25 Haziran 2015 03:00
Faruk Köse, T24’e verdiği söyleşinin ilk bölümünde “AKP döneminde İslami duyarlılıkların son derece zayıfladığını” söyledi ve şu notu düştü:
“Örneğin CHP iktidarda olsaydı, bizlere bu kadar hak vermeyebilirdi ama Müslümanların hayatında da bu kadar yozlaşma olmazdı. AKP’yle birlikte bizim kitle bir rehavete kapıldı.”
AKP’yi değerlendirirken İslami bir açıdan eleştiren ve eleştirileri arasına “otoriterleşme”yi de koyan Akit yazarı Köse, söyleşinin ikinci bölümünde “AKP’nin hatalarının en büyük sebebi” diyerek “muhafazakâr medyanın yalaka durumu”nu gösteriyor ve şunu söylüyor:
“Kelimenin tam anlamıyla, muhafazakâr medya kendini isnat etmiş olduğu Kur’ân’ın ahlakına aykırı davrandı.”
Tayyip Erdoğan’a ilahi bir aşk duyduğunu söyleyen Star Medya Grubu Başkanı Ethem Sancak ve Sabah başyazarı Mehmet Barlas için ifadelerini hatırlatarak kendisine yöneltilen soru üzerine “ilkesiz hareket eden AKP amigoları” tanımlaması yapan Köse, yazarı olduğu Akit’in de seçim döneminde parti bülteninden farkı olmadığı görüşünde.
“Vitrinindeki yamama kadrolarını ayıklamazsa AKP’nin, ANAP gibi çözülmeye gideceği” uyarısını yapan Faruk Köse, “kendi haline bırakılması durumunda Ahmet Davutoğlu’nun AKP ve Türkiye için bir şans olduğunu” belirtiyor. Ve seçim sonrası sarf edilen “Bir iç muhasebe yapacağız” sözleri üzerine “avans verdiklerini” açıklıyor.
AKP döneminde İslamcıların birlikte yaşama adına dindar olmayanlara nasıl bir güvence verdiğini de içeren T24’ün sorularına Faruk Köse’nin verdiği yanıtlar için buyrun.
Faruk Köse: Erdoğan Kabataş tacizi için yarı özür dilemeli!
- Erdoğan’ın portresini siz nasıl çizersiniz?
Ben o konuya girmek istemiyorum.
- Neden?
Girmek istemiyorum.
- Sebebini anlamaya çalışıyorum.
Sebebi olması gerekmiyor.
- 2 ay önce yapar mıydınız; 2 ay sonra yapar mısınız?
Belki. Ama bugün bunu yapmayı doğru bulmuyorum.
- Neden?
Stratejik bir duruşum var çünkü. Bu duruşta böyle bir soruya cevap verme yok.
- Yazılarında AKP’ye “yamama kadrolar yerine doğrucu Davutlardan oluşan bir kadro” öneren Faruk Köse’nin, şimdi “stratejik duruşum var” demesini anlamadık.
O yazımda da isim vermedim, stratejik, ilkesel yazdım. Ben kişileri veya kurumları eleştirmem, mesela Kılıçdaroğlu’nu veya CHP’yi değil, onların yanlış icraatını eleştiririm. Bugün bir Erdoğan portresi yaptığımda, bu portreyi benim frekansımda olanların bile doğru değerlendirmeyeceğini düşünüyorum. Mesela hekimlerin önceliği, hastaya zarar vermemek, sonra tedaviye geçmektir. Benim de önceliklerim var.
- Faruk Bey, bir yazarla değil Cumhurbaşkanı’nın bir danışmanıyla konuşuyormuşuz izlenimi veriyorsunuz. Bir yazar olarak sizin “strateji” yapmanız ne kadar doğru?
Siz benden Cumhurbaşkanı’nın portresini istiyorsunuz. Herhangi bir icraatını konuşabiliriz, herhangi bir sözü veya tutumu hakkında söz edebilirim, ama portre olmaz.
- Siz mitingde Erdoğan’ın elinde Kur’ân-ı Kerim’i görünce ne hissettiniz?
Sevindim. Ben olaya farklı bakıyorum. Öyle bir cumhuriyet dönemi yaşadık ki, bırakın mitingi, kendi evinde Elif-Ba cüzünü bile bulundurmak ölüm cezasını gerektirebiliyordu. Böyle bir ülkede, devletin tepesindeki ismin, miting alanına Kur'ân'la çıkmasını önemli bir kazanım olarak görüyorum. Erdoğan'ın niyetini bilemem, ama gelinen noktayı önemsiyorum.
- Siz “Bırakın mitingi” deseniz de tam da seçim sürecinde Kur’ân’ın kullanılması onu araçsallaştırmak anlamına gelmiyor mu?
Ben öyle görmüyorum. Bir cumhurbaşkanı, İslam'ı hayattan silip atan bir ülkede Kur’ân-ı Kerim olgusunu kitlelerin kafasına yerleştiriyor. Bu çok önemli. Ben bugüne değil, gelecekte nelere yol açacağına bakıyorum. Bir de, Müslüman, hayatının her alanında Kur'an'ı referans almalı. Bunu araçsallaştırmak olarak değil de, anayasalaştırmak olarak yönlendirebiliriz.
- Siz “Mitingde Kur’ân-ı Kerim şeriat için bir adım, o yüzden kabul edilebilir” mi diyorsunuz?
Erdoğan'ın niyeti nedir bilemem, ama evet, konuya öyle bakıyorum. Erdoğan'ın bu tutumu, topluma dayatılan bir kalıbın kırılmasına hizmet ettiği için önemsiyor ve destekliyorum.
- Hilafetin ihya edilmesini isteyen siz, Erdoğan örneğin “Ben halifeyim” diye çıksa sizin için problem olmayacak mı?
Hayır, o kadar değil. Hilafetin ihyası tamam da, halife olacak kişi başka bir mesele.
- Sizce hilafet ihya olursa halife kim olacak?
Bu son derece yanlış bir soru. İslam’da halifenin seçimiyle ilgili gerekli şartlar vardır. Doğru soru, “Halife hangi nitelikleri taşımalıdır” sorusudur.
