Bu yaz da gene aynı korku filmini seyrettirdiler bize. Akıl almaz çevre tahribatlarının acı örnekleriyle dolu bir gündem yaz rehavetini yardı geçti. Binlerce ağaç kesip, dağlarımıza siyanür zerk ettiler, cayır cayır yanan yeşil yamaçlarımızı bir türlü söndürmeyi beceremediler, bir deli yağmurla kaynayan çılgın nehirlere dönüşen sokaklarımızda can pazarları kurdular. Bu durum, toplumsal organizasyonumuzun ne denli kırılgan olduğunu, kurumların nasıl iş yapamaz hale geldiğini ve yönetenlerin ataletini göstermesi açısından ibret verici bir manzara koydu önümüze. Bununla birlikte, yaşananlar toplumsal çevre vicdanının uyanması adına bir nebze tetikleyici oldu. Çevre hareketi, politik gündemi belirleme ve kamusal söylemde kendine geniş yer açma potansiyeline sahip olduğunu gösterdi, bu da işin tesellisiydi. Bu sayede topraklarımızda at koşturan çıkar çetelerine dair bolca bilgi sahibi olduk, ağaçların adını öğrendik ve bizden habersiz kendi halinde ama çağıl çağıl akan derelerin serinliğini keşfettik. Son bir, bir buçuk ayda doğa tahribatı ve çevre bilinci üzerine birçok yazı kaleme alındı, çokça kelam edildi. Bunlar arasında, insanın tarih içindeki yolcuğu boyunca doğayla kurduğu ilişkinin, bu ilişkideki dönüşümlerin/kırılmaların ve bunun kültürel semptomlarının irdelenmesi açısından, Tayfun Atay'ın T24'te son bir kaç haftaya yayılan yazıları kalıcı bir etki bırakacak nitelikteydi. İnsanlık tarihini en rafine haliyle, 'kısa cümleler'de hayat bulan diyalektik metaforlar aracılığıyla özetleyen bu yazılar, şimdi okuduğunuz bu satırlarda tartışmak istediğim benim kendi 'kısa cümlemi' kurmama yardımcı oldu. Tarihsel yolculuğumuzda 'insanı doğalaştıran' bir kültürel gelenekten, 'doğayı insanlaştıran' bir yöne doğru evrilişimize dair birkaç şey söylemek istedim.
Bu kısa cümleyi, toplumların birlikte oluşturdukları yaşantıların ve kültürel deneyimlerin hem temeline oturan hem de bunları sürekli yeniden üreten mitler üzerinden okumak aydınlatıcı olabilir. Doğayı kendine bir rakip, engel veya düşman olarak görmeyen eski toplumların sembolik üretimleri boyunca kısa bir gezintiye çıktığımızda 'insanın doğalaşma' eğiliminin temsilleri görünür hale gelir. Kabile şeflerinin hayvan kılığında arz-ı endam ettiği, başlıklarına yırtıcı kuşların tüylerini iliştirip, ayı postuna büründüğü bir dünyadır bu. Bir yanda kıvır kıvır saçları yılanlardan müteşekkil Medusa vardır, öte yanda denizlerin evladı sirenler. Coğrafya atladığımızda yılan gövdeye iner, Şahmaran denen güzel bir kadına vücut olur. Daha ötede nehirler kutsal, inekler tanrıdır. Ikarus'un çarpıcı hikayesi uçan varlıklara duyulan hayranlığı ve onlara benzeme, hatta dönüşme arzusunu dile getirir. Bir boğayı dizginlediğinde Boğaç Han adını alır kahramanlar, kendi adlarını boğaya vermek yerine. İmparatorluklar güçlerini perçinleyen sembolleri doğadan seçmişlerdir. Armalarda, bayraklarda; aslanlar, kartallar, kurtlar ve hilaller geçit resmi yaparlar. Bu, insanın doğaya karşı duyduğu korkuyla karışık saygının ifadesidir. İnsan, doğayı bozmaktan ziyade onu taklit etme eğilimindedir, çünkü doğaya benzediği, ona uyum sağladığı, onunla bütünlük içinde olduğu müddetçe hayatta kalacağını bilir. Korkular, arzular ve hükümler… Hiç birisi doğanın işleyişinden ve kurallarından bağımsız addedilemezler.
