Robotlar insan zekasına üstün geldiğinde neler olacak? Peki ya bir virüs tüm insanların zihnini ele geçirip etrafı kan gölüne buladığında? Felaket senaryolarını hep uzak bir geleceğe, hatta bizden uzak coğrafyalara atfediyoruz ama İstanbul hep bunlara karşı bir tür bağışıklık geliştirmiş gibi… Belki de biraz Hollywood etkisi bu… Oysa bir cuma gecesi yanıbaşımızda biten bir darbe girişimi ya da Kanal İstanbul projesi derken tüm felaket senaryolarını bizzat yaşayan bir şehir burası. Günlük rutininde ağır ağır ilerleyen vapurları, sürekli kimlik değiştiren Beyoğlu ve şehri adım adım saran kahvecileri eşliğinde...
Kültür-sanat dünyasına hareket katan Bant Mag. dergisinin kurucularından Hakan Dedeoğlu ilk romanı Bunu Biz İstedik İstanbul'da, bu çok sevdiği şehre türlü kıyamet senaryoları biçiyor. Şehre değil, onu bugünkü hale getirenlere durup düşünme fırsatı vermek için belki de… Absürt ve fantastik dili ise bizi içinde yaşadığımız gerçekliklerden uzaklaştırırken sona ne kadar yakın olduğumuzu da fark etmemizi sağlıyor. Sahi, neler yaptık biz bu şehre? Peki dibe vurduğumuzda anlar mıyız kıymetini? Kusura bakma İstanbul, senin hiçbir suçun yok. Bunu biz istedik!
Kurgu aleminde İstanbul'u distopyalarla buluşturan Bunu Biz İstedik İstanbul'u, bir de Hakan Dedeoğlu'yla konuştuk.
Hakan Dedeoğlu
Hakan, seni aslında yıllarca Bant Mag. dergisine yazdığın yazılarından tanıyoruz. Kalemine aşinayız Şimdi de ilk romanın Bunu Biz İstedik İstanbul'la karşımızdasın. Nedir bu romanın ortaya çıkış hikayesi, arkasındaki süreç? İstanbul'un baş karakter olduğu bir roman yazmaya nasıl karar verdin?
20'li yaşlarımın ortasına kadar iki roman denemem olmuştu olmasına ama tam anlamıyla bu işe kendimi verememiştim. Sonra 2017 çıkışlı, Sadi Güran ile birlikte yaptığımız, grafik novella tadındaki Rumeli Kabusu fitili ateşledi. Rumeli Kabusu yayınlandıktan sonra iyice tetiklendim ve uzun süredir kafamda dönüp duran İstanbul'un başına gelebilecek uçuk felaket senaryoları fikrini hayata geçirmeye karar verdim. Ayrıca bu fikir, şehrin ve daha da önemlisi ülkemizin içerisinde bulunduğu karanlık, rüküş ve acınası hali anlatmak için farklı bir açı da veriyordu. Dolayısıyla bunun üstüne gitmeye karar verdim ve olaylar gelişti.
Bizim buralardan bilim-kurgu çok sık çıkmıyor aslında. Hele ki merkezinde İstanbul olan bir bilim kurgu… Bence çok heyecan verici! Dolmuşundan barlarına, günlük hayattan pek çok 'gerçek' detayı fantastik olaylarla, durumlarla buluşturuyorsun. Seni bilim-kurguya doğru çeken neydi?
Kitap tam anlamıyla bir bilim-kurgu romanı mı emin olamamakla birlikte oldukça bilim-kurgu sayılabilecek fikirleri gündelik İstanbul yaşantımıza uyarlama fikri beni cezbetti. Büyük olaylar ama sade ve gündelik karakterler... Sıra dışı hadiseler ama olağan insanlar... Bu ikisinin bence nefis bir uyumu var.
Tek romanda birkaç farklı hikaye ve karakterin yolları kesişiyor. Bize biraz yazım aşamasından da bahsedebilir misin? Ne kadar sürdü tamamlanması romanın?