- Niteliklerinize uygun gördüğünüz bir isim yok mu?
Bunlar benim niteliklerim değil. İslam'a göre halife olacak kişide aranacak nitelikler neyse, o nitelikleri taşıyan biri halife olmalı. Nitelik itibariyle Ahmet Davutoğlu veya Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal, Devlet Bahçeli, Kemal Kılıçdaroğlu, Abdullah Gül vb. halife olamaz.
- Siyasiler mi olamaz?
Bir kere, her şeyden önce İslami ilimler bakımından âlim olacaksın, idarecilik vasıfları taşıyacaksın. Halife, İslam’a göre hüküm verebilecek nitelikte olmalı.
- Sizce bu niteliklere en yakın isim Diyanet İşler Başkanı mı?
Hayır. İdareciliği ve dünya siyasetini bilen, toplumu tanıyan gerçek bir İslam âlimi olabilir.
- Kur’ân-ı Kerim’i mitingde kullanmasına tamam dediğiniz Erdoğan’ın halifeliğine hayır diyorsunuz. Çizgiyi nereye çekiyorsunuz?
Kur’ân-ı Kerim’in miting meydanında kullanılmış olmasının devamının getirilmesi lazım. Eğer devamı getirilmezse, işte bu bir araçsallaştırma olur. Eğer devam edilirse, o zaman “Senin referans aldığın Kur’ân’da bak ne yazıyor, sen ne yapıyorsun” diyebilecek insanlar. Kitleler artık uyanıyor, aptal değiller. Çizgi, Kur'an'ı hayatına bütünüyle yansıtıp yansıtmadığı noktasından çekilir. Halkın oylarının çok olması, halife olmayı hak edecek bir gerekçe olamaz. Nitekim oy dediğin konjonktürel bir şeydir. HDP'nin gerçek oyunun yüzde 13 olduğuna inanmıyorsunuz herhalde. Aynı şekilde, birçok insan alternatifi olmadığı için bugün AKP’ye oy verdi. Bu yüzde 40’ın içinde emanet oylar var.
- Sizce kimin emaneti onlar?
Alternatifsizlerin. Birçok kişi için oy verecek başka parti yok.
- Birçok uzman AKP’nin AB’ye yakın durduğu “fabrika ayarları”na dönerse oylarında artış olacağını savunurken, siz Kuran-ı Kerim’e yakınlaştıkça oyların artacağını mı düşünüyorsunuz?
Ben hayata bakışımı AKP'nin alacağı oyla belirlemiyorum. Benim için öncelikli olan, Kur'ân'ın hayata ne kadar âmir olduğu ve bunun sağlanması. Ayrıca, AKP hakkında sizin referans kaynağınız yanlış. AB, AKP’nin ilk yıllarında dayandığı bir şey değildi ki.
- “Kopenhag kriterleri Ankara kriterleri olacak” sözü Erdoğan’ın değil mi?
O dönem Kemalist, katı bir yapı vardı. Bu yapıyı kırmak için uluslararası destek gerekiyordu. AKP, AB’yi destek noktası olarak kullandı, ona taraf değildi. AKP’ye oy gelmesini sağlayan şey, AB ile olan dirsek teması değildi. Halka yansıyan icraatıydı. Mesela sağlıktan tutun da enflasyona, temel hak ve hürriyetlere kadar uzanan icraat.
- Temel hak ve hürriyetlerin önemli kısmı AB’ye uyum yasalarıyla verilmedi mi?
Elbette. Çünkü başka türlü, laik-Kemalist katı yapıyı kırmanın yolu yoktu. Ancak, şimdi bu kazanımlardan geri dönüşe neden olacakmış gibi duran torba yasaları ben çok sakıncalı buluyorum. Bunlar hem insan olarak, hem de özelde Müslüman olarak ayağımıza dolaşacak düzenlemeler. Biz asıl bunu tartışmalı ve çözüme kavuşturmalıyız. AK Parti, kendisi kazandırdığı hak ve özgürlükleri kendisi iptal edecek düzenlemeler getirmişken, biz bunları bırakıp, mesela Abdullah Gül başa gelsin mi tartışmaları yaparsak, çok basitleşiriz.
- Şunları yazan sizdiniz: “İddia ediyorum, başkanlığı Gül ve Erdoğan birlikte tesis edecek. Cumhurbaşkanlığı seçimi ardından Gül, AKP Başkanı olur. O başbakan olana kadar ikisinin de anlaşabileceği bir kişi vekâlet eder. Boşa atmıyorum, 1-Erdoğan’ın politik kararlılığı, 2- AKP kadrosunun sadakati nedeniyle bunları söylüyorum.”
Evet, bunları ben yazdım, sonradan o hava sonradan dağıldı, kadrolar değişti. Ama bugünlerde yeniden aynı kulvara yönelme eğilimleri görüyorum.
- Sizi boşa çıkaran, Erdoğan sonrası AKP’ye kimin geleceğinin belirlendiği kongreyi Gül’ün görev süresi dolmadan bir gün önce yaparak sadakatte çatlak yaratan Erdoğan mı oldu?
Hayır. Bir gün sonra da Erdoğan göreve gelecekti ve kitle partisi olduğu için koruması gereken dengeler vardı. Partiyi, dağılmadan, bir arada tutacak şekilde bırakmayı tercih etti ve bu doğru bir stratejiydi.
- Detaylara “titizliğiniz” Erdoğan olunca mı ortaya çıkıyor?
Hayır. Bir gün siyasette uzun bir süre. Ben kongre tarihinin Gül’e karşı seçildiğini düşünmüyorum. Çünkü Gül partinin başına geçse bile başbakan olamazdı ki. Milletvekili değildi çünkü. Bu durumda partide iki başlılık olmaz mıydı? Erdoğan'ın güçlü liderliği sonrasında böyle bir iki başlılık, partiyi dağıtabilirdi.
- AKP’nin geri kazanmasını söylediğiniz “küskün dava arkadaşları” arasında Gül de var mı?
