14 Ekim 2023

Gerçekten Kopuş Çağı: Savaş mı, simülasyon mu?

Filistin-İsrail çatışmasına ait her şeyi görüyor, duyuyor, biliyoruz. Hatta canlı canlı izliyoruz. Peki katliam gibi savaş ortamını nasıl oluyor da film gibi izliyoruz? Bilgisayar oyunları bile “gerçekten daha gerçek” hissiyatı veriyor. Bizse gözümüzün önünde patır patır düşüp ölen insanlara “normal normal” bakıyor, “gerçeği, gerçek değilmiş gibi” sindiriyoruz. E, kahrolsun teknoloji mi o zaman?

İlk savaş oyununun nerede, hangi tarihte veya hangi isimle ortaya çıktığını bilmiyoruz. Ama tahmin edilen, dünya genelinde en çok oynanan oyunlardan biri olan Go’nun atası sayılan; Weiqi olabileceği... Kuşatma anlamına geliyor, Çinliler tarafından üretilmiş. Oyunun tarihi kökleri tam 4 bin yıl öncesine, imparator Yao’ya kadar dayanıyor. Efsanelere göre Yao, savaş ve devlet adamlığı bilmeyen oğlunun eğitimi için bir oyun yaratılmasını istiyor. Bir tahta üzerinde kimi nasıl öldüreceğini, hangi kuşatmanın işe yarayacağını öğretmeye çalışıyorlar. Sonra ne mi oluyor; savaşı oyunla öğretme fikri o kadar çok seviliyor ki, herkes kendi savaş kültürüne göre oyun tahtasını eviriyor, çeviriyor; Güney Asya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Avrupa’ya kadar yayılıyor. Savaşı, katliamı, acıyı, insan öldürmeyi nasıl zevke ve eğlenceye dönüştürebildiğimizin kökleri burada yatıyor işte. Yüzyıllardır süren savaş oyunu geleneği böyle başlıyor.  

Satranç da bu oyunlardan biri aslında. Hindistan’da ortaya çıkıyor ama Müslüman Araplar arasında popüler oluyor. Aslında stratejik karar almayı sağlıyor, problem çözümünü öğretiyor ama yetmiyor, çünkü silahlı çatışmayı düşündüren yanı yok. Bu nedenle birçok sarayda, birçok komutan askeri tür satranç geliştiriyor. Napolyon’un generalleri dahil.

1800’lerin başına gelene kadar akılla, stratejiyle ilerlerken, ilk “uygulamalı savaş oyunu”nu Prusyalı asker Reisswitz buluyor. Prusya prenslerine savaşı öğretmek için… Kum sandıkları, tahtadan bloklarla bir savaş ortamı kuruluyor. İlk simülasyon. Kral III. Friedrich de oyuna bayılıyor, kendisi de oynamaya başlıyor. Hızla diğer ülkelerde duyuluyor, yayılıyor. Oyun değil tabii adı buraya kadar; “askeri eğitimde uygulamalı yöntem” diye teknik bir ismi var. Ve buraya kadar hiçbir sorun yok.

Sorun, biz sıradan halka ne zaman savaşları oyun gibi satmaya başladıkları. Dünya tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri burası. Çünkü o güne kadar “tatbikat” amaçlı bir eğitim faaliyetiyken, savaşmak bir anda sıradan insan hobisine dönüşüyor. Savaş oyunlarının sıradan halk tarafından denendiği ilk ülke İngiltere, hatta bilinen ilk ciddi oyunlar Oxford Üniversitesi hocaları ve öğrencileri arasında oynanıyor. Hatta “çok fazla askeri ve yeterince eğlenceli değil” diyerek, kuralları sürekli değiştiriyorlar -daha çok gülüp, eğlenebilsinler diye.-

Sizin evinizde de kurşun askerler var mıydı? Esasen savaşı normalleştirmek her eve kurşun askerlerin girmesiyle de oldu biraz. Sonra kutu oyunları, mektuplarla birbirine meydan okuyan posta-savaş oyunları derken masaüstü savaş endüstrisine geçtik. Şu anda savaş oyunları pazarının 40 milyar doları aşan bir cirosu var. Online’da en çok oynanan oyunlar; savaş, şiddet, kan, ölüm ve silahlarla ilgili. Gerçek savaşlardan çok ama çok daha etkililer. Görüntü kalitesi inanılmaz düzeyde, birini öldürüp üzerinden atlayıp geçiyorsunuz, o sırada öldürmeniz gereken yüzlerce düşman karşıdan geliyor, her an arkanızdan gelen başka bir düşman birliği tarafından öldürülebilir ve “yeni can satın almak zorunda kalabilirsiniz!”