Yoğun bir iş hayatımız var, sen de biliyorsun, Bant Mag. oldukça zaman alıyor. Ama iki yıl boyunca kendime ara ara zaman ayırarak, fikri geliştirerek, üstüne düşünerek yazdım kitabı. Ama en çok da Bant Mag.'in kurucularından ve ayrıca eşim Aylin ile yaz dönemi kaçtığımız Anamur'da gömüldüm kitaba. İlk başta bunları bir öykü serisi gibi düşünmüştüm, belki 10 tane daha çıkardı, çünkü çatı tema belliydi ve beni heyecanlandırıyordu. Ama bir noktada bunları paketlemem, benden çıkmaları gerektiğini hissettim ve bir noktada öyküler romana evrildi.
Kitap karakterinin arasında bazı tanıdık simalar çıkıyor karşımıza. Mesela kitabın çizimlerini de yapan Sadi (Güran) gibi… Hayali veya gerçek, kitaptaki karakterlerle yolların nasıl yolların kesişti?
Karakter kurgulamak bu işin en zevkli taraflarından biri. Yine de işten zaman bulduğum zamanlarda, iki arada bir derede, yazdığım için işimi kolaylaştırmak için bazı karakterlerin özelliklerini tanıdığım insanlardan aldım. Bu kesinlikle o insanı temsil ettikleri anlamına gelmiyor, mesela Sadi tam anlamıyla Sadi değil asla. Ya da kitapta yer alan Sarp ve Emir... Eski ve yakın mahalle arkadaşlarımın isimleri ve onlardan da özellikler aldım ama kitaptaki versiyonları gerçek hallerini temsil etmiyor. Biraz kurmaca, biraz hakikat, biraz da hikayelerin, romanın ihtiyaç duyduğu karakterlerin bir harmanı diyebiliriz.
Kitabı okurken şunu fark ettim: İstanbul'un günlük yaşantısına dair detayları o kadar güzel anlatıyorsun ki… Bu İstanbul'a ilan-ı aşk eden bir kitap gibi. Evet, kulağa çok romantik gelen bir cümle kurdum ama İstanbul'u çok seven birinin, İstanbul'u bugünkü hale getirenleri cezalandırmak istemesi var sanki hikayenin altında. (Ki bence çok haklı bir istek.) Sahiden şöyle bir çıkıp dolaştığında, bu şehre dair en çok neler üzüyor, kızdırıyor seni? Neler ettik biz bu şehre?
Kitabın ana arteri elbette İstanbul ve bu şehre, kendimize yaptıklarımız. Amansızca yok ettiğimiz bir doku, kültür, doğa ve ruh söz konusu ve bunu durdurmak için kimsenin yaptığı bir şey yok. Yapabileceğin en iyi şey başka bir yere taşınmak. Ama gitmek, gidebilmeyi başarmak da bir o kadar zor. Kitapta aslında bunu irdeliyor, hep gitmek isteyen, şehirden ayrılamadığı için ya da dönüştüğü şekilden acı çeken karakterlerin ekseninde ilerliyor. Şehirde kol gezen nefret ve şiddet dışında sanırım beni en çok kızdıran neredeyse her binanın cephesinden dökülen zevksizlik. Kendimizle dürüst olmamız, ucuz romantizmlere teslim olmamamız lazım; oldukça çirkin bir şehir burası. İnsan şehrin farklı noktalarından sessizce selam veren Vedat Tek binalarına baktıkça, ''Burası yer yüzünün en güzel şehirlerinden olabilirdi'' demekten alamıyor.
Son zamanlarda kurgu dünyasında distopik eserler çok ilgi görüyor. Özellikle de televizyonda… Senin romanında ise bir değil, birkaç farklı felaket senaryosu var. İlk hangisini kurguladın? Kitaptaki karakterlerimizin felaketlerine neler ilham verdi?
İlk fikir kitapta yok. Hatta hiç yazmadım bile. Ama ilk felaket senaryosu, İstanbul'a gelmeye karar veren Amerikalı, azılı bir seri katile dairdi. Seri katil, haritadan rastgele seçtiği İstanbul'a gelecek, gazetelere manşet olacak bir katliama başlayacak, yolları medyum bir kızla kesişecek ve aralarında engel olamadıkları bir aşk başlayacak gibi gibi derken başka fikirlere tutuldum ve oradan devam ettim.
