Dünya ticareti, epey bir zamandır ne uluslararası ticaret hukukunun düzenlemeler ve teamülleri bakımından olsun ne devletlerin egemenlik hakları açısından olsun ne de ülkelerin kendi mal ve para alışverişleri üzerinde kural koyma gücü ve hukuk yaratma kudreti cephesinden olsun doğru dürüst bir sınav verebiliyor. Gerçi belki hiçbir zaman kusursuz bir dönem olmadı. Ama görebildiğim kadarıyla bu alanda işin çivisi son 10-15 yıldır iyice çıkmış görünüyor. Ticaret ve ekonomi alanının uzmanı olmadığım için "serbest piyasa" ve "adil ticari rekabet" diye çıkılan yolda gelinen nokta üzerine kanaat ve hüküm belirtmemin tek başına bir kıymeti olmaz. En iyisi, bu gelinen noktayı gelişmiş Batılı bir ülkenin saygın bir uzmanına sormak! Ya da küresel rekabette öne çıkan ülkelerin resmi bir yetkilisine anlattırmak! Yahut ekonomi bakanlığı bile yapmış üst düzey bir devlet görevlisini konuşturmak.
Peki bu üç özelliği birden haiz olan birine, Fransa eski Ekonomi Bakanı Arnaud Montebourg’a ne dersiniz? Aslına bakarsanız konuya dair kendi birikim ve deneyimlerine de dayanarak değerlendirme yapmakta ondan daha iyisini zor buluruz. Zira Montebourg, 1997-2012 arasında Fransız parlamentosunda milletvekili olarak görev yapmış, 16 Mayıs 2012 ile 25 Ağustos 2014 tarihleri arasında da Başbakan Jean-Marc Ayralt hükümetinde bakanlık görevlerinde bulunmuş, hatta epey bir süre ülke ekonomisinin direksiyonu emanet edilmiş önemli bir isim. Fransa iç siyasetini biraz yakından takip edenler onun 2022 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerine alternatif bir sosyalist programla adaylığını koyduğunu, ancak seçime 3 ay kala adaylıktan çekildiğini de hatırlayacaklardır.
İşte o Montebourg, haziran ayı başlarında Fransa’nın YouTube üzerinden yayın yapan bağımsız medya organlarından Elucid’e son derece önemli olduğunu düşündüğüm bir söyleşi verdi. Onun o söyleşide söyledikleri, özellikle Amerikan imparatorluğunun dünya ticaretini hangi yöntemlerle yönlendirdiğini göstermesi bakımından çok önemli. Ancak burada doğrudan onun sözlerine yer vermek yerine önce hem söz konusu söyleşide bahsi geçen dev Fransız enerji ve taşımacılık firması Alstom’den hem de onun eski üst düzey yöneticilerinden Frederic Pierucci'den birkaç cümle ile bahsedip konuya dair biraz arka plan bilgisi vermem yerinde olacaktır.
Serbest rekabet değil "rehine diplomasisi"
Pierucci, ülkesinin "École Nationale Supérieure de Mécanique et d'Aérotechnique" ile "Institut Européen d'Administration des Affaires" gibi saygın üniversitelerinde okumuş, Amerikan Columbia Üniversitesi’nde de yüksek lisansını tamamlamış, 2000’li yıllarda ise Alstom’de satış ve pazarlama direktörlüğü yapmış biri isim. Alstom, çok önemli bir kurum. Zira Fransa’nın nükleer santrallerinde, savaş gemilerinde ve nükleer denizaltılarda kullanılan buhar türbinlerini üretiyor. Yani Fransa’nın hem savunma hem de enerjide bağımsızlığının güvencesi olmuş bir kurum. Fransızlar enerji, savunma ve ulaştırmadaki teknik üstünlüklerini Asya, Güney Amerika ve Afrika ülkelerine ihraç edebildiyseler, bunda Alstom sayesinde ulaştırma sektöründe petrole olan bağımlılıklarını azaltmalarının çok büyük payı var. Dünyanın her yerinden milyarlarca dolar aslında onun sayesinde Fransa’ya aktı. Ancak bu "altın yumurtlayan tavuğun" enerji birimi ilginç bir müzakere sürecinin sonunda 2014 yılı sonlarında, 12,4 milyar euro karşılığı General Electric’e satıldı. Fransa hükümeti de Ekonomi Bakanlığı görevini 26 Ağustos 2014’te Montebourg’dan devralan (ve 30 Ağustos 2016’ya kadar sürdüren, 14 Mayıs 2017’de Fransa Cumhurbaşkanı olan) Emmanuel Macron döneminde bu satışa onay verdi. Ve 2015 sonlarında da satış süreci tüm resmi onayları tamamlayarak nihayete erdi.