Şimdi oyunları bırakıp, gerçeklere dönelim. Filistin ve İsrail kan gölüne dönmüş durumda. Binlerce kişi hayatını kaybetti. Havadan, karadan ve denizden kuşatılan Gazze’ye bombalar yağıyor, Hamas’ın kaçırdığı sivil ve askerleri geri alabilmek için İsrail ordusu belli ki bir kara harekâtına başlamak üzere. Hastaneler morglar dolmuş, hava saldırıları aralıksız tekrarlanıyor. Çocuklarını kaybeden bir baba bir köşede “Onlar daha bebek” diye ağlarken, bir anne şoka girmiş “Karınları açtı, daha yemek yememişlerdi” diye feryat ediyor ölen çocuklarının ardından.

Her köşede ciğerimiz sökülüyor, her taraf kan, her taraf ölüm. Gerçek gibi gerçek. Ve kanlı, canlı izliyoruz.

Peki nasıl izliyoruz?

Sanal dünya, gerçeği benzetme mantığına dayanır. Gerçeğin çok daha etkili hale getirilmesi esasına bağlıdır. Oyunlar, filmler, kurgulanmış, ses ve görüntü efektleri eklenmiş videolar o kadar gerçekçidir ki, dümdüz gerçek görüntülerin gerçekliğine ikna olmanız zor hale gelebilir. Kafasını patlattığınız bir adamın ekrana sıçrayan kan görüntüsüyle göz göze geldiniz mi hiç, bu iyi bir testtir mesela: Ben ilk gördüğümde havaya sıçramıştım, çocuklarsa kulaklıklardan birbirine “Ne biçim tuzağa düştük” diye çıkışıyordu. Ölünün üzerinden atlayıp yola devam ettiler. Yeni tuzak kuracaklarmış. Benim tansiyonum düştü.

Gerçek dünyada birini yaralamak suç, öldürmek yasak. Ama bilgisayar oyunlarında tam tersi. Öldürmek teşvik ediliyor. Hatta oyunda kalabilmek için zorundasın. Sosyal medyada bombardımanıyla önümüze düşen birçok görüntü de öyle. Akıl dışı, vicdan dışı, ahlak dışı ölümler izliyoruz. Ve ne yapıyoruz: Ekranı kaydırıyoruz. Sosyal medya oyun dünyasını taklit ediyor. Gösteri dünyası izliyoruz.

'Global Conflict: Palestine’ adlı oyun, Filistin’de haber yapmaya çabalayan bir gazetecinin öyküne odaklanıyor

İşte bu savaş ve şiddet görüntülerine, oyunlarına, bombardımanına neden ısrarla karşı çıkan “eski kafalı!” bir güruh var? İşte bu yüzden. Hakikatin dönüşümü üzerine biraz kafa yoran herkes sosyal medya ve oyun dünyasıyla arasına sınır koymayı başarmak için büyük mücadele veriyor. Gerçekle olan bağının kopmaması için. Ve maalesef film gibi kurgulanmış haberlerle, videolarla, oyunlarla bezeli bu berbat sanal dünya yüzünden hayatın ve gerçeğin uzağına düştük.

Instagramda “Gazze’de kan donduran görüntüler” diye bir derleme bir videoya denk geldim, 15 saniye içinde gösterilen görüntüler inanılmazdı, üç gün uyumamam, yemek yememem, şok yaşamam, sürekli ağlamam gerekecek sahneleri izledikten sonra parmağımla ekranı kaydırdım. Bir alttaki görüntü “70 yaşında kankamla ben” yazan bir post çıktı, Paris’te bir kahvede gülmekten sandalyeden düşen iki yaşlı kadının görüntüsü... Onu da sonuna kadar izledim. Sonra ekranı kaydırdım. Olması gereken oldu. Olması istenen biri gibi davranmaya devam ettim.