Sonrasında ilk kaleme aldığım Emir ve Sarp'ın hikayesi oldu. Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği mahalleme dair bir şeyler yazmak istiyordum. Biraz İstanbul'a sırt dönmüş, kendi halinde bir mahalleydi. Burayı İstanbul'un felaketine katmak istedim. Ayrıca tanıdığım, bildiğim yerleri yazmak da işimi kolaylaştırır diye düşünmüştüm. Nitekim öyle de oldu. Felaketlere ise biraz pop kültürü ve Hollywood ilham verdi diyebilirim. Şehre musallat olan dev bir canavar, dünyaya inen uzaylılar, salgın bir hastalık... Hep aslında Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz, tipik felaket senaryoları.
Şunu da sormak gerek belki: Zombi veya uzaylı; merkezindeki konu değişse de tüm dünyayı şu ara distopyalara doğru çeken nedir sence?
Çünkü insanlar gerçeklere küstü. Gerçeğin muallak olduğu, dünyanın karardığı bir dönemde hayal gücüne sığınmaktan doğal bir şey olamaz. Dış etkenler böyle olunca hayalgücü distopya üretiyor ve bu da talep görüyor.
Sadi ve Leyla'nın hikayelerini okurken fark ettim ki, aslında günümüzde distopyalardakini aratmayacak olaylar yaşıyoruz İstanbul'da… Peki akıl sağlığımızı nasıl koruyabiliyoruz sence? Ya da koruyabiliyor muyuz? Kendimizce bir tür savunma mekanizması geliştirdiğimiz kesin…
Dünyada pek çok metropol gördüm, hiçbiri dört dörtlük değil. Ama içinde yaşayanların mütemadiyen başka bir yere taşınma, oradan gitme hali kurduğu en büyük şehir muhtemelen İstanbul'dur. Akıl sağlığımıza gelince... Uzun süre önce bir yerlerde yitti, gitti bence. Şehre şöyle uzaktan bakınca akıl sağlığı çok da yerindeymiş gibi de gözükmüyor. Zaten Kanal İstanbul da ancak delilere yaraşır bir proje. Delirmemek için çaba sarf edenler de kendilerine yarattıkları ufak dünyalarda yaşar oldular. Biz misal; Kadıköy'den dışarı adım attığımız az oluyor. Odamıza kapanmış ergenler gibiyiz. E bunu bile bile yaşamak da çok sağlıklı değil. Gitmek gerek...
Bant Mag. yıllar içerisinde basılıdan dijitale taşındı. Dergilerin bu dijital dünyaya transferine paralel olarak kitaplar da teknolojiye ayak uydurmak zorunda kaldı. Şimdilerde mesela sesli kitaplar çok ilgi görüyor. Sence yazılı eserler zaman içinde neye doğru evrilecek? Podcast, video derken okumayı iyice unutur muyuz sence?
Sürekli yeni formatların denendiği, tutan formatların çabucak popülerleştiği, hızlı bir dönemde yaşıyoruz. Bu sebeple şöyle olur böyle olur demenin elle tutulur bir tarafı yok. Sesli kitap popüler olabilir ama yazılı bir metin olmadan sesli kitap olamaz. İyi yazılmış bir metin olmadan iyi bir film ya da dizi olamaz. Söz uçar yazı kalır, yazılı eserler formatı ne olur bilemem ama baki kalacaktır.
Ekşi Sözlük başlığı gibi olacak ama sen ve Bant Mag. sayesinde hep çok iyi müzikler keşfettik, dinledik. O yüzden soracağım: ‘Dünyanın sonu geldiğinde dinlenecek 3 süper şarkı’ söyler misin bize? Belki bir gün işimize yarar :)
Bu benim için dünyanın en zor sorusu. Ama Madem kitabı konuşuyoruz, kitaptaki karakterler ne dinlerdi dünyanın son gününde onu yazayım:
Derya Deniz: Jonathan Richman - That Summer Feeling
Aybüke Hanım: Beach Boys - Hang On To Your Ego
Sadi: David Bowie - Lets Dance
Merve: Yellow Magic Orchestra - Absolute Ego Dance
Emir: Pavement - Range Life
Sarp: Dinosaur Jr - The Wagon
Yener: Bonnie Prince Billy - I See A Darkness
Merve: Rennaissence - Ocean Gypsy
Haluk: Yusef Lateef - Love Theme From Saprtacus