Tabii ki var. Cumhurbaşkanlığı’nı bıraktıktan sonra doğrudan “Sen bizim kurucumuz, ilk başbakan, ilk cumhurbaşkanımızsın. Partide istediğin makama buyur” denseydi “Ben illa şu makamı istiyorum” demezdi. Ama ona doğrudan konulan tavırdan sonra Gül kırıldı ve tavrını aday olmayarak gösterdi. Aday olsaydı, oluşan sinerjiyle AKP, en az yüzde 2 oy fazla alırdı.
- AKP için yazdığınız Acil Eylem Planı’nda “Erdoğan’ın AKP’nin işlerine müdahale ediyor görüntüsünden kurtulması gerektiğini” yazdınız. Sizce Erdoğan, AKP’nin oylarını düşürdü mü?
Ben AKP’nin oylarını kaybetmesinin bir sebebinin sayın Erdoğan’ın sahaya inmesi olduğunu düşünüyorum. Ama sebep Erdoğan’a tepki değil. İnsanlar, Erdoğan sahaya çıkınca AKP’nin mevcut kadroları, Davutoğlu yetersiz mi diye tereddüde düştü. “Erdoğan, onlara güvenmiyor” izlenimi doğru.
- Sizce güvenseydi sahaya iner miydi?
Ben olayı öyle değerlendirmiyorum. Partiden uzaklaşan, 3 dönemini dolduranlarla bile bir aradayız görüntüsü vermek için indiğini düşünüyorum. Ama önemli olan benim ne düşündüğüm değil, insanların bunu nasıl algıladığı. Erdoğan’ın tarzı da yanlış yansıdı ve menfi olarak bu sandığa yansıdı. Sahaya inmeseydi durum daha iyi olabilirdi. İnmemeliydi.
- Halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı olmasa da Ahmet Necdet Sezer veya seçilseydi Ekmeleddin İhsanoğlu, sahaya inip CHP’ye oy istese “iyi niyet” arıyor olur muydunuz?
İyi niyet olsun olmasın, Erdoğan da olsa bir cumhurbaşkanının bir partiye oy istemek amacıyla sahaya inmesini tasvip etmiyorum. Bu kadroya olan güvenini başka şekilde gösterebilirdi.
- AKP'nin kadrolarının sorunu sizce ne?
2002’de parti kurulurkenki kuşatıcı ruha sahip kadronun çoğu tasfiye edilerek, partiye, hem de etkin ve yetkin konumlara, İslami kesimlerin duyarlılığını hissetmeyen pek çok insan alındı. Bunlar yönlendirici kademelere yükseltildi. Bu da tabanda tepkiyle karşılandı.
- Sadece teşkilat mı, medya ayağı için de aynı şeyi söyler misiniz?
Hem teşkilat içi, hem medyanın dâhil olduğu bir menfi değişim bu. Partinin vitrinine, bizim kitlenin tasvip etmeyeceği insanlar sokuldu. Benim haklarım çiğnendiğinde o hakları iade etmek için gereken neyse onu yapacak eforu sarf etmeyecek kişiler bunlar. AKP hâlâ birinci parti ama sandık sonuçları toplumun verdiği bir uyarıydı. Ama bunu anlamazlarsa, anlamak yetmez, gereğini yaparak yamama kadroları ayıklamazsa, AKP, ANAP gibi çözülmeye gider.
- “Yamama kadro” için yazılarınızda “menfaatçi yalaka takımı” gibi tabirler de kullanıyorsunuz. Kim bunlar?
İlkeleri önemsediğim için isimleri paylaşmayacağım. Aksi özel bir sohbete girer. Ama bunlar bellidir, parti yönetimi de, teşkilatlar da, taban da, basın da bunları biliyor.
- Bülent Arınç, bir tartışma esnasında “yeni yetme” diyerek Yalçın Akdoğan’ı göstermişti. Daha sonra Akif Beki “yanaşma” diyerek Ethem Sancak’ı, Abdülkadir Selvi Sancak’ın yanı sıra Yiğit Bulut’u işaret etti ve Cem Küçük’ün Selvi’ye “Aydın Doğan’ın maaşlı elemanı”, Elif Çakır’ın Selvi’yi eleştirenlere “mermici” dediği bir tartışma yaşandı. Bu isimler kendi iradeleriyle bu seviyede tartışabilirken siz neden bunları konuşmanın “özel sohbet” olduğunu düşünüyorsunuz?
Ben öyle düşünüyorum. Kamuoyunda kişileri tartışmaktan ziyade, ilkeleri konuşmak ve partinin, iç bünyede kişileri ayıklaması gerektiğini söylüyorum. Ancak, bahsettiğiniz isimlerden mesela Yiğit Bulut hakkında birkaç kelam edebilirim.
- Bulut neden bir istisna?
Parti yönetiminde değil.
- Çoğu değil. Ayrıca Bulut, Erdoğan’ın başdanışmanı.
Cumhurbaşkanı herkese danışabilir. Ama Yiğit Bulut’un tamamen menfaat üzerinden hareket ettiğini düşünüyorum. Menfaaatperestlikle bir yerlere geldi. Daha önce Tayyip Erdoğan’ı çok sert eleştiren bir kimse “Bugün ondan başka insan göremiyorum” diyor ve buna makul gerekçe getirmiyorsa, bütün olumsuzluklara olumlu kılıf çizmeye çalışıyorsa bu etik değildir. Kaypaklığı sevmiyorum. İnsanlar elbette değişebilir ama ben Yiğit Bulut’ta fikri bir değişiklik görmüyorum. Tepkim, fikri değil de menfaat üzere değişimlere.
Bunlar bir yana, 13 yıllık iktidar uzun bir süre ve AKP bir kitle partisi. Pek çok şahıs ve kesim partiye dâhil oldu, partiyle iletişime geçti. Türkiye ortalamasına göre bu uzun süre içinde her türlü pisliği yapan insanlar da partiyle temasa geçmiş ve iş yapmış olacaktır. Bu normal.
- Normal derken?
