14 Eylül 2014 15:26
Habertürk gazetesi yazarı Elif Şafak, gazetenin Pazar ekinde nasıl vejetaryen olmayı bıraktığını yazdı.
Elif Şafak'ın HT Pazar'da yayınlanan "14 sene sonra et yemeye nasıl başladım?" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
Eski dostlarım otoburları terk ediyorum. Damak tadım değişirken yeni ve köklü bir kültür keşfediyorum: Etoburların renkli dünyası! Bir yandan da merak ediyorum. Et yemeye başlayınca acaba bende neler değişecek? Öyle ya, Alman atasözündeki gibi, “İnsan ne yiyorsa odur”. Tükettiğimiz besinler hem ruh halimizi etkiliyor, hem kişiliğimizi. Ben de işte merak ediyorum bütün bu köfteler kalemimi, yazımı nasıl etkileyecek?
2050’ye gelindiğinde dünya üzerinde et tüketiminin yüzde 160 kat artmış olması bekleniyor. Bu kadar fazla et yemenin, hem ekonomiye, hem çevreye, hem tarıma ciddi zararları var
Bu sene hayatıma bir yabancı girdi: Kırmızı et. Üniversite yıllarında et yemeyi tamamen bırakmıştım. Bir kez bile pişman olmadım, aramadım. Bazen sofralarda insanlar dayanamaz sorardı: “Hiç mi merak etmiyorsun bu yemeğin tadını? Hiç mi canın çekmiyor?” Diyemiyordum ki değil eti istemek ya da özlemek, kokusuna bile tahammül edemiyorum. Oysa şimdilerde aynı ben, eski dostlarım otoburları sessizce terk ediyorum. Damak tadım değişirken yeni ve köklü bir kültür keşfediyorum: Etoburların renkli dünyası! Bir yandan da merak ediyorum. Et yemeye başlayınca acaba bende neler değişecek? Öyle ya, Alman atasözündeki gibi, “İnsan ne yiyorsa odur”. Tükettiğimiz besinler hem ruh halimizi etkiliyor, hem kişiliğimizi. Ben de işte merak ediyorum bütün bu köfteler kalemimi, yazımı nasıl etkileyecek? Yaşadığım ikilem sadece bana has değil. Tüm dünyada giderek daha çok sayıda insan otoburluk - etoburluk ikilemini sorguluyor. Tartışma göründüğünden daha derin ve aslında daha politik. Zira sonuçları hepimizin geleceğini ilgilendiriyor. Öyleyse gelin, biraz daha yakından bakalım et gerçeğine.
Son 50 sene içinde yeryüzünde et tüketimi dört katına fırladı. 1960 başlarında yılda 70 milyon ton et yenirken, şimdilerde bu rakam 311 milyon tona ulaştı. Bilhassa Asya ülkelerinde orta sınıfın hızla genişliyor olması, talep artışındaki en önemli sebeplerden biri olarak gösteriliyor. Bir yılda 65 milyar hayvan yetiştirip yiyoruz. Bu da kişi başına en az 9 hayvan demek.
Ancak bu sürdürülebilir bir gidiş değil. 2050’ye gelindiğinde dünya üzerinde et tüketiminin yüzde 160 kat artmış olması bekleniyor. Bu kadar fazla et yemenin, hem ekonomiye, hem çevreye, hem tarıma ciddi zararları var. Fatura hızla kabarıyor. Etin üretilme ve tüketilme biçimindeki dengesizlik, yeryüzündeki açlık ve eşitsizliğin sürmesindeki temel etkenlerden biri haline geldi.
Mevcut modelin yanlışlığı artık her yerde dile getiriliyor. Bu sene ilk defa Uluslararası Et Atlası yayınlandı. Almanya’da Heinrich Böll Vakfı’nın hazırladığı rapor, et ve süt ürünlerini elde etme yöntemlerimizdeki vahim hatalara dikkat çekiyor. Sadece Avrupa kıtasında endüstriyel tarımın verdiği zarar senede 320 milyar Euro olarak hesaplanıyor. Raporun en çarpıcı sorusu şu: “Tabağımdaki bir bifteğin bana gerçek maliyeti nedir?”
