Beyaz ile siyaha devam...
Beyazın huzur verici psikolojik etkiye sahip olduğu, devamlılığı ve istikrarı belirttiği söylenegelmiş ve bu nedenle iş görüşmelerinde beyazın tercih edilmesinin olumlu etki yaratacağı önerilmiş. Bununla erkeklere beyaz gömlek giymeleri öneriliyor olsa gerek, yoksa ne erkeğin beyaz takım elbise ne de kadının beyaz elbise ile iş görüşmesine gitmesinden bahsedilmiyor herhalde! Bana kalırsa erkek lacivert ya da siyah, kadın da siyah elbise giymeli iş görüşmelerinde.
Ama madem giyimden bahsettik, moda alanına şöyle bir uzanalım.
Modada beyaz ve siyah
Moda deyince ilk akıla gelenler Fransa ve İngiltere elbette. Bu ülkelerin hem erkek hem de kadın aristokratları 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başlarında beyaza düşkünlermiş, erkekler beyaz çorap ve beyaz peruk kullanırken kadınlar işli beyaz elbiseler giyermiş. Yatak çarşafları ve iç çamaşırları ise temizlik için kaynatıldıklarında solmamaları gerektiğinden (sabit boyalar yok daha!) zaten ancak beyaz olabilirmiş.
Buna karşılık aynı dönemlerde İtalya, İspanya ve Amerika'da modada siyah egemenliğini görüyoruz. Tabii zaman içinde, özellikle Fransız İhtilali sonrasında sanayileşme hızlandıkça her şey, herkes siyaha yönelir olmuş. İnsan acaba bunda özellikle yoğun kömür kullanmasından ve her yeri kara dumanların kaplamasından dolayı kentlerin kararmasının, binalardan tutun da insanların üstünün başının hızla kirlenmesinin rolü var mıydı diye düşünmekten kendini alamıyor; hele ünlü İngiliz yazarı Charles Dickens'in İngiltere'yi "Kara Ülke" olarak anlatmasını göz önüne alırsak! Büyük olasılıkla teksil sanayisinde sentetik siyah boyaların piyasaya çıkmış olmasının da etkisi vardır ayrıca.
Bir düşünün o dönemlerin ünlü Avrupalı yazar ve ozanlarını. Hepsi siyah elbiseler içindedir. İşadamları ve aristokratlar da öyle. 19. yüzyılda akşam toplantılarında, yemeklerinde erkeklerin üzerinde genellikle dizlerine kadar inen çift kuyruklu siyah ceketler vardır. Yemekten sonra erkekler puro, pipo ve Kırım Harbi sonrasında ortaya çıkan sigaraları içecekleri odalara çekilirlermiş. Anlatıya göre ilk kez, sonradan İngiliz tahtına VII. Edward adıyla çıkacak olan Galler Prensi, 1865 yılında kendi terzisine gece giyilecek kuyruksuz, siyah bir ceket diktirmiş ve böylece smokin (smoking jacket) icat edilmiş. Bunun ABD'ye ulaşması çok sürmemiş elbette ve bu defa giymeye başlayanlar New York'taki "Tuxedo Kulübü" üyeleri olunca bu ceketin Amerikancası "Tuxedo" diye yapışmış kalmış!
Gelelim 20. yüzyıla. Hiç kuşkusuz kadınların gece elbiselerinde siyahın bütün piyasayı basmasının ardında Coco Chanel'in 1926'da yarattığı ve "Basit siyah elbise" (Little Black Dress – LBD) olarak anılan, kadını çok rahat ettiren elbise var. Dayanıklı, her zaman kullanılabilen, herkes için erişilebilir fiyattaki LBD bir yayılmış, pir yayılmış. Biraz eteğini uzat, olsun sana kokteyl elbisesi; biraz daha uzat, işte gece elbisesi. Hiç geçmeyecekti bu moda, 1970'lerde bile hâlâ revaçtaydı; etekler kısalsa da uzasa da giymeyen ünlü kalmadı! Siyahın hiç de dendiği gibi karamsarlık ve kötü duygular çağrıştırmadığının bundan daha iyi örnekleri olabilir miydi!