İnsanın olduğu yerde her türlü şey olur, o nedenle söylüyorum. Yani hata yapılması, bozulmalar falan, hepsi insani haller ve bu nedenle normal, yani olağan şeyler. Normal olmayan, bu insanların kilit noktalara doğru yükseliyor olması ve hataların düzeltilmemesi.
- O kilidi açan, hakkında konuşmayı reddettiğiniz Erdoğan değil mi?
Öyle mi, yoksa başka bir şey mi var? Cumhurbaşkanı kilide müdahale edebilirdi ama o duruma nasıl bakıyor bilmiyorum. Ama ister Erdoğan, ister Gül, ister Davutoğlu, kim yapmış olursa olsun bu yanlış. AKP’deki evrimleşme de, cumhuriyetin destan yazan, ülkeyi düşünen, insanların inanç değerlerine uygun Birinci Meclis’i ve bu meclisi diskalifiye eden İkinci Meclis’i gibi. AKP’nin İkinci Meclis’inde, bir öncekilerin yerine getirilen kişilerde titiz davranılmadı. Sonuçta, kuruluş ruhundan uzaklaşan bir parti çıktı ortaya.
- Sizce AKP’nin birinci/ikinci Meclis ayrımı ne zaman gerçekleşti?
Seçimden seçime, 2007 seçiminden sonra birinci dönemindeki kadro önemli ölçüde tasfiye edildi. AKP, menfaatçileri ayıklamazsa, bir sonraki seçimde yüzde 30’lara geriler.
- “Tam olarak kimi ayıklamamızı istiyor Faruk Köse” diye soran bir AKP’liye ne dersiniz?
Kimi kast ettiğimi onlar çok iyi bilirler. Özel sohbetlerde bunu söyleyebilirim.
- “Ama geri kalanların anlamasına gerek yok” mu?
Kitleler değişimi zaten algılar ve hisseder. Önemli olan, teşkilat bunu düzeltsin. Davutoğlu, “Bir iç muhasebe yapacağız” dedi. Bunu bekliyoruz.
- Aksini söyleme şansı var mıydı?
Aksini söyleyemezdi ama bunu da söylemeyebilirdi. Hiç böyle bir sıkıntı yokmuş gibi davranabilirdi. Bu nedenle avans veriyoruz. Bu yapılmazsa, zamanı geldiğinde kimlerin tasfiye edilmesi gerektiğini de isim isim açıklarız.
- Sizce Davutoğlu bu süreçte AKP’nin başında kalacak mı?
Davutoğlu’nun AKP ve Türkiye için bir şans olduğunu düşünüyorum. Ancak bir şartla, Davutoğlu kendi haline bırakılırsa.
- Muhafazakâr mahallenin gazetecileri sizce iktidarla nasıl bir sınav verdiler?
“Muhafazakâr medya” kelimesini kabul etmesem de, kastınızı anladığım için söyleyeyim, çok kötü bir sınav verdik biz. Kişisel olarak iyi bir sınav verdiğimi düşünüyorum ama genel olarak, sizin muhafazakâr basın dediğiniz basında olduğu gibi, sevdiğimiz tarafı öyle bir tutuyoruz ki hiçbir yanlışını görmüyoruz, gördüğümüzü de gündeme getirmiyoruz. Toplumu da böyle yönlendiriyoruz. Muhalif olduğumuz kesim için de sanki hiçbir doğruları yokmuş gibi bir intiba oluşturuyoruz. Bu son derece çirkin. Meclis’te muhalefetin verdiği her önerge yanlış olabilir mi?Ama iktidar hepsini reddediyor, sonra alıyor birini kendisi öneriyor, sonra ne oluyor: “Ben yaptım.” Muhalefet de aynı şekilde. İktidarın getirdiği her şeye karşı çıkıyor. İslami veya muhafazakâr basın da o sırada “İktidarın her yaptığı doğru” diyor. Hayır efendim, yanlışları da vardı ve bu doğaldı. Doğal olmayan, yanlışa yanlış deyip düzeltilmemesiydi.
- Yanlışları söylememekten övgüde abartıya varan birkaç kişi: “Erdoğan’ı tanıyana kadar iki erkek arasındaki ilahi aşka inanmazdım” diyen Ethem Sancak, “Sünnetullah’a uygun olan başkanlık sistemidir” diyen Halime Kökçe, “Bal gibisiniz, çok başarılısınız” diyen Mehmet Barlas... Sizce bu isimleri ve daha fazlasını taraftarlıktan da öte holiganlığa götüren ne?
Bunlar çok kötü örnekler. Bunlar ilkesizce hareket eden AKP amigoları maalesef.
- Sizce bu kişilerin menfaati tam olarak ne; para mı, statü mü, iktidar mı?
Bilmiyorum. Bu maddi menfaat olabilir, konum, ün menfaati veya siyasi menfaat olabilir. Ama bunun içinde kesinlikle menfaat var. Başka türlü bir insan bu kadar yalakalaşamaz.
- “Havuz medyası” vakası varken sizce bu menfaatin para ile mesafeli olması mümkün mü?
Yapılan eleştirilerden biri de bu. AKP’nin doğrularını söylediğimde “Sen de mi şimdi havuzdan nemalanıyorsun”, çok affedersiniz “Sen de mi yalamaya başladın” diyorlar. Eleştirdiğimde ise “Yemini mi kıstılar” diyorlar. Bunları son derece çirkin görüyorum ve anlamakta zorlanıyorum. Açıkçası, bireysel olarak ben herhangi bir menfaat görmüşdeğilim. Zaten temel ilkem şudur: Asla kalemimi satmam, menfaat için yazmam. Hakkaniyet esas ilkemdir. İlkesel yazarım, yazdıklarımda ihtiyat payı bırakmayı ihmal etmem.
- Sizin maaşınız ne kadar?
Böyle şeylere girmeyelim. Ben herhangi bir menfaat görmedim. Başkaları ne kazanıyor bilemem. Ya da kazanıyor mu? Bilmediğim bir alanda insanları itham edemem. Ancak, mesela yalakalıktan başka bir şey olmayan “Anam babam sana feda olsun” sözlerini bir hocaya sordum, şeriata göre bir mahsuru yok dedi. Ama bu ifade, sahabenin Peygamber Efendimiz için kullandığı bir ifadedir. Bunu alıp Erdoğan ya da başka birine yamarsan, bu densizliktir.