Bugün gerçek bir savaşı, oyun gibi görmemize, gerçeklik algısını yitirmemize neden olan birkaç nedenden biri sosyal medya ve oyunlarsa, bir diğeri de hayata böyle bakmaya alışmamız. Savaş bölgelerinde yaşayanlar kadar, bu bölgeleri yakından takip edenler de bu görüntülere, bu isyanlara, bu gözyaşlarına alışıyor. Röportajlarda “korkmuyoruz” diyorlar mesela, size de garip gelmiyor mu? Gazze’deki apartman dairesinde etrafa yağan bombaları canlı yayınlayan bir kadını izledim, tam yanı başındaki bina öyle bir patladı ki, herhalde video burada kesilecek çünkü kızın başına kötü bir şey geldi diye yüreğimin sıkıştığı anda, kamerayı kendisine çevirdi ve şöyle dedi: “Görüyorsunuz değil mi?”

Hayır görmüyoruz, çünkü hepimiz körüz. Körleştik.

Baudrillard’ın “Simülasyon Kuramı”nı kanlı canlı yaşıyoruz şu anda. Şiddetin kendisi son derece korkunç, son derece hissedilir, son derece sarsıcı bir olay. Ama eğer aynı olayları tekrar tekrar ve ekran üzerinden izliyorsanız o zaman o şiddet, kendi olmaktan çıkıyor ve gerçeğin soğuk bir yansımasına dönüşüyor. Yani aslında bugün bölgede gördüğümüz cesetler bile bir simülasyon hissiyatı yaratıyor zihnimizde. Anlamsızlaşıyor, içi boşaltılıyor. Nasıl mı? Simülasyon, bir görünümdür, “caydırma evreni” olarak tanımlanır. Caydırmanın en önemli silahıysa; görüntü, ses, yazı bombardımanıdır.

Bizi böyle böyle sersemlettiler. Şiddeti parmağımızın ucuyla kaydırdığımız ekranda birbirini takip eden saniyelik içerikler olarak izliyoruz. Her şey birbirine benziyor bu yüzden. Gerçeklikten uzaklaşıyor, silikleşiyorlar. Gazeteciler bile aynı hikayeleri farklı kimliklerle farklı zamanlarda tekrar tekrar anlatmaktan yorgun düşmüş durumda. Söylenmesi gereken her şey söylendi çünkü.

Elbirliğiyle acıları sıradanlaştırdık, gerçek olan ne varsa tasfiye ettik. Kendi ellerimizle yarattığımız simülasyon çağında yaşıyoruz. Artık her şey “taklit” hissiyatı veriyor. Post-truth kavramını literatüre kazandıran Ralph Keyes’in “Hakikat Sonrası Çağ” isimli kitabında da söylediği gibi, görüntü teknolojisi yüzünden her şey ya kurmaca ya da kurmaca gibi oldu. Gerçek bir haber görüntüsü bile, film hissiyatı verecek gibi kurgulanmalı ki, izlenebilir olsun. Makineleştik. Hayatla aramıza ekranlar girdi.  Savaşın “bir gösteri seyri” halini aldığı ilk örnek Filistin de değil. Örneğin New York’ta çöken kulelerin görüntüleri, Hollywood’un en büyük prodüksiyonlarındaki en nefes kesici sahneleri gibiydi. Spesifik olarak bu duyarsızlığı inceleyen çalışmalar var. Negatif veya sakınılacak bir uyaran tekrarlandıkça ona verilen duygusal tepki azalıyor. Mesela bugün Filistin’de ölen bini aşkın kişiye verdiğiniz tepki çok sıradan olabilir, kendinizi suçlamayın. Ama Osmangazi Köprüsünde dokuz aracın birbirine girdiği görüntüler sizi yerinizden sıçratabilir. Aradaki tepki farkı, sizin Filistin meselesine ilgisiz olduğunu göstermiyor, duyarsızlaştırıldığınızı gösteriyor. Eğer ölen insanları, kurşuna dizilen, doğranan insanları belli bir coğrafyada, ilk kez görüyorsanız kurbanların acıları içselleştirebilir, donup kalabilir, şoka girebilir, isyan noktasına gelebilirsiniz. Kendinizi bununla test edin, eğer bölgeden gelen videoları izlediğinizde; korkuyorsanız, kalp atışınız hızlanıyor ve rahatsızlık duyuyorsanız, çok iyi durumdasınız. Tersi, acıların hissedilmesinde giderek azalma… İşte buna “alışmak” deniliyor, yaşananları sıradan görmeye başlıyorsunuz. Sosyal medya kültürünün temelinde de bu var. Giderek daha çok kan, giderek daha büyük vahşet görüntüleri bu yüzden lazım. Şok olma duygumuzu çoktan yitirdik çünkü.