Sanatçılar da hep siyaha bürünür. Klasik müzikte orkestra üyeleri ve şef her zaman siyah giyer. Fransız en ünlü "chanson"larını söyleyen Edith Piaf, Juliette Greco, Johnny Hallyday, Michel Sardou, Léo Ferré, Belçikalı Jacques Brel, Yunan Mikis Theodorakis, Amerikalı Johnny Cash sahnede siyahlar içindeydi.
Mimarlar siyah giyer
Bu noktada ilginç bir sözden bahsetmek istiyorum: "Mimarlar siyah giyer." Uzun yıllardır hep mimarların arasında yaşadığım için bu söz doğru mu, nereden çıkmış, neden böyle, benim merak edip araştırdığım bir konu. Deniyor ki, çok eski yıllarda, mimarların tasarımlarını sadece grafit ve kurşun kalemle yaptıkları dönemde, gömlek ve ceket kolları tasarım tahtasına sürtünürken devamlı kirlenir, kararırmış. İşte özellikle bütün gece çalışıp sabahtan sunum yapmaları gerektiğinde zor durumda kalırmış mimarlar ve bunun önüne geçebilmek için siyah giyer olmuşlar. İster inan ister inanma! Ama şu hususların da siyah giyimlerinde rol oynadığı anlaşılıyor:
Siyahın ciddiyet, uzmanlık, zarafet duygusu uyandırması, profesyonelliği göstermesi; her zaman, yoğun çalışma altında günün hangi saatinde olursa olsun kıyafet değiştirmekle uğraştırmaması, hep geçerli olması, modanın gel-gitlerine tabi olmaması; müşterinin dkkatini mimarın üstüne değil, sunduğu tasarıma yönlendirmesi; ve son olarak sanki, meslektaşlar arasında bir dayanışma ifadesi gibi üniforma niyetine kullanılması. Kimi ünlü mimar aynı gün içinde hem şantiyede, hem müşteri ile buluştuğunda, sonra önemli bir kişiyle akşam yemeğinde, büroda, uçakta ya da gece kulübünde giyilebilecek en dertsiz ve olağanüstü renk olduğunu söylemiş, kimisi hiç düşünmeden gardroptan çekip aldığını, kimisi onca dert varken bir de giyim rengiyle uğraşmadığını belirtmiş. Başta değerli dostum, hocaların hocası Suha Özkan olmak üzere tanıdığım bütün namlı mimarlar siyahlar içindeydi. Bazıları şunlar:
Mimarlardan bahsedince mimariden de bahsetmeden olmaz.
Mimaride beyaz ve siyah
Kadim tarihte tapınaklar, ardından gelen kiliseler ve devlet yapıları hep dinle ve temiz toplumla ilgili olarak beyaz inşa edilegelmişti. Kadim Yunan'dan günümüze kadar gelebilmiş Atina'daki Partenon'da örneğini gördüğümüz tüm tapınaklar ya beyaz mermerden yapılmış ya da beyaz mermer kaplanmıştı. Roma İmparatorluğunda da devam eden bu uygulama çok sonraları, önce kısmen de olsa Gotik mimaride, ardından Rönesans'ta ve derken Barok dönemde yeniden devreye girecek, kamu yapıları ve kiliseler beyaz taştan yapılacak, hatta 18. ve 19. yüzyılların Neoklasik mimarisinde de hakim renk beyaz olacaktı. Kiliselerin içleri çoğu zaman huzur, meditasyon ve kendi kendinle hesaplaşma atmosferi sağlamak üzere, ilginin dağılmamasını amaçlayarak beyaza boyanırdı.
Milano Katedrali[1] Londra'daki St. Pauls Katedrali[2]
Kamu yapıları açısından bakacak olursak, ABD Başkent'i Washington D.C.'nin baştan başa beyaz mimarisini hatırlamak yeter sanırım:
Beyaz Washington D.C.