İnsanın yolculuğunda 'doğanın insanlaştırılması'nın temsilleri ise modern zamanlarda tedavüle sokulmuştur. Sanayi devrimi, doyurulamayan kazanları, makinaları, durmak bilmeyen üretim bantları ile kursağından habire mamul mal püskürten bir canavar yarattığında. Doğayı algılama biçimimizi kökünden değiştiren bu dönemeçte çevrenin değeri bu canavara besin olmasıyla bir prestij ögesine dönüşmesi arasında sıkışıp kalır. Çevre en değerli addedildiği yerde dahi yalnızca bir fon oluşturmaktadır artık. İnsan büyüyen kibri ve doyuramadığı egosuyla doğanın bir parçası olduğunu unutmaya başlar ve onu bitmeyen gösterisinde kendi yazdığı senaryonun işlevsel bir unsuru olarak görmeyi öğrenir. Materyal çıktılarıyla olduğu kadar sembolik olarak da bir metadır artık doğa. Modern mitolojinin harman yeri olan popüler kültür ürünleri bu zihniyetin çarpıcı örnekleriyle bezelidir. Anlatılar kibirli tavşanlarla, hilekar tilkilerle, tembel cır cır böcekleriyle, insan gibi konuşan, yürüyen, yaşayan tekmil varlıkla dolup taşar. Disney'in kahramanları kimi zaman insanlardan daha sevimli olsalar da, insanlığın kaybedilen masumiyetine dair artık çok derinlerde sızlayan bir vicdanı sömürmekten başka bir işe yaramazlar. Yarattıkları hiper-gerçeklikte modern insanın son duygusal kalesi olan romantizme ve nostaljiye olta sallamaktadırlar. Doğayı kendisine tabi kılan insanın elinde, bunun kaçınılmazlığını göstermek için her türlü teknik donanım mevcuttur. Bir tıkta Bugs Bunny yuvasından çıkıp sahaya iner ve Michael Jordan'la basketbol oynamaya başlar. Sanki tavşan gibi zıplayan asıl Jordan değilmiş gibi, uçan basketbolcuya dönüşen bir tavşan çıkar karşımıza. Ya da, süngerlerden, mürekkep balıklarından, yengeçlerden ve deniz yıldızlarından müteşekkil deniz varlıkları 'suyun dibinde' küçük bir Amerikan yaşam tarzı prototipi kurarlar ve kapitalist insanın kar hırsıyla şekillenmiş çılgın evrenine karışırlar.
İş, masallardan çıkıp, insanın doğayla giriştiği kıyıcı mücadeleye geldiğinde ise bambaşka bir resim belirir önümüzde. Tüm dengeleri alt üst edilmiş doğanın çıldırdığı anlar geldiğinde o sevimli kahramanların yerini bir canavar imgesi alır. Böyle durumlarda anlatıların ağırlık merkezi birden doğanın hiddetine ve canavarlığına kayıvermiştir. Onun çılgın başkaldırıları karşısında çaresizce çırpınan masum insanların draması devreye sokulur o zaman. Selin ortasında bir ağaca sarılmış kurtarılmayı bekleyen bir adamın korku dolu gözlerine zoom yapar kameralar. Fırtınanın kilometrelerce uzağa savurduğu eşyaları arasında işe yarar bir şeyler aramak için eşinen felaket mağdurları göze çarpar. Depremlerde, saatlerce kurtarılmayı bekleyen insanların tonlarca betonun altından çıkarıldıklarında yaşadıkları sarsıntıda acıma duygumuza tavan yaptırılır. Böylesi her durumda, ayrıcalıklı addettiğimiz varoluşumuzun kırılganlığıyla yüzleşiriz, ama doğayla aramıza koyduğumuz derin mesafeyi korumayı da ihmal etmeyiz. Anlatının kurgusu mağdurun ve kurbanın hep insanoğlu olduğuna ikna eder bizi. Gene bütün kibrimizle doğanın acımasızlığından dem vurup kendimizi rahatlatmaya çalışırız. Kendini beğenmiş, egosuyla sakatlanmış bu insan -alemin en değerlisi, kendine asla toz kondurmak istemez.
Doğaya karşı işlediğimiz suçların cezasını kesen bu korkunç yaz, bize şunu öğretmiş olsa bari: Doğanın şiddeti ve yıkıcılığına maruz kaldığımız her durumda aslında kendi nobranlığımızla yüzleşmekteyiz, gerisi masal, gerisi hikaye... Doğanın tıslayıp sillesini yapıştırırken gösterdiği o canavarca yüz aslında bizim kendi çirkin sıfatımızdır. Doğayı kendimize benzetelim derken ortaya çıkan şey neyse, o biziz işte! Böylesi korkunç yıkım anlarında, kaçacak delik ararken, pısarak ve ürküntüyle baktığımız şeyin bir aynadan başkası olmadığını hatırlatalım. Kendi hamurumuzdaki kötülükleri nasıl da insafsızca doğanın bünyesine taşıdığımızı gösteren bu aynada dile gelen onu 'insanlaştırma' gayretiyle malul çirkin medeniyetimizdir.