Bugün Dünya Felsefe Günü. Unesco'nun kabul etmesiyle 2002 yılından bu yana her yıl kasım ayının üçüncü perşembesi, felsefenin değerine, artan önemine dikkat çekilen bir gün olarak takvimlere işlendi. Bir felsefeci olarak duyarsız kalamadığım böyle bir günde, yazı yazmak için bilgisayarımın başına geçtiğimde kafama üşüşen birtakım sorular, beni hem dünyanın günümüzdeki hali hem de dünya ile felsefenin ilişkisi üstüne düşünmeye sevk etti.
Bugün Dünya Felsefe Günü ama ne dersiniz, gerçekte felsefe dünyanın umurunda mı? Geçmişten günümüze tarihsel bir çizgide insanlık serüvenine baktığımızda görünen o ki felsefe hiçbir zaman dünyanın umurunda olmamış. Şimdi de değişen bir şey yok aslında. Peki ya bunca filozof, felsefeci ne olacak? Onlar dünyayı, hayatı anlamaya çalışmamışlar mı? Nereden geldik nereye gidiyoruz, ölüp gittiğimizde ne olacak, ahlaklı, erdemli, insana yakışır bir hayat nasıl mümkündür, birbirimizin gözünü oymadan nasıl mutlu bir hayat süreceğiz gibi sorulara cevap aramamışlar mı? Bu konularda uzun uzun konuşmamışlar mı, yazmamışlar mı? Evet hepsini yapmışlar. Dünya ne yapmış peki? Hiç. Bütün bu şeyler dünyanın pek de umurunda olmamış. Felsefe dünyanın umurunda olsaydı, dünya böyle mi olurdu? İlk akla gelenler olarak, Platon'u, Aristoteles'i, Farabi'yi, Epikuros'u, Kant'ı, Marx'ı düşünsenize, onların kafasında kurdukları dünya gerçeklik kazansaydı, dünya şimdiki gibi mi olurdu? Olmazdı gibi görünüyor. Peki ama başka nasıl olurdu? Bu sorunun da yanıtını vermek kolay görünmüyor; en azından benim için zor ve ben ağırlıklı olarak "pek de iyi olmazdı" diye düşünme eğilimindeyim. Ne Platon'un ne de Marx'ın hayal ettiği dünya bana çekici geliyor. Üstelik felsefecilerin de birçok konuda farklı düşündüklerini, çoğu zaman zıt fikirlerde olduklarını da dikkate alırsak, dünyayı felsefeyle yola getirmek, daha iyi ve yaşanır kılmak pek de olası görünmüyor.
Peki dünya felsefenin umurunda mı? Felsefenin, felsefecilerin böyle bir lüksü yok, biz dünyayı umursamak zorundayız, çünkü buradayız ve yaşıyoruz. Nasıl mutlu olacağımızı, birlikte nasıl yaşayacağımızı, nasıl sevebileceğimizi, çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakacağımızı, nasıl daha iyi insan olabileceğimizi umursamak zorundayız. Üstelik bu sorulara yanıt aramak ve bulmak sadece felsefenin değil diğer bütün disiplinlerin de sorumluluğunda. Her insan için kaçınamayacağı bir sorumluluk bu. Ortega y Gasset "Kaplan kaplanlıktan çıkamaz, kaplanlıktan kurtulamaz ama insan sürekli insanlıktan çıkma tehlikesiyle yaşar" diyordu. Başka türlü ifade edersek, eğer "insan olma" durumuna belli değerler yüklemişsek (tartışılabilir tabi bu) bizim insan kalabilmek için yaşadığımız her anımızda çaba göstermemiz gerekiyor, çünkü insanlıktan nasıl kolayca çıkıverdiğimi örnekleriyle yaşadık ve biliyoruz.
