15 Ocak 2024

Gökkuşağı bebekler

Artık yağmurlar renkli yağıyordu dünyaya...

Bir kasım akşamüstüsüydü. Hava kararmaya yüz tutmuş, çekilen suyun ardında kalan zengin deniz yatağında martılar besleniyordu. Uzun çizmelerini giymiş yaşlı bir karı koca, ıslak kumun üzerinde köpeklerine top atıyordu. Yeryüzüne ağmakta olan değişikliği ilk farkeden de Ugi isimli o beyaz kaniş oldu. Topu bırakıp kulaklarını dikti, arkasına döndü ve iki ayağı üzerinde dikilerek gökyüzüne bakmaya başladı. İlk yağmur damlaları düştüğünde durumu idrak edemedi yaşlı çift. Köpeklerindeki heyecanı gözlüyorlardı. Bu duraksama anı kısa sürdü, çünkü gökten düşen damlalar bildiğimiz yağmura benzemiyordu. Damlalar renkliydi. Gökyüzünden yeryüzüne adeta gökkuşağı yağıyordu. Her şey böyle başladı.

Güney Kutbu'nda, tam 90 derece Güney enlemi üzerinde bulunan Amundsen-Scott araştırma istasyonunda heyecanlı bir bekleyiş vardı. 1978 Ocak ayında dünyaya gelen Emilio Marcos Palma ve aynı yılın Mayıs ayında doğan Marisa De Las Nieves Delgado'dan sonra dokuz çocuk daha doğmuştu Antarktika'da. Hepsi de sağlıklı bebeklerdi. On ikinci bebek gelmek üzereydi. İsveçli buzbilimci Astrid'in doğum sancıları dün başlamıştı. Eşi, Stockholm'de Karolinska Enstitüsü'nde Gamma Knife merkezinde çalışan bir beyin cerrahıydı. Doğum sırasında eşinin yanında olamayacaktı. Kadın-Doğum uzmanı doktor Melissa Basso Lopez az önce istasyona ulaşmıştı. İlk işi ultrasonla bebeği kontrol etmek oldu. Bebek iyi görünüyordu. Astrid masaya alındı ve iki saat sonra bebek dünyaya geldi. Ama doğan bebekte bir tuhaflık vardı. Bebek rengarenkti. Bedeni gökkuşağı renkleriyle kaplanmıştı sanki. Bunun dışında bir sorunu yoktu. Hatta boyu ve kilosu 99. persantildeydi. Büyüyünce basketçi olabilirdi. Çocuğun hermafrodit (çift cinsiyetli) olduğunu doğduğu anda fark etmemişlerdi.

Artık yağmurlar renkli yağıyordu dünyaya. Bilim insanları nedenini çözmeye çalışadursunlar, din adamları çoktan spekülasyona başlamıştı. Kıyamet alametlerinden dem vuranlar mı, Mehdi'nin müjdelendiğini ilan edenler mi, ortalık tevatürden geçilmiyordu. Dünyaya gelen ilk rengarenk çocuk basından gizlenmişti. Karolinska Enstitüsü'nde özel bir odada tutuluyordu. NATO'ya birkaç sene önce girmiş olan İsveç, Amerikalılara da haber vermişti ve Langley'den bir medikal ekip de Stockholm'de hastanenin lojmanına yerleşmişti bir süredir.

İkinci ve üçüncü renkli bebek, peygamberler diyarı Orta Doğu'da dünyaya geldi. Gazze'de Beit Hanun bölgesinde ve İsrail'de Sederot yerleşim yerinde. Aralarında on kilometre anca vardı. İki bebek de kısa süre sonra, önce Stockholm'e, ardından da Lily adı verilen İsveçli bebekle birlikte Los Angeles'ta bir medikal tesise götürüldüler. Dünya halklarından saklanıyordu bebekler. Yapılan kan testleri, MR tetkikleri ve genetik analizler, üç bebeğin de gökkuşağı renklerinde, hermafrodit ve iri olmaları dışında diğer insan yavrularından bir farklılık göstermediğini ortaya koydu.