Dünya kamuoyu ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta “Soframdaki et beni ilgilendirir, size ne” diyen vurdumduymaz çoğunluk; öbür tarafta “Hepimizin ortak iyiliği için mevcut et üretim/tüketim modelleri acilen değişmeli, yoksa felakete sürükleniyoruz” diyen kaygılı azınlık.
Çocukluğuma dair hatırladığım en canlı ve en tuhaf anılardan biri beş-altı yaşlarıma ait. Misafirliğe gitmişiz. Harikulade bir sofra kurulmuş. Ev sahipleri bizim için keçi kesmiş. Masanın ortasında bir tepside tepeleme pilav ve löp löp etler göz dolduruyor. Enfes bir koku kaplamış ortalığı. Herkes iştahla tabaklarını uzatıyor. Kenardan izliyorum. Sıra benim tabağımı doldurmaya gelince, nedendir bilmem, bir soru çıkıyor ağzımdan: “İsmi ne?”
Konuşmalar kesiliyor. Ev sahibi merakla bana bakıyor. “Ne dedin?”
“Keçinin... bir adı var mıydı” diyorum. Bir gülüşme kopuyor. Ya benimle dalga geçmek için ya da gerçek böyle olduğundan, “Evet” diyorlar. “Kınalı.” Çünkü kınalıymış kafası...
Bu cevap ağırıma gidiyor. Boğazımda bir düğüm. Anlatamıyorum ki eğer ismi olmasaydı, yiyecektim. Fakat şimdi Kınalı’nın da bir can taşıdığını görmezlik edemiyorum. Ne demeye isim vermişler öldürecekleri bir hayvana? Madem isim vermişler, ne demeye öldürmüşler?
Masanın kenarında bir somun ekmek duruyor. Gizlice alıyor, ortadan ayırıp içini boşaltıyorum. Başlıyorum tabağımdaki etleri buraya aktarmaya. Arada göz ucuyla büyükleri kontrol ediyorum. Aman görmesinler. Ne yazık ki birisi fark ediyor. “Ne yapıyorsun öyle?” diye bağırıyor. Masada fısıldaşmalar: “İlahi çocuk, keçiyi ekmeğe doldurmuş!”
Küresel et tüketimi söz konusu olduğunda aslan payı keçi değil, sığır etinde. Dünya üzerindeki tarım arazilerinin yüzde 60’ı sığır eti üretiminde kullanılıyor. Tek bir hamburger elde edebilmek için 3.5 metrekareden geniş toprak gerekiyor. Oysa aynı etten edindiğimiz kalori miktarına bakarsak, toplam beslenmemiz içinde yüzde 2’den az yer tuttuğunu görüyoruz. Yani inek etinin insanlığa kattığı ile insanlıktan aldığı arasında giderek açılan bir uçurum var. Büyükbaş hayvanlar, çevreye zarar verdiği aşikâr olan metan gazını atmosfere salgılamakta da maalesef gene başı çekiyor.
Bir senede bin bir zahmetle yetiştirilen buğday, yulaf, mısır ve çavdarın yüzde 40’ından fazlası hayvan yemi olarak kullanılıyor. Bu hektarlarca ekili alana tekabül ediyor (14 milyar ekili alanın üçte biri). Vücudumuzun ihtiyacı olan proteini hayvanlardan edindiğimiz zaman kullandığımız toprak alanı, bitkilerden edindiğimiz zaman kullandığımız alandan tam 10 kat daha fazla. Mesele sadece tarım arazilerinin kaybıyla sınırlı değil. İneklerin gereksinim duyduğu su, diğer hayvanlara oranla katbekat fazla. Bir kilo et elde edebilmek için 15 bin 414 litre su harcamak gerekiyor. Bir kilo sebze yetiştirebilmek için ise sadece 322 litre! Bir kilo sığır eti için harcanan suyla 118 kilo havuç üretmek mümkün. Kısacası, o pek sevilen pirzolalar, biftekler uğruna çok daha fazla su ve toprak harcanıyor; çevre acımasızca yok ediliyor.