Dönelim tekrar Pierucci’ye. Onu, anlatacaklarımız açısından kritik önemde kılan, General Electric’in Fransız Alstom’ü satın almak üzere görüşmeler yürüttüğü dönemde bir anda "rehine diplomasisinin" nesnesi konumuna düşmesi.
Hikâye şöyle… Alstom Endonezya ile 2003 yılında 118 milyon dolar değerinde bir sözleşme imzalıyor. İş yürüyor. Derken o sözleşme kapsamındaki hususlar yıllar sonra, General Electric’in bu Fransız şirketini satın alma görüşmelerini yürütmesi sürecinde bir anda ABD Adalet Bakanlığı’nın dikkatini çekiveriyor. Bakanlık ABD hükümetine sınırötesi konulara dahil olmasına olanak tanıyan 1977 tarihli "Foreign Corrupt Practices Act" adını taşıyan bir yasaya dayanarak, 2010 yılında Fransa ile Endonezya arasında 7 yıl önce imzalanmış sözleşmeye yönelik bir soruşturma başlatıyor. Pierucci ise, 2013 yılı nisan ayında John F. Kennedy Uluslararası Havalimanı’nda FBI tarafından tutuklanarak cezaevine gönderiliyor. Sadece sözleşmenin altında imzası olduğunu, kendi taraflarında herhangi bir yolsuzluğun yaşanmadığını düşünen Pierucci, endişe edecek bir şey olmadığını düşünüp sürecin başlarında ABD Adalet Bakanlığı ile konuya ilişkin iş birliğine açık davranır. Zira iddianame gizlilik içerdiği için, soruşturmanın kendisi aleyhine delil toplamaya dönüştüğünden ilk başlarda haberi yoktur. (Tıpkı 2018 yılında ABD hükümetinin talebi üzerine Kanada Vancouver Havalimanı’nda tutuklanan ve Washington’un İran'a yönelik yaptırımlarından kaçınmaya destek olduğu yönündeki iddialarını reddeden Huawei Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Meng Wanzhou vakasında olduğu gibi.) Ancak bir süre sonra olayın genişleyip kendisi aleyhinde "elektronik dolandırıcılık" ve "para aklamak" suçlarına yönelik kanıtlar toplamaya vardığını fark edince tavır değiştirir ve iş birliği yapmayı reddeder.
"Amerikan Tuzağı"
Onun iki yıllık hapishane deneyimine de yer veren 2019 tarihli "American Trap" isimli kitabı, "Bir hayvana döndürülmüştüm. Turuncu bir tuluma sokulmuş, ellerim ve ayaklarım kelepçeye vurulmuş, göğsüme zincirler dolanmıştı. Kıskıvrak bağlanmış bir canavar, tuzağa düşürülmüş bir yaratıktım," şeklinde ifadelerle başlar.
Temelde Amerikalıların Fransız enerji sektörüne ne tür tuzaklar kurarak sektörü ele geçirdiğinin hikayesini anlatan kitap, aslında, ABD'nin dünyanın geri kalanına karşı yürüttüğü ve kendi hayatından iki yılı da çalan uzun ve sessiz bir ticaret savaşının nasıl yürütüldüğünü ortaya koyan ayrıntılarla dolu. Hatırlayanlar olabilir, T24 yazarlarından Füsun Sarp Nebil yaklaşık üç yıl önceki bir yazısında, bu kitaptan geniş bir çerçevede, son derece bilgilendirici bir şekilde bahsediyordu.