İstanbul'da, Fatih Çarşamba'da bir tarikat evinde doğan gökkuşağı renkli bebek, dünyayla fotoğrafı paylaşılan ilk bebekti. Annesi, cinlerle zina yaptı diye sıkı bir dayaktan geçirilmiş ve öldü diye bebeğiyle birlikte Belgrad ormanlarına bırakılmıştı. Başıboş köpekleri besleyen aktivistler anneyle bebeği bulduklarında köpek kabilesinin, üşümesinler diye anneyle bebeği ortalarına alıp adeta yorgan gibi üstlerini bedenleriyle örttüklerini görmüşlerdi. Bebek de, annesi de kurtarılmış ve sosyal medyada gökkuşağı rengindeki bir bebeğin görüntüleri yüz milyonlarca kişi tarafından izlenmişti daha 24 saat dolmadan.

İlk rengarenk bebeğin doğumundan bir yıl sonra, G-20 zirvesinin hemen ertesinde, dünya liderleri ve belli başlı dinlerin üst düzey temsilcileri bir araya geldiler. Dünyanın çivisi çıkmaya başlamıştı onlara göre. Bu işe bir dur demek gerekiyordu. Olup bitenler uzun zamandır dünyada yerleşmiş olan sistemi tehdit edebilirdi, halkların bu olaya nasıl tepki vereceği belli olmazdı. Masada tartışılan seçenekler arasında, henüz sayıları birkaç yüz olan bebeklerin gizli bir çiftlikte izole edilmeleri, tümüyle yok edilmeleri ve her yeni doğan gökkuşağı bebeğin de imha edilmesi gibi öneriler vardı. Gökkuşağı bebekler, diğer bebeklere oranla daha hızlı büyüyordu, hem fiziksel olarak hem de bilişsel fonksiyonları hızla gelişiyordu. İlk doğan çocuklar on yaş görünümündeydi ve bir yaşındaki bir bebeğe göre bırakın konuşmayı, okuma yazma, alet kullanma gibi becerileri üst düzeydi.

Bu gidiş iyi değildi. Dini kaynaklarda bu durumu yorumlayabilecek bir detay yoktu. Dahası çocukların hepsi hermafrodit doğuyordu. Tedbir alınmazsa sonuçları çok kötü olabilirdi, kaos kapıda bekliyordu. Dünyayı kaplamış otokratik liderlerden biri ki uzun zamandır eşcinselliğe takmış dini siyasete alet etmekte beis görmeyen biriydi, bunun bir LGBTİ+ komplosu olduğunu dünyaya anlatmak gerektiğini dile getirdi. Bu bebeklerin doğmasına eşcinsellerin geliştirdiği bir virüs yol açmıştı. Kendi ülkesinde bununla ilgili çalışmalar başlatmıştı. Bu da bir nevi pandemiydi ve tüm dünyaya karantina uygulanmalıydı. Gökkuşağı bebeklerin yaşamasına izin verilmemeliydi. Lider, memleketine döndüğünde kızının da bir gökkuşağı bebek dünyaya getirdiğini öğrenecekti. 

"Salgın"ın önünü almak için geç kalmışlardı. Gökkuşağı bebek doğum hızı logaritmik olarak artıyordu. Daha şimdiden Çin, Hindistan ve Afrika'da doğan bebeklerin dörtte biri gökkuşağı bebekti. Avrupa'da, Amerika'da, Japonya'da son bir ayda hiç beyaz, zenci, ya da çekik gözlü bebek dünyaya gelmemişti. Hepsi gökkuşağı bebekti. Politikacılar, din adamları çaresizdi. Ama en kötü durumda olan silah tüccarlarıydı. Gökkuşağı bebeklerin doğması bir anda dünyadaki savaşları durdurmuştu. Etnik kavgalar, dini kırımlar anlamını yitirmeye başlamıştı ve gelecek onlar için hiç parlak değildi. Behemehal, geri dönülmez noktaya gelmeden bir çözüm bulunmalıydı. Darwin'in doğal seçilim teorisi en sağlam kanıtını gökkuşağı bebeklerde buluyordu. Gezegenin tarihindeki en olumlu rastlantı buydu, eğer rastlantıysa tabii. Daha güçlü, daha zeki, daha becerikliydiler, hızlı gelişiyor, gezegene uyum sağlıyorlardı. Kısa süre içinde yeni bir dil geliştirmişlerdi. Kendi aralarında konuşup geliştirdikleri dil dünyaya da yayılmıştı.