Lise son sınıftayım. Herkesin birilerine gizlice ve umutsuzca âşık olduğu günler. Bir yaş günü partisindeyiz. Ankara’da, Yukarı Ayrancı semtinde on-on beş genç toplanmışız. Havada bir heyecan, bir acemilik. Yarı çocuk, yarı yetişkin, kristal bir eşikteyiz.
Fonda Joan Baez çalıyor. Benim utangaçlığım tutmuş; kenara çekilmiş, kendime kapanmışım. Sınıftaki popüler kızlar ve popüler oğlanlar birer birer dansa kalkarken ben görünmez olmak istiyorum. Derken çalan şarkının sözlerine takılıyor zihnim. Donna, Donna, Donna... İlk defa duyuyorum. Önce Donna isimli bir kadına ithaf edildiğini zannediyorum. Dikkat edince anlıyorum ki Donna bir kadın değil, bir inek; daha doğrusu yaşlı gözlü bir dana! Pazar yerinde satılmak üzere arabaya konmuş, oradan da herhalde mezbahaya yollanacak. Joan Baez içli sesiyle haykırıyor. İneklerin kesilmeye mahkûm, kuşların ise özgür olduğunu söylüyor. Kuş yerine inek olduğu için sitem ediyor Donna’ya.
Tam o esnada bir oğlan yaklaşıyor yanıma. Kulaklarına kadar kıpkırmızı kesilmiş. Belli ki cesaretini zor toplamış. Sesi cılız çıkıyor: “Benimle dans ede...?” Ama o daha cümlesini tamamlayamadan elimle susturuyorum. “Bak şarkıyı dinle” diyorum. “İnekten bahsediyor. Duyuyor musun?”
Başımı tekrar kaldırıp baktığımda görüyorum ki oğlan çoktan tüymüş. Bütün gün benden uzak duruyor. Bir daha benimle konuşmuyor
Edebiyat tarihinde ete en fazla kafayı takmış yazar, şüphesiz Tolstoy’du. Aslında ona göre mesele “et yemek ya da yememek” değildi. Esas mesele insanın kendisini, tüm canlıları eşit biçimde kapsayacak bir sevgi ve merhamet çemberinden mahrum bırakmasıydı. Yani Tolstoy et yiyenlerin manevi bir kayıp içinde olduklarına inanıyordu.
Yazılarından birinde ünlü romancı bir mezbahayı ziyaret edişini anlatır. Yanında bir arkadaşını götürmek ister. Ama normal şartlarda hayvanları avlamaktan ve oturup yemekten haz alan bu kişi, mezbahaya gitmeyi kesinkes reddeder. Bu durumla dalga geçer Tolstoy. Bilhassa çıtkırıldım kadınlarla alay eder. Onlar hem “Sağlığım için et yemeliyim, bünyem zayıf” derler. Hem “O kadar hassastırlar ki hayvanların acı çektiğini görmeye dayanamazlar”. Hem de sofrada kızarmış etleri afiyetle götürürler. Tolstoy bu tip hatunların nezaketlerini hem yapay hem tutarsız bulur. Kaba saba bir adamın işlenmemiş samimiyetini onlarınkine tercih eder.
Vejetaryenlerin ayrı bir cenneti varsa şayet, Tolstoy’a arkadaşlık edecek çok sayıda yazar, şair, bilim insanı ve filozof olmalı orada. Plato, Plutarch, Voltaire, Milton, Isaac Newton, Shelley, Adam Smith, Thomas Edison, Benjamin Franklin, Buda, Nikola Tesla, Leonardo da Vinci, Bernard Shaw, Albert Einstein, Gandhi... “Hayvanlar benim dostlarım. Ve ben dostlarımı yemem” diyen Bernard Shaw. Vejetaryen beslenme biçiminin insanın sağlığına da, kişiliğine de daha faydalı olduğuna inanan Albert Einstein. Et yiyenlerin bedenlerini “mezarlık” gibi kullandıklarını iddia eden Leonardo da Vinci. “Nasıl insan haklarını savunuyorsam hayvan haklarını da savunuyorum” diyen Abraham Lincoln. “Kendi sağlığım için değil, tavukların sağlığı için et yemeyi bıraktım” diyen Singer. Et yememenin insanı daha şefkatli ve sevecen kılacağını öne süren Jean Jacques Rousseau. Liste uzadıkça uzuyor.