- Ethem Sancak’ın Erdoğan’a aşkı, sizce ihaleler aksayınca da devam eder mi? Veya Mehmet Barlas Sabah başyazarlığını kaybetse Erdoğan’a “bal” der mi? Bu ilişkilerde paranın yeri sizce tartışılabilir mi?
Vardır diyebilmem için bilmem lazım. Ancak tahmin ediyorum ki, bu kişiler konumlarını kaybetseler bu söylemlerini de terk ederler. Ancak ilkesellik gereği, hakkında kesin bilgi sahibi olmadığım hususlarda kesin laflar etmemeyi tercih ediyorum. Zaten, mesela bu yüzden ben ne partinin cemaat hakkındaki, ne cemaatin parti hakkındaki düşüncelerini savunuyorum. Tarafsız kalmayı yeğliyorum. Elimde somut delil yok çünkü.
- Gülen cemaatine “terör örgütü” denilmesine yol açan hükümetin sarf ettiği iddiaları ya da hükümete yakın medyada yazılanları siz “delil” olarak görmüyor musunuz?
Hayır. Öyle görseydim, ben de aynı şeyleri yazardım. Bana inandırıcı gelmiyor. Bunun bir iktidar çatışmasının geldiği nihai hal olduğunu düşünüyor ve akıntıya kapılmak istemiyorum.
- Muhafazakâr medya sizi hayal kırıklığına mı uğrattı?
Hayal kırıklığından da öte. Bu olmamalıydı. Bizim Müslümanlar olarak omurga sahibi olmamız lazım. AKP’nin bazı hataları varsa bu hataların en büyük sebebi bu medyanın yalaka durumudur. AKP’nin hatalarını yok sayan, her yaptığını yücelten, böylece hatalarını düzeltme gereğini hissetmesine mani olan bu medyayı tarif edecek kelime bulamıyorum.
- Bir yazınızda yer alan “Bizden diye yanlışlara göz yummak Kur’ân ahlakına uygun mu” sorunuzdan yola çıkarak soracağız: Sizce muhafazakâr medya Kur’ân ahlakına aykırı mı davrandı?
Evet. Kelimenin tam anlamıyla, muhafazakâr medya kendini isnat etmiş olduğu Kur’ân’ın ahlakına aykırı davrandı.
- Tam olarak hangi noktalarda?
Bütün noktalarını sayıp dökecek halde değilim. Ama savunduğu ekolün doğrularını da, yanlışlarını da söylemelilerdi, ilkeli duruş budur. Kur’ân, mü'minlerin birbirlerine iyiliğini emreder, kötülüğünü yasaklar. Biz AKP’nin her şeyini iyi, muhalefetin her şeyini kötü hanesine yazdık. Muhafazakâr medya bu tutumunu düzeltmedikçe, açıkça “yanlış yazdık” diye manşetler atmadıkça Kur’ân ahlakını temsil ettiğini söyleyemez.
- Akit de “özür dilemesi gereken yayınlar” listenizde var mı? Sizce gazeteniz yakın gelecekte özür dilemesi gereken hatalar yapıyor mu?
Şu şu diye bir örnek veremeyeceğim ama bence, evet, Akit'in de özür dilemesi gereken yayınları olabilir. Vardır da. Günü geldiğinde herkes hatasını anlayacak da, bu iş işten geçmeden olmalı.
- Siz bugün hükümete yakın medyayı okuduğunuzda haberlerin doğruluğuna güveniyor musunuz?
Maalesef hayır. Sadece haber metinlerinin içeriği değil, sunum tarzı da ayrıca önemli. Öyle bir sunum yapılabiliyor ki, insanlar bambaşka algılara kapılabiliyor. Başlıkta, spotta yazanı haber metninde bulamıyorsunuz mesela. Sadece manşet ve spotları okuyanlar, metni okumazlarsa, yanlış kanaat sahibi olabiliyorlar.
- “Hataları vardır” dediğiniz Akit’in de attığı manşetin muhabiri olmayabiliyor.
Akit’in bir yayın kurulu var. Bütün haberler oraya geliyor, kurul toplanıyor ve manşete orada karar veriliyor. O yüzden muhabir adı kullanılmıyor.
- Aklımızdaki 2003’te Akit’ten ayrılan Saadet Partisi Basın Danışmanı Halis Mutlu imzasıyla 23 Mayıs 2015’te atılan “2000 hâkimle karanlık plan” manşeti.
Onu sorduğumda aynı isimde başka biri olduğunu söylediler. Bunu gazetede de açıkladılar zaten.
- Özellikle seçim döneminde, Akit’te AKP övülürken, diğer partiler eleştirildi veya itham edildi. Sizce bu dönem Akit’in parti bülteninden bir farkı var mıydı?
Samimiyetle söyleyeyim; parti bülteninden bir farkı yoktu. Ama niye öyle olduğu ayrı bir konu. Başka nasıl bir alternatif olabilirdi ki? Bu gazetenin patronajı, yakın olduğu bir partiyi karar aşamasında kendi haline mi bırakacaktı, yoksa “ikazlarıma sonra devam ederim” mi diyecekti? Patronaj bu yönü tercih etmiş olabilir. Ben bireysel olarak bu yönü tercih etmedim, yayın yönetmeni olsaydım da böyle yapmazdım. Ama bu yöndeki tercihe de bir şey diyemem.
- Ama parti bülteni olarak gördüğünüz bir gazetede yazmakta sorun görmüyorsunuz.
Hayır, görmüyorum. Laik-Kemalist devlet düzenini, rejimi de benimsemiyorum, ama bu sistem içinde yaşıyorum. Önemli olan, bireysel duruşumun ne olduğu. Yazdığım birçok yazıda çok sayıda okuyucudan “Gazetem başka, sen başka şey söylüyorsun” şikâyeti alıyorum. “Defol git” diyenler oluyor. Ama (Akit’in sahibi ve İcra Kurulu Başkanı) Mustafa Karahasanoğlu, bu konu açıldığında “Sen bir şeyi hak olarak görüyorsan, yazmanda benim için sıkıntı yok” diyor.
