Akşam gazetesi yazarı Etyen Mahçupyan, “Belki Kürtler başta, birçokları hükümetin otoriterliğini makul buluyor” dediği yazısının ardından, reform meselesini “sağ” ve “sol” siyaset üzerinden değerlendirdi. Mahçupyan yazısında, “Dindarlar samimi olarak reform istiyorlar, çünkü kendileri de değişiyor ve hem siyasi, hem kültürel olarak daha geniş bir özgürlük ve eşitliği arzuluyorlar. Kürt meselesinin çözümü, AB üyeliği, yargının yeniden yapılandırılması gibi alanlarda yaşanacak kalıcı reformların hepsi bu ‘yeni’ dindarların lehine gelişmeler olacak. Bunun için demokrat olmaları gerekmiyor. Nasıl statükocu olmak için otoriter zihniyet şart değilse, reformculuk için de demokratlık şart değil” dedi.
Etyen Mahçupyan’ın Akşam’da “İkilemler 2: Sağcılık ve reformculuk” başlığıyla yayımlanan (23 Ekim 2014) yazısı şöyle:
İkilemler 2: Sağcılık ve reformculuk
Reform meselesi uzun yıllar boyunca solcular için bir mihenk taşı işlevi gördü. Sol değişimci ve ilerlemeci olduğuna göre reformların da solcular tarafından gerçekleştirileceğine inanıldı. Buna karşılık sağcıların da statükocu olmalarından daha doğal bir şey yoktu, çünkü sağ var olan rejimin ve sistemin muhafazasını istemek durumundaydı. Kültürel bağlama oturtulduğunda solun laiklikle ve bilimsellikle bağlantılı olduğu düşünülüyordu. Sağ ise milliyetçilik ve dindarlıkla iç içeydi. Zihniyet bağlamına yerleştirildiğinde ise sol bu kez demokratlıkla bağdaşmakta, sağın hanesine ise otoriterlik ve ataerkillik düşmekteydi.
Böylece ortaya apaçık iki farklı dünya çıkmaktaydı. Laiklik, bilimsellik ve demokratlığı içselleştirmiş, bu anlam dünyasının taşıyıcısı haline gelmiş olan solun, reformları hayata geçirecek ideoloji olması aklın gereğiydi. Dindarlık ve milliyetçilik ‘geriliğine’ saplanıp kalmış, otoriterlik ve ataerkillikten kendisini kurtarma niyeti bile göstermeyen sağın ise ancak reform ‘engelleyicisi’ olması beklenebilirdi. Siyaset bu iki kutup arasında yaşanacak ve solun mücadelesinin kazancı olan reformlarla daha fazla özgürlüğe ve eşitliğe doğru ilerlenecekti…
Türkiye örneği aslında bu modelle ilgili soru işaretlerinin taşınmasına çok müsaitti. Kemalist dönemin reformlarının baskıcı bir rejim altında yaşanmasının ardından, halkın özgürlük arayan tepkisinin sağ siyasetler üzerinden yaşanması uyarıcı olmalıydı. Ama zihinsel şablonun sorgulanmasının yaratacağı rahatsızlıklar daha ağır bastı. Halkın tepkisinin ‘gerici’ olduğu düşünüldü ve ‘sağlam’ da bir kanıt öne sürüldü: Halk hala dindardı. Reform değil, ancak karşı-reform yapabilirdi. Böylece kimsenin demokrat olmadığı bir dünyada, demokratlık giderek bir siyasi davranış tarzı olmaktan çıkıp, sol romantizmin kimliksel öğesi haline gelerek denklem dışı kaldı. Reformculuğu belirleyen asıl unsur solun kültürel kimliğiydi ve bu da laiklik/dindarlık gerilimi içinden tanımlanıyordu.
AKP dönemi bu bakış açısından dengeleri bozan bir psikolojik şok yarattı. Bu şokun henüz ideoloji alanına izdüşümü yeni oluyor ama pek de anlamlı bir yaratıcılıkla sonuçlanabilir gözükmüyor. Soru hem ataerkil hem de dindar olan bir siyasi hareketin nasıl olup da reformcu olabildiğidir. Kürt meselesini Kürtlerle konuşarak, özgürlük alanını ve katılımcılığı artırarak çözme iradesi göstermek, AB üyeliği belirsiz olsa da ara vermeden AB uyum düzenlemelerine devam etmek AKP’den beklenecek bir davranış olamazdı. Dolayısıyla bu durumun açıklaması olarak, AKP’nin ‘mecburen’ bu adımları attığı, ‘aslında’ ne çözümü ne de AB üyeliğini istediği önermesi yapıldı.
Ne var ki on iki seneden sonra, tahakküm gücünün en üst seviyede olduğu söylenirken, artık ‘devlet’ olduğu iddia edilirken, bu parti reformları derinleştirerek Türkiye’yi daha da değiştirmek niyetiyle ortalığa çıkıyor. Dahası saha çalışmaları bu partinin seçmeninin ana muhalefetin seçmenine oranla reform konusunda daha istekli olduğunu gösteriyor. Solcular nezdinde bunun sıkıntılı bir ikilemin habercisi olduğu açık: Acaba nasıl oluyor da dindarlar daha reform yanlısı iken, laik kesim statükocu olabiliyor? Sol ile laikliğin birlikteliğini veri alarak bunun solcuların statükocu olduğunu ima etmesini nasıl yorumlayabiliriz?
Türkiye solu bu psikolojik girdabı aşabilmiş değil. O nedenle henüz bir ideolojik ‘aydınlanma’ da yaşamamış durumda. Diğer bir deyişle söz konusu ikileme bir cevapları yok ve dolayısıyla da tek umutları AKP’nin ‘gerçekten de’ statükocu olduğunun ortaya çıkması veya çıkarılması. Olumsuzluğu hedefleyen bu uğraşın siyasi enerjiyi de iğdiş etmesiyle birlikte, pratikte onlar için artık siyaset AKP’nin ne pahasına olursa olsun düşürülmesinden ibaret.
Oysa ortada bir ikilem yok. Sol ve sağ kelimelerinin sığlığından kurtularak, meseleye gerçek insanların gerçek talepleri üzerinden bakmak yeterli. Dindarlar samimi olarak reform istiyorlar, çünkü kendileri de değişiyor ve hem siyasi, hem kültürel olarak daha geniş bir özgürlük ve eşitliği arzuluyorlar. Kürt meselesinin çözümü, AB üyeliği, yargının yeniden yapılandırılması gibi alanlarda yaşanacak kalıcı reformların hepsi bu ‘yeni’ dindarların lehine gelişmeler olacak. Bunun için demokrat olmaları gerekmiyor. Nasıl statükocu olmak için otoriter zihniyet şart değilse, reformculuk için de demokratlık şart değil. Neyse ki hayat şablonlara sığmayacak kadar renkli, çoğulcu, değişken ve tam da bu nedenle ‘devrimci’. Mesele herhangi bir tarihsel momentte kimin ‘devrimci’ olduğunu atlamamakta…