terörü övüyorsun, kışkırtıyorsun” ya da “Cumhurbaşkanına sövüyorsun” gibi sonuçlar çıkartarak insanlar hakkında davalar açıyor, bununla da yetinmiyor, onların tutuklanmalarını bile istiyor, yargıçlar da, yine iç dünyalara girerek tutuklama kararları veriyorlardı

"
"