- Hükümete yakın bazı gazetelerin ya sahibi belli değil, ya da sahipleri kamu ihaleleri ile haşır neşir. Akit’in sahibi Karahasanoğlu’nun yayın dışında işleri var mı?
Mustafa Karahasanoğlu Milli Gazete’nin yayın yönetmenliğini yapmıştı. O süreçte gazetenin tirajı ilk kez 100 bini aşmıştı. Milli Gazete sonrası uzun yıllar nalburluk yaptı, bir boya firmasının bölge bayisiydi. Merkezi Aksaray’daki nalbur dükkânında Cuma dergisini çıkardı. Dergi, gazete olabilecek tiraja geldiğinde gazete çıkarmaya karar verdi.
- Nalbur işleri hâlâ devam ediyor mu?
Gazeteden sonra o işleri tasfiye etti. Karahasanoğlu, gazeteyi borçla kurdu. Hatta hatırlıyorum da, "Cebimde personelin üç aylık maaşı hazır, eğer yürütemezsem, kendilerine iş bulana kadar üç ay geçinebilirler" demişti. Yine, örneğin hakkında yolsuzluk haberleri yaptıkları Emlak Bankası’nın, yayını kesmesi şartıyla 5 milyarlık reklam teklifini, bankalardan reklam almayı kabul etmediği için reddetmişti. Oysa o parayı alsaydı o günden borcu kalmaz, üstelik tesis sahibi olabilirdi.
- Bankalardan veya hakkında yolsuzluk haberi yaptıkları bir bankadan reklam almayı kabul etmeyen Karahasanoğlu, gazetesinde bazı haberlerin kaynaksız veya belgesiz yayımlanmasını dert ediniyor mu?
Yayın Kurulu’na girmediğim için o konuda ne diyor bilmiyorum. Ama zaman zaman özel görüşmelerimizde yayınlarla ilgili rahatsızlıkları olduğunu söyler ve vebal almaktan son derece rahatsız olduğunu ifade ettiği olur.
- Erdoğan’ın uçak kadrosundan kendisini eleştirenler elenirken siz, daimi davetli olmayı kabul eder miydiniz?
Özel geziler farklı şeyler, Erdoğan yanına kimi alırsa alır, bunu eleştirmek doğru değil. Ama umuma açık toplantılarda akreditasyonu ben yanlış buluyorum. Darbecilerin akreditasyon uygulamasından biz çok muztarip olduk. “Çağırmazlarsa çağırmasınlar” desek de, bunu ilkesel olarak yanlış buluyorduk. Bugün aynının yapılmasını nasıl kabul edebiliriz ki? Şahsen ben, akreditasyon uygulanan bir basın toplantısına katılmam.
- Uçakta yer olmasına rağmen bazı kurum ve isimlerin kabul görmemesi, Hasan Karakaya’yı sizce neden engellemiyor?
Dediğim gibi, özel gezilerle basın toplantılarını ayrı görüyorum. Hasan Abi'nin durumuna karar verecek olan da ben değilim, onu kendisine sormanız lazım.
- Bir başbakan veya cumhurbaşkanının gezisi ne kadar “özel” olabilir? Sonuçta Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlığın uçaklarıyla, devlet imkânlarıyla, devlet/ülke adına bir yere gidiyorsunuz. Uçakta yasaklı isim/yayın kurumu uygulamakla Başbakanlık’ta, Cumhurbaşkanlığı’nda, Genelkurmay Başkanlığı’nda, basın toplantılarında uygulamak arasında ne gibi bir fark olabilir?
Siz öyle görmeyebilirsiniz, ama ben fark görüyorum. İkisi farklı şey. Devletin uçağı zaten gidiyor, içindeki yolcu sayısının çok da önemi yok. Ama o devlet yetkilisi, uçağına herkesi almak zorundaymış gibi bir şey yok. Çünkü nihayetinde kendi gezisi ve kamuoyuna sadece kendi mesajlarını ileteceğini düşündüğü kişileri yanına almasında bence sakınca yok. Ama genel bir basın toplantısı böyle değil. Orada yerli-yabancı, sağdan-soldan, destekçi-köstekçi, her türlü basın mensubu olmalı.
- Erdoğan’ın uçaklarının müdavimlerinin Erdoğan’ı kızdırabilecek hiçbir soru sormamalarının davetli listesine ilişkin temel kriter olduğu görüşüne katılır mısınız?
Ben temel kriterin bu olduğunu düşünmüyorum. Bence Erdoğan'ın kriterinden çok, böyle bir kriteri katılan basın mensupları kendi kendilerine uyguluyor olabilirler. Zaten Erdoğan'ı lider olarak benimsemiş ve dediği her şeyi halka ulaştırmanın, menfiiyyata dair herhangi bir konuya da girmemenin daha iyi bir tutum olacağını düşünüyor olabilirler. Bilemiyorum, öyle bir ortamda bulunmadığım için ne desem tahminden öteye geçmez. Ancak kişisel görüşüm, eğer Erdoğan'a dost iseler, onu kızdırmayalımdan ziyade, daha iyi olması için aksayan tarafları kendisine ulaştıralım duyarlılığını taşımaları yerinde olurdu.
- Muhafazakâr medya adına dile getirdiğiniz “medyanın yalaka durumu”, o uçaklara davet edilme gerekçeleriyle, o uçaklarda icra edilen “gazetecilik”le inşa edilmiyor mu? Bir yanda gazetecilerden hiçbir sorgulama ve eleştiri istemeyen iktidar, diğer yanda bu duruma itaat eden bir medya yok mu?
