Varoluşçu sanat endişe, yalnızlık, çaresizlik, umutsuzluk, yabancılaşma gibi durumlar ve varoluşun anlamına dair ontolojik sorulardan esinini alır. Varoluşçuluğun felsefede birçok temsilcisi vardır ama onu kendine mal eden Jean Paul Sartre olmuştur. Diğer filozoflar genellikle kendilerine varoluşçu demese de felsefe tarihçileri tarafından böyle adlandırılmışlardır. Varoluşçuluğun sanatta da akla ilk gelen temsilcisi Alberto Giacometti’dir. Nitekim Sartre, onu varoluşçuluğun sanattaki en yüksek ifadesi olarak saymıştır. Bu yüzden Sartre’ın felsefesi ile Giacometti’nin sanatı arasında özel bir etkileşim vardır. Tıpkı Heidegger’in Hölderlin ve Merleau-Ponty’nin Cézanne ile kurdukları ilişkinin bir benzerini Sartre, Giacometti ile kurmuştur. Çünkü Giacometti de sanatında Sartre gibi insanın özü ve dünyadaki varoluşu üzerine düşünmüştür.
Varoluşçu resim ve heykelde en temel özellik yapıtın realist bir temsil olmamasıdır. Yapıtlar gerçekliği herkese göründüğü gibi temsil etmek yerine sanatçıya göründüğü gibi temsil eder. Sanatçının bakışı benzersizdir. Giacometti’nin resim ve heykellerinde özellikle insan figürlerinin biçimi bozularak yabancılaştırılmıştır. Çünkü sanatçı gerçekliği değil, gördüğünü ya da gerçekliği bizzat kendisine göründüğü gibi temsil etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla Giacometti için sanatın sorunu hayatı bütün boyutlarıyla nesnel olarak tasvir etmek değil, sanatçının kendi hayatındaki öznel durumları, deneyimlerini ifade etmektir.
Uzun İnce Baş - Alberto Giacometti
Sanat görmenin bir aracıdır
Giacometti’nin resim ve heykellerinde insanlar ve gerçeklik herkese göründükleri gibi değildir. Dünyanın fotografik görüntüsü ile sanatçının kendi görüşü arasında bir uyumsuzluk vardır. Bu çelişki gerçekliğin herkes için genel temsili, yani görüntüsü ile kişiye özel tezahürü, yani görünüşü arasındaki farktan kaynaklanır. Gerçekliğin herkes için temsili aslında bir indirgeme ya da genellemedir. Dolayısıyla farklılık aynılıkta ve biriciklik genellikte eritilerek gerçekliğin sahih anlamı herkes tarafından görülür hale gelmek üzere bozulur. Oysa böylece gerçeklik görüntünün arkasında saklanmış olur. Sanatçı bu yüzden görüntünün ardındaki gerçekliğin peşine düşer. Sanat görüntünün arkasındaki gerçekliği görmek için imkanlar sağlar. Nitekim Giacometti’ye göre, "Sanat görmenin bir aracıdır".
Cézanne’ın savunduğu gibi Giacometti’ye göre de doğayı ya da gerçekliği olduğu gibi temsil etmek imkansızdır. Fakat bu durum ne Cézanne’ı ne de Giacometti’yi arayıştan vaz geçirmemiştir. Cézanne nasıl saplantılı bir araştırma tutkusuyla Saint Victoire Dağı’nın birçok eskizlerini ve resimlerini yaptıysa, Giacometti de aynı tutkuyla insan heykelleri yaptı. Cézanne çok yavaş ilerleme kaydetmekten şikayet ediyordu. Doğa kendisini ona en karmaşık biçimlerde gösteriyordu. Bu yüzden aynı dağ manzarasının birçok kopyasını yaparak resimde gerçekliğin izini sürüyordu. Giacometti de gerçekliğin çok karmaşık olmasından yakınıyor ve sürekli olarak insan figürleri kopyalıyordu. Dolayısıyla sanatçının gördüğünü ifade etme biçimi, gerçekliğin ulaşılamazlığı sorununu gündeme getiriyor ve sanat yapıtı bir ifade biçimi haline geliyordu. Böylece sanatta temsil sorunundan uzaklaşılarak, sanatçının kendi bakışının ifadesi sorununa yönelinmiştir.
Mount Sainte Victoire - Paul Cézanne
Görüntü yerine görünüş
Giacometti’nin bakışı, onun kendine has tarzının oluşmasında etkili olmuştur. Onun bakışının modelleri üzerindeki etkisinin ortaya koyduğu gibi, uzaklık nesnenin sunuluşunun kurucu bir öğesi olarak önemlidir. Zira görünen nesne görünüşüne indirgenemez algılanışıyla betimlenir. Öyleyse, algılayana göründüğü gibi bir insan, uzaktaki bir insan uzakta olduğu gibi nasıl sunulabilir? Bu soru Giacometti’yi retinal görüşün eleştirisine götürür. Ona göre retinal görüş "şeyler hakkında dolaysız ve duyusal bir görüş değil de akılsal bir yeniden kurgu" gibidir. Rönesans ressamları aslında gördüklerini anlamak istiyorlardı ve bu yüzden bir ressamdan çok bilim insanı gibi çalışıyorlardı. Ürettikleri yapıt, insan hakkında bir görüş değil, insan bedeni hakkında keşfedilmiş bilgiydi.