Senelerce hep onları okudum. Etoburlar arasında ne zaman kendimi yalnız hissetsem otobur sanatçıların metinlerine sığındım. Şimdilerde vejetaryen olmak daha kolay. Zira daha çok seçenek var. Ama 10 sene önce böyle değildi. Bir lokantaya gittiğinizde, “Ben et yemiyorum” demek “Ağzımla değil, burnumla yiyorum” demek kadar tuhaf karşılanıyordu. Özellikle imza günleri için gittiğim güzelim Anadolu şehirlerinde zorlanıyordum. Bursa’da, Diyarbakır’da, Van’da... Kimseyi kırmak istemiyor, yapılan ikramları geri çeviremiyor ama bir yandan da et yemeden sofradan kalkmanın yollarını arıyordum...
ODTÜ yıllarım. Zeki, yakışıklı ama nemrut bir felsefe öğrencisine abayı yakmışım. Sarhoş olunca sandalyenin üstüne çıkıp, Neruda’dan şiirler okurdu. Bilhassa bir şiire düşkündü: “Çık kardeş, benimle doğmaya gel!” Şiirin başlığı “Macchu-Picchu’nun Dorukları” olduğundan ben de gizlice ona Macchu-Picchu lakabını takmıştım. Bir gün Kızılay’da dolaşırken dönercilerin önünde durduk. Yemediğimi görünce sinirlendi. İlk defa bana karşı sesini yükseltti: “İnsanlar acı çekerken, işçiler sömürülürken, bunca haksızlık varken iki gram et yemişsin yememişsin ne önemi var?!”
Tam bir hafta konuşmadık. Yedi gün sonra nihayet barışmışız, gene Kızılay’da bir midye dolmacının önünde durduk. “Şimdi sen buna da üzülürsün” dedi Macchu Picchu. Ama Mardinli midye dolmacının gülümseyerek tablasından uzattığı midye dolmaları afiyetle yedim. Bir yandan düşündüm. İneklere gösterdiğim hassasiyeti midyelere neden göstermiyorum? Belki de ineklerin yüzleri ve isimleri olduğu için. Midyelerin de yüzü ve ismi olsa onları da yiyemezdim muhtemelen...
“Al işte, küçük burjuva tutarsızlığı” dedi Macchu Picchu. “Ya git midyelere de üzül, hatta maydanozlara, kabaklara da; ya da inekleri düşünmeyi bırak.”
O akşam rüyamda deniz kabukları topladım. Ellerim kanadı. Macchu Picchu ile bir daha görüşmedik. Neruda’ya rağmen aramızdaki fikir ayrılıkları o kadar engindi ki... İneklerin dolaştığı çayırlar ve midyelerin tutunduğu denizler kadar engin... O ilkbahar et yemeyi hepten terk ettim. “Bir aylığına” diye düşünüyordum ilk başlarda. “Belki bir seneliğine.” Nereden bilebilirim ki aldığım karar tam 13 buçuk sene sürecek. Bu zaman zarfında bir gram kırmızı et koymayacaktım ağzıma.
Friends of the Earth 74 ülkede çevreyi korumak için kurulmuş organizasyonları bünyesinde barındıran uluslararası bir ağ. Yöneticilerinden biri diyor ki: “Beslenme artık kişisel bir mesele olmaktan çıktı. Her yemek yediğimizde aslında politik bir karar veriyoruz.”
Virgin şirketinin patronu Richard Branson bu fikre katılanlardan. Küresel ısınmayı hızlandırdığı ve çevreye zarar verdiği için et yemeyi bıraktığını açıkladı. “En sevdiğim yiyeceklerden birinden vazgeçiyorum” diyerek. Tanınmış vejetaryenler listesi bir hayli kabarık: Paul McCarthy, John Lennon, Bill Clinton, Steve Jobs, Bob Dylan, Leonard Cohen ve tabii ki Joan Baez...