Bugün Filistin-İsrail hattı, dünyanın duyarsızlaşma başkenti. Her şey en acı, en gerçek haliyle yaşanıyor ama sanki yaşanmıyor. Ekranı açınca başlayan ve ekranı kapatınca biten bir savaş.

Amerika’daki 8-18 yaş arası gençlerin günde ortalama 7,5 saatleri ekranla geçiriyor. Listenin başında müzik, oyun ve sosyal medya var. Türkiye’de de oranlar benzer. Aşırı teknolojiye maruz kalmış insanlarda kalıcı bir körlük oluşuyor. Sadece körlük mü, sağırlık da... Hayatımızı ele geçirmesinden ödümüz patlıyor ama robotlarla ortak bir özelliğimiz oluştu bile. Robotlar teknik olarak kusursuz ama duygusal olarak körler. Çok korkutucular ama etkisizler (çünkü kendi kararlarını kendileri veremiyorlar). Tıpkı bizler gibi!

Bir körlük içinde hapsolduk. Görüyoruz ama hissedemiyoruz. Anlıyoruz ama tepki veremiyoruz. Hayatın röntgencisiciyiz. Baudrillard’ın söylediği gibi; "Herkesin oyuncu olduğu bir yerde, eylem diye bir şey söz konusu olabilir mi?"  Kanlı, yıkıcı bir savaş yaşamıyoruz da bir oyunun içindeymiş gibi hissetmiyor musunuz siz de? Ekranlarımızı kaydırarak bir katliamı izleyip izleyip geçiyoruz. Korkunç bir acımasızlık ve kayıtsızlık var.

Peki ne yapmamız lazım? Vicdan ve merhamet geri gelir mi?

Kafamıza gerçeklerin dank etmesi için bir kıyamet yaşamamız gerekmiyor. Yaşıyoruz çünkü.

Bundan daha kötü bir son olabilir miydi?

Yine de hala umut var. Mesela Anadolu Ajansı’nın Gazze Muhabiri, bir hastaneye ağır yaralı getirilen bir çocuğun elinden bırakmadığı oyuncak ayısını görünce sinirleri boşaldı, hüngür hüngür ağladı yayında. Kana, zulme, vahşete doymadığımız ve üstelik artık hiçbir kötülükten etkilenmediğimizi sandığımız bir dünyada hala umut var. Dünyayı cam bir bölmenin arkasından görmeyenler, gözleriyle bakan-kulaklarıyla duyan-kalpleriyle anlayanlar bu dünyayı kurtaracak. Bu kadar da naifim.

Tekhne tou biou!


* “Techne tou biou” Plato’nun yaşama sanatı, yaşama becerisi veya ustalığı anlamına gelen tanımlamasıdır.

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sen saçmalamıyorsun, biz nankörüz!

Üslup, Latincedeki "kazık, ucu sivri kalem" anlamına gelen stilus kelimesinden türemiş. Yani daha kökeninde hayır yok. Peki, bize kürsüden bangır bangır söylenen, kalbimize hançer gibi saplanan onca sözün genel bir üslup sorunu olduğunu söyleyen iletişim bilimciler mi haklı, yoksa her sözün kasıtlı, siyasetin de bir din olduğunu savunan siyaset bilimciler mi?

Gaye Erkan > 10 milyon çalışan kadın

Anasıydı, babasıydı, tokat atmaydı, işlere karışmaydı, kovmalardı… Tüm bunları sakince bir kenara koyalım, büyük resimden çıkalım ve sadece şu konuya odaklanalım: Merkez Bankası Başkanı, emzirme döneminde olduğundan bebeği yanında olsun şartı koşuyor, bakıcılara değil ailesine teslim etmek istiyor, bankada özel bir düzen kuruluyor. Vallahi ben "helal olsun" dedim. Siz? "Tabii yaaa, kadın emziriyormuş, o zaman olur" mu dediniz? Peki, biz neyiz, pardon? Türkiye'de çalışan milyonlarca anneye sesleniyorum, çocuğunuzu alın ve çalıştığınız kuruma gidin. Karşı çıkan, kızan, söylenen olursa elinizde tapu gibi emsal karar var

Asıl siz kimsiniz?

Kızıl Goncalar'ı "örtmenim bu dizi beni rahatsız ediyoo" diye RTÜK'e şikayet edenlere teessüf ederim. Çünkü bir şeyin üzerinden konuşunca, o şeyi konuşmuş olmuyoruz. Yani tarikatları konuşacaksak açık açık tarikatları konuşalım, Kızıl Goncalar üzerinden konuşunca olmuyor

"
"