Maalesef tarih boyunca iktidarın, gücün kanatları altında bulunmayı, güce yakın durmayı kendileri için daha faydalı gören insanlar çıkabiliyor. Bu da, "özgür basın" ilkesinden uzaklaşılmasına yol açıyor. Basın mensupları, sorumluluk bilinciyle eksileri de, artıları da gündeme getirerek iyi yanların gelişmesine, kötü yanların düzeltilmesine hizmet edeceğine, tam aksi bir tutum sergileyebiliyor. Bunu, politik mücadelede taraf olduğu güce olumsuz etki edecek bir alan bırakmama adına da yapıyor olabilirler, menfaat sağlama adına da... Ben daha çok menfaat olduğunu düşünüyorum. Hangi türdendir bilemem, ama menfaati için özgür gazetecilik yapmayanların sayısı çok fazla. Hal böyle olunca, bir siyasetçi, kamuoyuna kendi mesajını iletecek, kendi propagandasını yapacak kişileri yanına almakta bir sakınca görmüyorsa, bunlar için siyasetçiyi suçlamak doğru değil. Politik arenada mevzi kazanmak için bunu her siyasetçi yapar zaten. Sorun, basın mensuplarının, işlerinin önemini unutmuş olmasındadır diye düşünüyorum.
- Siz seçim sonuçları için “iyi ki böyle çıktı” diyor musunuz?
Hem diyorum, hem demiyorum. Çünkü, hayır bildiğimizde şer, şer bildiğimizde hayır olabilir. Bu sonuçlar iyiliğe de neden olabilir. Bu sonuç, AKP için silkinip kendine gelmesine sebep olabilir. Bu açıdan sonuç iyi olabilir.
- Söyleşiyi sonlandırmadan önce size sormak istediğimiz birlikte yaşamanın koşullarına ilişkin: AKP iktidarın özellikle son döneminde içki içenlere yönelik söylemlerin yanı sıra hamilelik testinin aileye bildirimi kararı, “şiddetle cezalandırılmalı” dediğiniz kürtaj ve “kızlı erkekli evler” tartışmasında Erdoğan’dan farklı düşünmediğinizi biliyoruz. Laiklik adına, cumhuriyetin farklı dönemlerinde yapılanları unutmadan soracağız, kimin hayatını kime dayattığı ayrıştırılabilir mi? Sizce AKP birlikte yaşama konusunda dindar olmayanlara nasıl bir güvence verdi?
Cumhuriyet döneminde halkın ne düşündüğüne, inançlarına hiç bakılmazken AKP döneminde laiklere yapılan bir dayatma gösterin bana. Dileyen dilediği gibi yaşamıyor mu? AKP döneminde domuz eti kasaplık et statüsüne alındı, içki tüketimi arttı, genelev sayısı arttı. İslam’ın tasvip etmediği faiz hâlâ var. Laik yaşantı yaşayanlara bu dönemde hangi İslami ilke fiilen veya yasal olarak dayatıldı? Aksine Müslümanlara dayatma oldu, dejenere bir hayat armağan edildi!
- Evde kiminle oturduğunuzun bir başbakan tarafından sorgulanması sizce bir dayatma örneği değil mi?
Başbakan üç çocuk meselesini gündeme getirince de eleştirildi. Peki neden gündeme getirdi? Nüfus artışına dair negatif veriler nedeniyle. Toplumsal olarak yaşlanıyoruz yani. Kızlı erkekli mevzuunda da benzer bir düşünce var. Nikâhsız yaşama toplumsal bozulmayı hızlandıracakken, bence bir başbakanın bunu gündeme getirmesi son derece isabetli.
- Bu görüşün Müslümanların hayatına müdahale edenlerden farkı ne?
Siz kızlı erkekli, nikâhsız birlikte yaşasınlar mı diyorsunuz?
- Sizi ilgilendirir mi, diyorum.
Bir kitleyi böyle nikâhsız ve toplumun genel ahlâkına uymayan bir yaşantıya yönlendirmek sağlıklı nesiller açısından doğru değil. Aile ortamı olması lazım. Bu konuda Erdoğan’ı destekliyorum.
- Çünkü hemfikirsiniz. Hemfikir olmayanlara ne sunduğunuzu merak ediyoruz. Köse’nin gözünde “inançsızlar yapınca yanlış, inançlılar yapınca doğru”ysa sizin gibi düşünmeyenler, birlikte yaşama konusunda size neden güvensin?
Bu kişiler toplumsal ölçekte ne kadarlık bir kesime tekabül ediyor? Bunlar tamamen marjinal. Onlar esas alınarak bir toplumsal düzen oluşturulamaz. Mesela homoseksüellerle ilgili bir düzenleme yapabilirsiniz, ancak onların yaşantı tarzını kitlelere yansıtacak, genel gözlenebilir ve normal karşılanabilir bir tarza getirecek bir değişimi esas alarak toplumsal yapıyı biçimlendiremezsiniz. Toplumun kimlik ve kişilik değerlerine, toplumu toplum yapan esaslara aykırı durumları kontrol altında tutmak devletin en önemli vazifelerindendir. Başka bir açıdan baktığımızda, AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk’ün söylediği “günah işleme özgürlüğü” temelinde doğru, böyle bir şey var, ahirette günahını işleyen cezasını da çeker, ama insanın, günahıyla etrafını, toplumsal yapıyı bozma hakkı olamaz.
- Devletin görevi toplumun bütün değerlerini korumak olabilir mi? Araştırmalara göre, “toplumsal değerler”imiz arasında “Ermeni komşu, Alevi damat istememek” de var. Burada devletin görevi bu “değeri” korumak mı, yoksa nefret duygusuna karşı önlemler almak mı olmalı?
