Hem dünyada yaşanan ekonomik ve siyasi krizin hem de İngiliz ekonomisindeki dalgalanmanın yarattığı hava Londra'da yaşayanları kaygılı bir bilinmezlik ortamına sürükledi.
BBC haberlerinde genel olarak ya savaş haberleri ya da yüzde 10'lara ulaşan enflasyon şaşkınlığı ve paniği var.
Biz Türkiye'den gelenler her ne kadar bu duruma alışık olsak da krize burada da yakalanmak hiçbirimiz için iyi olmadı.
Ama hayat öyle ya da böyle devam ediyor. Yeni projelerle Türk girişimciler İngiltere pazarına girmeye başladı; bu bile tek başına motive edici.
Mesela çoğumuzun bildiği Karaca markası, Londra'nın hip bölgelerinden olan Islington'da bir mağaza açıyor. Türklerin yoğun yaşadığı bölgelerden birini seçmemiş olması beni çok sevindirdi.
Zaten sevgili Hüseyin Çağlayan ile işbirliği yaptıkları gün anlamıştım markanın emin ellerde olduğunu. Beni davet ettikleri "Design London" fuarında Hüseyin Karaca'dan duyduğuma göre bu koleksiyon çok ilgi görmüş. Fransa'daki butik otellerin bazılarından sipariş almayı da bu fuarda başarmışlar. Yurt dışında yaşayan bir Türkiyeli, böyle başarıları duyunca ayrı seviniyor doğal olarak.
Bir Ankaralı olarak Güven Hastanesi'nin Ankara'nın en prestijli hastanelerinden biri olduğunu çok iyi bilirim. Onlar da Londra'ya ilk adımlarını online olarak sunacakları hizmetlerini tanıtarak attılar.
Burada NHS'in sunduğu sağlık hizmeti yeteri kadar iyi olmadığı gibi hızlı da değil.
O yüzden Türk markalarının bazı engelleri aşarak buraya gelebilmesi hepimizi mutlu ediyor.
Londra'nın yeme içme sektörü (ve tabii ben de) yeni bir Türk restoranı daha kazandı.
Şef Kemal Demirasal'ın şahane lezzetleri artık Portobello Road'un yakınlarında.
Bu cadde benim son yıllarda en sevdiğim caddelerden biri. Niye derseniz, yeni trendler artık buradan çıkıyor. Kiralar da daha uygun olduğu için genç markalar buraya rahatlıkla gelebiliyor. Bu tarz genç markalar, ana akım markalardan daha yaratıcı işler üretmekte daha yetenekliler bana göre. Onun için de etnik markaları veya küçük galerileri burada o makyajsız, abartısız halleriyle görmek hoşuma gidiyor. Sokaktaki insanlar bile öyle; abartısız tarzlar.
Neyse az önce bahsettiğim restoran bu mahallede açıldı. Burayı bulduğu için Bravo Kemal'e, çok mutlu oldum.
Restoranın adı: The Counter London.
Ben gidip denedim. Eğer siz de benim gibi kokoreç seviyorsanız hemen denemenizi tavsiye ederim. Ocakbaşı sevenler artık Doğu Londra'ya gitmeden de kebap yiyebilecekler.
Kemal'le sohbet ederken bir tek verdiği pideyi ve ekmeği sevmediğimi söyledim.
O da "haklısın ama ekmek işi çok zor, yerim olsa kendim yapacağım ama maalesef yok." dedi. Hemen "E5 Bakehouse diye bir yer var, niye ordan almıyorsun?" diye sordum. Meğer Kemal de zaten oraya başvurmuş "Ama altı ay bekleme sırası var." dedi.
Sonra ekmek üzerine konuşmaya başladık.
Ben ekmeğe çok meraklıyım.
O yüzden az ama öz tüketmeye çalışırken, ne nerede bulunur iyi bilirim. Bu bahsettiğim yer Bethnal Green'de, yani Hackney bölgesinde.
Kurucusu ilk defa ekmek yapmaya başlarken tren istasyonunun altındaki dükkânının içine kilden bir fırın yaptırıyor ve ekmeğini ekşi mayayla ve özel yöntemlerle mayalıyor. E5 ismini dükkanının kapı numarasından alıyor. Buranın en önemli sosyal sorumluluğu ise göçmenleri desteklemek. Bu yüzden çalışanlarını göçmenlerden almaya dikkat ediyor ve gelirlerinin bir kısmını da göçmen işçilere bağışlıyor.
İyi bir gelecek için iyi tarım kriterlerini benimsemiş.
Ekmek dağıtımını bisikletle ya da elektrikli araçlarla yapıyor.
Ekmekle başlayan yolculuk kısa zamanda öğlen verilen yemeklerle genişleyip, kahve çekirdeğinden tutun da ekmek yapma kurslarına kadar gidiyor. Bugün, online kurslarında bile yoğunluk çok fazla.
Yemek yapılırken kullanılan her şey mevsiminde ve lokal ürünlerle yapılıyor.
Hatta çiftliklerden gelen sebzeler, file içinde üzerinde fiyatları yazılı duvarda asılı olarak alıcısını bekliyor. İçinde o an tarladan ne geldiyse o oluyor; pırasa, ıspanak, patates, yumurta…
Hiçbir dekorasyon, süs püs yok. Her şey doğal görüntüsüyle… Zaten konseptleri de bu olunca birbirini destekleyen bir strateji doğmuş oluyor.
Londra'ya gelenlerin mutlaka buraya gelmesini ve görmesini öneririm.
Marka yaratmanın her zaman süsle püsle değil, yaşam biçimleriyle de oluştuğunu görmek adına.
Kalın sağlıcakla…