20. yüzyıl mimarisi ve Modernizm'in yaratıcı diye bilinen ve "Le Corbusier" adıyla tanınan (gerçek adı Charles-Edouard Jeanneret) İsviçre asıllı Fransız mimar, geleneksel süsleme ve bezemeler yerine sade ve beyaz cepheleri, mimarlığın sadece ihtiyaca cevap vermesi gerektiğini savunurdu. Fransa'nın Poissy kentinde 1929'da tasarladığı Villa Savoye, kaleme aldığı "Yeni Bir Mimariye Doğru" kitabında yeni mimari tarzı için ortaya koyduğu beş temel ilkenin tam olarak uygulandığı en güzel örnektir: "Beton pilotiler üzerinde yükselen, bant pencereler kullanılan, serbest plana ve serbest cephe planına sahip, çatıları teras olarak kullanılabilen yapılar." Şu yapıdan bahsediyorum:
Villa Savoye, Poissy, Fransa[3]
Burada kalmamıştı çağdaş mimaride beyaz kullanımı. Le Corbusier'nin izinden giden, başta Pritzker olmak üzere dünyanın en önemli ödülleri ile taltif edilmiş Amerikalı mimar Richard Meier, "New York Beşlisi" ya da "Beyazlar" olarak adlandırılacak, beş New York'lu mimardan oluşan bir grup oluşturmuştu: Peter Eisenman, Michael Graves, Charles Gwathmey, John Hejduk ve Richard Meier. Bunlar sürekli, kullanım açısından "rasyonel" diye nitelendirdikleri geometrik ve cepheleri tamamen beyaz (bu iki özelliği de "idealler" olarak tanımlıyorlar) binalar tasarlamışlar art arda. Bakın şu yapılara:
Mimaride siyah hiçbir şey yok. Kim kapkara bir bina yapmak ister ki! Biz sanata geçelim o zaman:
Sanatta beyaz ve siyah
Diğer alanlarda olduğu gibi tarih boyunca sanatta da beyaz, saflık, masumiyet ve iyiliği simgelemiş. Rönesans'ta ağırlıklı olarak dini konuların sergilendiği resimlerde melekler beyaz, ulvi kadınların başörtüleri her zaman beyaz. Başta Boticelli ve Titian olmak üzere ünlü ressamların mitolojiyi konu alan resimlerinde de iyi tanrılar, tanrıçalar beyaz, kötüler siyah. Fakat genelde Rönesans döneminde siyaha varan koyu renkli resimler yapılmış olduğu da bir gerçek. Nitekim çok geniş bir yalpazede pek çok konuyu derinlemesine bilmesi ile dönemin "polimat"ı olarak tanınan Leon Battista Alberti'nin, eserlerine bir miktar neşe ve eğlence katmak üzere ressamları açık renkler ve özellikle beyaz kullanmaya teşvik ettiği bilinir.
Fakat tabii ki resimde açık renkler ve özellikle beyaz kullanımıyla bambaşka bir dünyaya açılmak için 19. yüzyılı ve Empresyonist (İzlenimcilik) dönemi beklemek gerekecektir. Hikâyenin başlangıcında da Fransız ressam Claude Monet'nin 1872'de yaptığı "Impression, Soleil Levant" (İzlenim, Gün Doğumu) tablosu var.
Claude Monet - "Impression, Soleil Levant"
Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Gerek Empresyonist gerek onu hemen ardından izleyecek Post-Empresyonist dönemde tam bir renk cümbüşü içinde beyazın ve yanında belirgen, objeleri, kişileri vurgulamak amacıyla siyah bölgeler, çizgilerin kullanılması: Eugène Delacroix, Pierre-Auguste Renoir, J.M.W. Turner, Gustave Courbet, Berthe Morisot, Mary Cassatt, Édouard Manet, Edgar Degas, Camille Pissaro, Paul Cézanne, Paul Gaugin, Vincent Van Gogh, Henri de Toulouse-Lautrec. Resim sanatının zirveye ulaştığı çağ:
Ve nihayet 20. ve 21. yüzyıldayız. Bir yandan günümüzde dahi figüratif çalışmalar içeren Modernist akımların sürdüğü, ama öte yandan şekillerin gittikçe soyutlaştığı, Kübizm, Soyut Dışavurumculuk, Minimalizm gibi art arda gelen akımların geliştiği yüzyıllarımız. Picasso'nun siyah beyaz "Don Kişot"u ile çok anlamlı "Guernica"sından, Piet Mondrian'ın önceleri kalın sonradan ince siyah çizgilerle ayırdığı kareler, dikdörtgenlerine, sadece beyaz ve siyah kullandıklarında Lucian Simon, Joan Miro, Jean Dubuffet, Georgia O'Keeffe, hatta gerçeküstücü olmasına rağmen Paul Delvaux'nun etkileyici eserlerine. Ama ne zamanki bazı günümüz sanatçılarının "Beyaz Üstüne Beyaz" akımı kapsamında, bir boşluktan ibaret resimleri her yeri doldurmaya başladı, gençlerin deyimiyle "Ben Koptum!". Çoğu benim için hiçbir anlam taşımayan, olsa olsa duvar kağıdı niyetine kullanılabilecek tablolar.