Bu çocuklar okula, kiliseye, camiye, sinagoga gitmiyorlardı. Bir kısmı, bir süredir kendi inşa ettikleri barakalarda yaşamaya başlamıştı. İlk doğan gökkuşağı bebek 10 yaşına geldiğinde bir yetişkin görünümündeydi. Kadın ve erkek cinsi kavramları, çekirdek aile, din ve devlet kurumları çökmeye başlamıştı. Gökkuşağı çocuklar gezegenle uyumlu yaşıyorlardı. Enerjiyi doğal yollardan elde ediyorlar, petrol türevi kullanan araçlara binmiyor, diğer canlılara, ormana, denize sahip çıkıyorlardı.

Sermayeleri, insanları birbirine karşı kışkırtmak, kırdırmak, kindar nesiller yetiştirmek olan siyasetçilerin sonu gelmişti. Bir bataklığa saplanmış, giderek çamura gömülüyorlardı. Son bir silkiniş mümkün müydü? İşte büyük kırıma o zaman karar verdiler. Ama sayı çok artmıştı. Toplu halde yaşadıkları yerleri imha etmek kolaydı. Çılgınca fikirler havada uçuşuyordu. Ari ırklardan döllenmiş yumurtaları ve seçkin bir insan topluluğunu bir sığınakta koruma altına alıp kalan tüm canlıları nükleer silahlarla yok etmek. Hamile kalan tüm kadınları kürtaja tabii tutmak, insan soyunun devamını ari ırkları klonlayarak sürdürmek. Özel yok etme birlikleri oluşturuldu. Bir yandan doğumlara engel olmaya çalışacaklar bir yandan da mevcutları yok edeceklerdi.

Çocukları imha etmek üzere eğitilmiş, son teknolojiye haiz silahlarla donatılmış birlik, çocukların yaşadığı en büyük komün olan Şili'deki Talcahuano Yarımadası'na ulaştığında büyük bir şaşkınlık yaşandı. Daha ellerini silahlarına atamadan çocuklar zihin gücüyle hepsini pasifize etmişti. Silahsızlandırıldılar ve büyük barakada eğitime tabii tutuldular. Kaçmayı akıllarına bile getirmiyorlardı. Katillerden oluşmuş birlik, ormandaki komünde doğayla barışık mutlu mesut yeni bir hayata başlamıştı. Başka girişimler de yapıldı, ama bir kağıdın yanıp yok olması kadar ömürleri oldu ancak. Tek bir gökkuşağı çocuğun burnu kanamadı.

Yağmurların renkli yağdığı, çocukların renkli doğduğu dünya artık eski dünya değildi. Yeryüzündeki tüm faşist, yarı faşist, otokratik liderler, siyaseti meslek edinmiş politikacılar, din adına dünya halklarını haraca kesen din adamları, güneşli bir günde açıkta kalmış buz parçaları gibi yok olup gittiler ve tarihin çöplüğündeki yerlerine yerleştiler. Ülkeler arasındaki sınırlar kendiliğinden yok oldu. Dünya dünyalılara ait yaşanılası bir yer haline geldi. Dünya üzerindeki tüm silahlar eritilip yararlı bir kullanım aracına dönüştürüldü. Dünya üzerine yayılmış tüm ibadethaneler insanlar için yeniden düzenlendi. Eğitim, eğlence ve spor merkezleri oluşturuldu. Bir kasım akşamüstüsünde yeryüzüne düşen ilk renkli yağmur damlasının üzerinden yirmi yıl geçmişti ki, Dünya Gezegeni Devleti kuruldu. Kısa süre içinde sera gazı oranları gezegeni tehdit etmeyecek düzeylere ulaştı. Tehlike altındaki türler yeniden çoğalmaya başladı. 

Gökkuşağı renginde olmayan ve hâlâ yaşayan eski insanlar, meğer cennet denen yer dünyamızdaymış, ne kadar ahmakmışız, dünyakörü olarak yaşamışız yıllarca, hayatımız boşa geçmiş diye hayıflanıyorlardı. Bir yandan da büyük bir iştahla gezip tozup hayatın tadını çıkartıyorlar, yıllarca üzerinde yaşadıkları gezegeni sanki yeniden keşfediyorlardı...