Vejetaryenler safında tek sevmediğim tek şey kibirdi. Biz vejetaryenler (bilhassa tüm süt ürünlerini reddeden veganlar) kibirli olabiliyoruz farkına bile varmadan. Daha doğru ve daha üstün bir şey yaptığımıza inancımız o kadar büyük ki... Tabii bir de azınlık olmanın gizli ayrıcalığı...
Derken bu sene ilk defa kırmızı et yemeye başladım. Her şey birdenbire oldu. Kanımdaki demir değerinin normal insanların altında çıkması belki sebep, belki de bahane oldu. (Demir et, balık ve kümes hayvanlarından geliyor. Ama esas inek ve kuzu etinden. Nitekim et tüketmeye başlayınca değerlerim de düzeldi.) Kim bilir belki de hazırdım et yemeye. Özlemiştim. Tek bildiğim, her şeyin beyinde başlayıp beyinde bittiği. Algım değişince, damak tadım da kendiliğinden değişiverdi.
Önce bir köftenin tadına baktım, ufacık bir lokma, korka korka. “Fena değilmiş!” Derken bir lokma daha. Şimdilerde yepyeni bir âlem keşfediyorum. Meğer İstanbul nasıl da etobur bir şehirmiş. Meğer ne çok mekân varmış. Ve mönülerde ne çok çeşit! Bilmediğim kelimeler öğreniyorum: Pençata, incik, kontrfile, kontrnuar... “Lokum” kelimesinin başka anlamları da varmış meğer. Tuhaf olan şu ki etin kokusuna bile dayanamazken artık köfteden acayip keyif alıyorum. Hatta Macchu Picchu duymasın, dönerden bile! Tolstoy’un hayaleti bulutların arasından endişeyle beni izliyor
Etobur-otobur tartışması sürerken bir üçüncü akım doğdu. Et yemeyi tamamen terk etmeden ama çevreye de zarar vermeden yaşamanın mümkün olduğuna inanan yeni bir yaklaşım. Onlar kendilerine “Bilinçli etoburlar” diyorlar. Hem aşırıya kaçan duyarsız etoburları, hem politik/felsefi/kibirli vejetaryenleri eleştiriyorlar. Alternatif çiftlikler kuruyorlar. İneklere verilen besinlerin niteliği değiştirilirse bu kadar metan gazı çıkarmayacaklarını söylüyorlar. “Günde 100 gramdan fazla et yemeyin” diyorlar. Bu bile müthiş bir dönüşüm olacak, zira şu anki ortalamanın yarısı ediyor
Et miktarını azaltmayı; çevreye daha fazla zarar veren sığır eti yerine başka etlere kaymayı; hayvanları bilinçli ve dengeli beslemeyi; özgürce dolaştırmayı; besin hayvanlarını hiçbir şekilde acı çekmeden öldürmeyi savunan bu ekol Amerika ve Avrupa’da çok sayıda yandaş topluyor. Etoburları kafadan eleştirmek yerine etoburluk kültürünü silbaştan dönüştürmeyi öneriyorlar.
Bense bu arada et lokantalarını keşfediyorum. Aşçılardan tarifler öğreniyor, bu yeni dünyada merakla dolaşıyorum. Arkadaş sofralarında etoburlar gururla gülümsüyorlar tabağıma bakıp. “Yaa, bunca zaman neler kaçırdın, şimdi anlıyor musun? Kulübümüze hoş geldin.”
Hoş geldim gelmesine de ruhumun derinlerinde bir ses inceden inceye isyan ediyor. Sofradaki keçinin ismini soran o içimdeki çocukla göz göze gelmemeye çalışıyorum. Ya ben onu ikna edeceğim et yemenin keyfine, hazzına, güzelliğine... Ya o beni ikna edecek bir kez daha eti bırakmaya...
© Tüm hakları saklıdır.