Hollandalı ressam Hieronymus Bosch'un 1500'lü yılların başında yaptığı ünlü bir tablosu var, "Dünyevi Zevkler Bahçesi" adlı bu resim birbirine bağlı üç parçadan oluşuyor (triptik). Birinci parçada cennet tasvir edilmiş. Cennet gibi bir bahçe, Tanrı uykusundan uyandırmış Âdemi ve ona Havva'yı sunuyor, ilk günah öncesi sahne yani. Âdemin (uyku sersemi biraz ama) Havva'ya bakan gözleri parlamış. Sonra olanlar bildiğiniz gibi, cennetten kovulma ve ikinci parçada dünyevi zevkler bahçesine geçiyoruz. Bosch burada insan için dünyayı oldukça cömert tasvir etmiş, ortam bir lunapark gibi, herkes çıplak ve zevk peşinde. Üçüncü parça var ki, orası da cehennem. Dünyevi zevklere takılanları bekleyen son; ateş, acı, işkence, türlü türlü kötülükler, hepsi bir arada. John Berger, "Portreler" adlı kitabında "Resim tarihinde insan bazen tuhaf kehanetler bulabilir" diyor ve ekliyor, Bosch'un resmindeki "cehennem, yüzyıl sonunda, küreselleşme ve yeni ekonomik düzenle dünyaya dayatılan zihinsel iklimin tuhaf bir kehanetine dönüşmüştür." Berger'in "yüzyıl sonu" dediği zamanı 21. yüzyılın ilk çeyreğine taşırsak, resimdeki cehennem sahnesinin daha da derinleşerek dünyamız için gerçeklik kazandığını eklemek gerekecek. Bana kalırsa, dünyadaki yaşantımızı, resimdeki üç parçayı üst üste bindirerek ifade edebiliriz: cehennem hep vardı; gelecek için bir tahayyül olarak değil, yaşanmakta olan bir gerçeklik olarak.
Bir de birçok yazar ve düşünürün yarattıkları distopik dünya tasarımlarına göz atalım. Huxler'in Cesur Yeni Dünya'sı, Zamyatin'in Biz'i, Orwell'in 1984'ü, Bradbury'nin Fahrenheit 451'ini hatırlayalım ve günümüze bakalım: Bilim insanlık için bir korku nesnesi haline gelmedi mi? Her yerden gözetlenmiyor muyuz? Kitapların kıymeti giderek azalmıyor mu? Evlerimizde içi boş programların döndüğü dev ekranlı TV'ler yok mu? Yıllar öncesinden olabileceklerin en kötüsü olarak hayal edilmiş dünya tasarımlarında yazılanlar bir bir hayatımıza girip normalleştiler. Oysa ideal, olabilecek en iyi dünyalar konusunda da yazılan birçok ütopya yarattı insanlar, fakat onlar hep çok uzak dünyalar olarak kaldı bizler için.
İklim krizinin damgasını vurduğu dünyamızda artık büyük ölçüde sona geldiğimiz bir noktada olduğumuz söyleniyor, küresel salgınlar, göçler, başka canlılara yer bırakmayacak boyutlarda artan nüfus, çevre sorunları, yoksulluk, savaşlar ve dahası… Böyle bir dünyada hâlâ daha dünyanın felsefeyi dikkate aldığını, umursadığını söylemek olanaksız. Fakat bütün bunlar felsefe adına karamsar bir tablo çizdiğimi düşündürmesin. Demeye çalıştığım; dünyayı felsefeyle kurtarıp, biçimlendirmek gibi fikirlere, felsefecilerin çoğalması, çocukların daha çok felsefe eğitimi alması durumunda sorunların bir çırpıda çözüleceği gibi ham hayallere kapılmayalım. Felsefe, dünyayı umursamaya devam edecek. Yani bizler felsefe yapmaya, dünya ve hayat hakkında düşünmeye devam edeceğiz. Felsefeci bunu öncelikle kendisi için yapacak, hayat hakkında düşünürken, aynı zamanda, hatta daha çok kendisi üstüne düşünecek, kendine becerebildiğince yeni dünyalar kuracak. Dünya Felsefe Günü kutlu olsun.