Talat Kırış kimdir?

Talat Kırış, 1961 yılında İstanbul'da Süleymaniye Doğumevi'nde dünyaya geldi. Sırasıyla Ataköy İlkokulu, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi.

Öğrenciliği sırasında yurtiçi ve yurtdışında kaza cerrahisi ve beyin cerrahisi kliniklerinde staj yaptı. Prof. Dr. Türkan Saylan'la birlikte Van'da lepra hastalığı üzerine saha çalışmalarına katıldı. Konya Devlet Hastanesi Acil Bölümü'nde mecburi hizmetini; 1986-1992 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda ihtisasını tamamladı. Uzmanlık tez çalışmasıyla Beyin Araştırmaları Derneği ve Japon Nörotravma Derneği'nden ödül aldı. Uzmanlık sonrası Kartal Eğitim Araştırma ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanelerinde çalıştı.

1995-1996 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri, Arizona, Phoenix'te bulunan Barrow Nöroloji Enstitüsü'nde burslu olarak, kafa kaidesi tümörleri ve beyin damar hastalıkları üzerine üst ihtisas yaptı. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda 1999 yılında doçent, 2006 yılında profesör oldu.

2006 yılında 9. Uluslararası Serebral Vazospazm Kongresi'nin başkanlığını yaptı. Türk Nöroşirurji Derneği Yeterlik Kurulu kurucu üyeliği, Nörovasküler Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Nöroonkoloji Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Temel Kurslar eş başkanlığı, yönetim kurulu üyelikleri, Türk Nöroşirurji Dergisi ve Turkish Neurosurgery dergileri baş editörlüğü, Nöroonkoloji Derneği ikinci başkanlığı ve Türk Nöroşirurji Derneği başkanlığı yaptı.

Avrupa Nöroşirurji Dernekleri Birliği Araştırma Komitesi üyeliği görevinde bulundu. Akdeniz Beyin Cerrahları Derneği Eğitim Komitesi Başkanı olan Kırış, 2017-2021 yılları arasında Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu Beyin Damar Hastalıkları Komitesi Başkanlığı yaptı.

Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu'nda Türk Nöroşirurji Derneği'ni temsil eden delege olan Prof. Dr. Talat Kırış, meslek yaşamını Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi ve Koç Üniversitesi Hastanesi Beyin Cerrahisi bölümlerinde sürdürüyor.

Kırış'ın editörleri arasında bulunduğu İngilizce iki kitabı, 100'den fazla kitap bölümü, ulusal ve uluslararası dergilerde makaleleri yayımlandı; çok sayıda ülkede beyin cerrahisinin çeşitli alanlarında eğitim kursları ve konferanslar verdi, yurtiçi ve yurtdışında eğitim amacıyla çok sayıda beyin cerrahının izlediği canlı ameliyatlar yaptı.

Tıbbiye öğrenciliği yıllarından itibaren 40 yılı aşan öğretim üyeliği ve hekimlik hayatını, 2021'de yayımlanan "Beyne Giden Yol / Bir Beyin Cerrahının Anıları" adını verdiği kitabında anlattı. TEDx ve farklı sosyal platformlarda konuşmaları yayımlanan Kırış, aynı zamanda kıdemli bir denizci olarak Güney Amerika'dan Antarktika'ya kadar uzanan yelkenli seyahatler yaptı, Grönland'da kanoyla Kuzey Kutup dairesi geçiş yaptı. Anılarında hayalini, "Bir Şehir Hatları Vapuru'na ismimin verilmesini isterim. Kimbilir, kısmet..." sözleriyle paylaştı.

Gençlik yıllarından itibaren yazın dünyasıyla ilgilendi, 1984 yılında Düşün dergisi masal yarışmasında mansiyon kazandı. Argos sanat dergisinde öykü ve denemeleri, Cumhuriyet ve Radikal gazetelerinde yazıları yayımlandı. 2012 yılından Yacht Türkiye dergisinde yazmaya başladı.

Ağustos 2019'dan itibaren T24'te düzenli yazılar yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"