Giacometti’ye göre Cézanne’ın önemi, modern zamanlarda kendini Rönesans’ın retinal görüşünden kökten koparan tek sanatçı olmasından dolayıdır. Cézanne sayesinde gerçekliğin görüntüsünün yerini gerçekliğin görünüşü resmin konusu haline gelmiştir.
Giacometti’ye göre bir heykeli belirleyen şey, heykelin nesnesinin bilgisi değil algısıdır. Zira, heykel bitirildiği zaman onun hem sanatçıdan hem de izleyiciden uzakta olduğu ve hareket ettiği duygusu yaşanması gerekir. Bu yüzden Giacometti için sokakta uzaktan göründüğü gibi belli bir durumdaki insanların algısı onların kavramını veya imgesini aşar. Bu yüzden algı bağlamında sanat yapıtının fenomenolojik anlamı açığa çıkar.
Rönesans resmi
Yürümek deneyimdir
Bir sanat yapıtının fenomenolojik anlamına açıklık kazandırmak için Giacometti’nin Yürüyen Adam heykeline bakalım. Yürümek sadece bir yerden bir yere gitmek değil, insanın hem bedensel hem zihinsel varlığına etki eden bir harekettir. İnsan yürürken bir yandan dünyayla iletişim kurar, bir yandan da kendisiyle… Bu iletişim bir etkileşime yol açar ve böylece kendisi başkalaşır. İnsan her adım attığında dönüşür; adımlarının ritmine göre bu dönüşüm yavaş veya hızlı olabilir, ama ritim ve dönüşüm arasında ters bir korelasyon vardır: Ritim hızlandıkça dönüşüm yavaşlar, ritim yavaş olursa dönüşüm hızlanır. Çünkü yürüme ritmi yavaş olunca temaşa imkanı artar. Böylece bakmanın görmeyi sağlayacağı şekilde şeylerle sahici bir ilişki kurulur. Yürüdüğümüz mekan bedenimize kaydolurken yolda olanlar da zihnimize kaydolur. Böylece kişi deneyim yaşar ve hayat anlamlı hale gelir.
Yürümek zamanın ve mekanın matematiksel kavranışının ötesine geçmeyi sağlar. Böylece yürümek kalabalık içinde bir yalnızlık, yaratıcı potansiyelleri ortaya çıkarıcı bir araştırma pratiği olarak dünyadaki varlığımızın niteliğini belirler. Sartre’ın kavramlarıyla, "kendinde varlık" halinden "kendisi için varlık" haline geçişi sağlar. Bir seyir hali olarak yürümek, yolda seyretmek, zihin ve bedeni birbirine bağlar, kişiyi ve dünyayı dönüştürür, düşünceye yol açar.
Yürüyen Adam - Alberto Giacometti
İnsanın mutlağı özgürlüğüdür
Sartre 1948’de bizzat Giacometti’nin isteği üzerine yazdığı "Mutlağın Peşinde" adlı eleştirisinde Giacometti’yi varoluşçuluk felsefesinin sanattaki temsilcisi olarak nitelendirir. Sartre’a göre Giacometti, hem klasik anlayıştan hem de modern anlayıştan uzaklaşarak kendi alanında bir Kopernik devrimi yapmıştır.
Giacometti malzeme ve model arasında sahih bir ilişki kurmak için her zaman belli bir konumdaki görünüşten yola çıkarak gerçekliğin ele geçirilemez mutlaklığını gösterir. İnsanların kırılgan varoluşları yoluyla izleyicide duygular uyandırır. Giacometti gerçekliğin tezahür ettiği bir ana odaklanan göreceliğiyle şaşırtıcı bir şekilde mutlağı bulur. Sartre bunu şöyle açıklar: "Durağan kütle içinde bir hareket, sonsuz çokluk içinde bir birlik, su katılmadık görecelik içinde bir mutlak, ebedi varlık içinde sonlu bir şey".
Sartre’a göre mutlak, Giacometti’nin sanatında kendini göstermektedir. Peki mutlak nedir? Mutlak, insanın kendini gerçekleştirmesidir. Dolayısıyla özgürce var olmak insanın mutlaklığıdır. Çünkü özgürlük, yani insanın varoluşu özünden önce gelir. Dolayısıyla insan önceden tasarlandığı gibi değil, var olduktan sonra kendini tasarladığı gibidir. İnsan eylemde oldukça kendini var eder, değişir ve dönüşür. İnsan yapıp ettiklerinin bir bütünüdür.