Nereden nereye....
[1] Foto: Jiuguang Wang; CC BY-SA 3.0; https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_Gothic_cathedrals_in_Europe#/media/File:Milan_Cathedral_from_Piazza_del_Duomo.jpg
[2] Foto: Foshie; https://www.flickr.com/photos/10069045@N00/2776161012
[3] Foto: Valueyou; CC Attribution-ShareAlike 3.0;
https://en.wikipedia.org/wiki/File:VillaSavoye.jpg
Şefik Onat kimdir?
Şefik Onat, TED Ankara Koleji ve Londra Hendon Grammar School'da lise eğitiminin ardından A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olmuştur. 1966 – 1982 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı mensubu diplomat olarak Bakanlıktaki görevlerinin dışında OECD İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (Paris), Jakarta ve Islamabad T.C. Büyükelçilikleri, Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliğinde (New York) görev yapmıştır.
1982 – 1983 yıllarında Başbakanlık/Devlet Bakanlığı Özel Danışmanlığında bulunduktan sonra devlet memuriyetinden ayrılmıştır.
1984 – 1995 yılları arasında özel sektörde üç farklı şirkette üst düzey yöneticilik hizmetini takiben, 1996'da TOKI tarafından gerçekleştirilen B.M. HABITAT II Konferansının Konferans Hizmetleri Koordinatörü olarak Türkiye tarihinde yapılan en büyük ve en kapsamlı uluslararası organizasyonun sorumluluğunu üstlenmiştir.
Bu konferansın ardından, 1997- 2010 yılları arasında, kendi kurduğu "ASİTANE Etkinlikler" firması eliyle, kamu kuruluşları ya da yerli ve yabancı Birlikler/Dernekler/Şirketlerin çeşitli ulusal ve uluslararası kongre, konferans, tanıtım, özel etkinlik, gösteri organizasyonlarını gerçekleştirmiştir.
Öte yandan, Mimar Prof. Suha Özkan'la birlikte, 2006 yılında tüm dünya mimarlarının çalışmalarını internet ortamında tam eşitlik ilkeleri kapsamında yayınlayabildikleri ve yarıştıkları "World Architecture Community"i kurmuştur.
2010 başından itibaren kendini tamamen emekli ederek eşiyle birlikte Bodrum'a yerleşmiş ve bütünüyle, her zaman özel merakı olan tiyatro ve tarihi roman alanlarında yazmaya yönelmiştir.
Tiyatro yazarı olarak, geçmiş yıllarda TRT'de "Radyo Tiyatrosu" ve "Arkası Yarın" programlarında, özgün + çeviri + uygulama niteliğinde 53 eseri yayınlanmıştır. Günümüze kadar sahne için 6 müzikal/müzikli oyun, 2 sahne oyunu, 5 film senaryosu yazan Onat'ın ayrıca 3 oyun çevirisi vardır.
Yayımlanmış, editörlüğünü yaptığı 2 kitabın dışında, "Son Sultan Abdülhamid" ve "Casuslar İni İstanbul" başlıklı iki belgesel tarihi romanı ve diplomasi dönemi anılarını yansıtan "Diplomasi Dedikleri" başlıklı kitabı bulunmaktadır. ONK Telif Ajansına bağlı bulunan Onat, "T24 Haftalık" ve "EK Eleştiri Kültür Dergisi" yazarları arasındadır.
1943 Ankara doğumlu, evli ve üç çocuk sahibidir. İngilizce ve Fransızca bilmektedir. İngiliz "British Council"ın lisanslı İngilizce hocasıdır.
|