Devletin asıl görevi de zaten toplumun bütün değerlerini korumak, toplumun ortak ihtiyaçlarını karşılamaktır. Benim kanaatimce, asıl olan devlet organizasyonu değil, toplumdur. Toplum bilinci ve birlikteliği varsa, o toplum devlet olmadan da hayatiyetini sürdürebilir. İşte Yahudi toplumu; bin yıl devletsiz kaldılar ama atlattıkları badirelere rağmen varlıklarını sürdürdüler. Yani toplum, varlığını sürdürmek için devlete muhtaç değil. Ancak, toplum olmadan devlet olmuyor. Devletin baş kurucu unsuru toplum ve devlet, kendini kuran topluma hizmet etmekle, o toplumu toplum yapan değerlerin korunmasıyla mükellef. Bu yüzden, devletin, toplumun inanç, kimlik ve kişilik değerlerine uygun olarak yapılandırılması lazım. Böyle olunca, elbette devletin en önemli görevi, toplumu toplum yapan, başka toplumlara göre ayırt edici özelliklerini ve değerlerini korumak olmalı. Bizim toplumumuzun ana karakterini İslamilik belirler. Örftür, gelenektir, kültürdür, bunlar da İslamilikle biçimlenmiştir. Bu biçim içinde, toplumun ahlaki değerlerine uygun olmayan bir yaşam biçimi geliştirilmeye çalışılıyorsa, ben bunu, toplumu bozma projesi olarak görürüm. O dediğiniz Ermeni komşu, Alevi damat istememek, toplumsal değer değil, toplum içindeki bazı kesimlerin tercihleri olabilir ve bunun konumuzla hiçbir alakası yoktur.
- Pew adlı bir şirketin yaptığı, ne kadar doğru olduğu sorgulanabilir bir araştırmaya göre şeriat isteyenler de Türkiye’de yüzde 12 civarında. Bu durumda siz de marjinal değil misiniz?
Şu anda öyle denebilir. Ama şeriat potansiyelinde olanlar toplumun çok büyük bir kısmı. O insanlar şeriatın ne olduğunu bilseler isteyecekler. Bu marjinal kısmın nasıl bir potansiyeli var? Bizim toplumda kaç anne-baba, kızlarının başka erkeklerle aynı evde kalmasına onay verir?
- Var olanı bile değil, potansiyeli yarıştırıyorsunuz.
Kesinlikle kesimleri yarıştırmıyorum. Toplumsal onay bu değil. Ben başörtülü olduğu halde tesettür şartlarına uymayanı eleştirirken, nikâhsız birlikte yaşamayı onaylayamam.
- Onaylamıyorsunuz, ama karışır mısınız?
Karışırım tabii. Toplumsal yapının böyle bir çirkefliğe evrimleşmesini asla istemem. İtiraz edenlere de şunu sorarım: Siz, kendi kızınızın böyle, kız-erkek karışık yaşanan bir ev ortamında yaşamasını ister misiniz?
- Yanıtlarınız üzerine “İslamcılarla birlikte yaşamak adına güvenecek bir dayanak bulamıyorum” diyen birine ne dersiniz?
Öyle düşünüyorsa, doğrudur derim. Yani ahlaki yozlaşmaya izin verir gibi bir güvence vermek zaten İslam'a da, İslamcılara uygun değildir. Ben yetkili olsam toplumda bu tür bir yaşam tarzına müsaade etmem. Ama sizi şaşırtacak bir şey söyleyeyim; şeriat isteyen biri olarak, bugün şeriatın bu toplumda uygulanmasını istemem. Çünkü toplum neyle muhatap olduğunu bilmiyor. Şeriatı tanımıyor. Önce topluma şeriatı anlatmak, tanıtmak lazım. Ve toplumu değiştirmeden, üzerinde uygulayacağınız sistemin adı baskı olur.
- Son soru: Bir zamanlar Erdoğan’ın da farklı şekilde dile getirdiği şu görüşe katılıyor musunuz; demokrasi, demokrasiyi yok edecek şeriat düzeni için bir araç mıdır?
Evet, sonuna kadar katılıyorum. Ben, şeriatçı biri olarak zaten demokrasi denen şeyi kabullenmiş değilim. Hatta demokrasiyi, tarihin gelmiş geçmiş en şedit diktatörlüğü olarak görüyorum. İnsanlar kendi kendilerini yönettiklerini sanıyorlar, ama hayır, öyle değil. Yani demokrasi, insanların algılarının istismarı ve kandırılması üzerine bina edilmiş olmasıdır. Halk hiçbir zaman kendini yönetecekleri seçiyor değil. Mesela, kimlerin milletvekili olacağına halk mı karar veriyor? Siyasi parti liderleri bazı isimler belirliyor, halk partilere oy veriyor ve seçilmiş isimlerden, listenin başından itibaren şu kadar sayıda kişi Meclis'e gidiyor. Peki, halk, “Bu isimlerin hiçbirini beğenmiyorum, ben falan kişiyi seçeceğim” diyebiliyor mu? Diyemiyor. Demokrasinin halka verdiği tek şey, seçilmiş adaylar arasından tercihte bulunmak. Yani kendi kendini avutmak.
Demokrasi beşiğine yatırılan halk uyurken, esas sistemin ipini elinde tutanlar kendi işlerine bakıyorlar. Bir diğer husus şu ve ben buna çok önem veriyorum: Eğer halk, gerçekten kendini kimin yöneteceğini seçebilirse, bunun belki bir anlamı olabilir. Ancak bunun yanında, aynı halk bir de hangi rejimi veya sisteme göre yönetileceğini de seçebilmeli. Halkın, dilediği takdirde rejimi değiştirme yetkisi de olmalı. Bugün demokrasilerin hangisinde bu var? Anayasal ve yasal bir rejim çerçeve ediliyor ve bütün politik faaliyetler o rejim çerçevesinde dönüp duruyor. Halk da demokrasi var deyip 4 yılda bir sandığa girmekle kendi kendini yönettiğini zannediyor. Bu bahsi çok uzatmayayım. Size demokrasi konusunda en çarpıcı açıklamayı, tarihin gördüğü en kanlı diktatörlerden Stalin'in bir sözünü vererek yapayım. Stalin diyor ki: "İnsanların seçimlerin yapılmış olduğunu bilmesi yeterlidir. Oy verenler hiçbir şeye karar vermezler." Eğer Erdoğan başta söylediği bu tutumunu sürdürüyorsa, sonuna kadar destekçisiyim. Demokrasinin değiştirilmesi ve insanların, uykudan kaldırılması, rüyadan gerçeğe uyandırılması lazım.
© Tüm hakları saklıdır.