Pierucci, "American Trap"ta, 2008'den sonraki 10 yıllık sürede, ABD'nin dev Avrupalı firmaların şirazesini kaydırmayı nasıl başardığını, Amerikan Adalet Bakanlığı'nın, bu şirketlerin üst düzey yöneticilerini nasıl aşağılayan bir tutum içinde davrandığını, bazılarını nasıl hapse attığını, suçlamaları kabul etmeleri için üzerlerinde nasıl bir baskı kurarak milyarlarca dolarlık cezalar ödemek zorunda bırakıldıklarını anlatıyordu.
Şimdi artık gelelim, Fransa eski Ekonomi Bakanı Montebourg’un Elucid’de birkaç hafta önce "’Elitlerimizin’ İhaneti: Vassallaşmış Bir Fransa Hayatta Kalabilir mi?" başlığıyla yayınlanan ve arada Pierucci'ye de değindiği söyleşide söylediklerine. Bir bölümü İngilizceye Arnaud Bertrand tarafından çevrilen bu uzunca söyleşide, Elucid kurucusu Olivier Berruyer, Montebourg’a bir ara bakanlık yaptığı yıllardaki deneyimlerinden de hareketle, "ABD’nin Fransa ile ekonomik rekabetinde hangi yöntemleri devreye soktuğunu" soruyor. Montebourg’un cevabı "serbest rekabet" ve "piyasa ekonomisi" kavramlarına az da olsa kutsiyet atfedenler için biraz şaşırtıcı olabilir:
Ticarette askeri yöntemler
"Amerikalılar bu iş için askeri yöntemler kullanıyorlar. Her şeyden önce, 11 Eylül'den sonra inşa ettikleri tüm dinleme ve istihbarat sistemlerini devreye sokuyorlar. Teröristler değil onların [asıl] derdi...Yani tabii kesinlikle dinliyorlar teröristleri de ve bu çok iyi... Ama onlar asıl kendileriyle rekabet eden yabancı şirketleri dinliyorlar. Bakın çok basit: 2014'te biz [Edward] Snowden sayesinde, NSA’in [National Security Agency] elinde Fransa ve Fransız şirketleri hakkında 75 milyon tape ve e-posta olduğunu öğrendik. Bugün aslında biz kendi çıkarlarını değil Fransa’nın çıkarlarını gözettiği için ABD hapishanelerinde haksız yere iki yıl hapis yatmayı kabul eden Alstom yöneticisi Pierucci’ye Fransız Devlet Nişanı (Legion D’honor) takmalıyız. Bay Pierucci, 10 yıl önce gözaltına alınıp savcılar tarafından ifadesi alındığında, önüne 1 milyon e-posta dayadılar. Bu 1 milyon e-postaya Amerikalılar nasıl eriştiler? Yasadışı dinleme ve takip yaparak tabii. 1 milyon e-posta: bir avukatın sadece bunları okuması 3 yıl sürer. Pierucci bu yüzden kendini savunamadı. Yani [özetle] askeri araçlar kullanıyor Amerikalılar.
İkincisi, "sınır ötesi hukuk" dedikleri bir araçları var. Amerikalılar, kendilerini hiçbir şekilde ilgilendirmeyen konularda yetkili merci ilan edebilen emperyalist bir yasa biçimini kullanıyorlar. Fransız Alstom şirketi ile Endonezya arasında yapılmış sözleşme meselesinde olduğu gibi. Amerikalılar 10 yıl önce bu konuda ortada bir yolsuzluk olduğunu düşünerek Alstom'a dava açıyorlar. Eğer ortada bir mağduriyet varsa o mağdur Amerika Birleşik Devletleri değil. Meseleye zaten hiçbir Amerikan şirketi taraf da değil. Ama egemenlik haklarınızın altını oyarak kendilerini dünyanın polisi ilan edebiliyorlar. Dolayısıyla bu, başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmektir. Ama onlar bunu BÜTÜN alanlarda ve özellikle ekonomik alanda yapıyorlar.
İhracata izin verme yetkisi
Buna bir örnek [ABD’nin ulusal güvenliğini ve kendi dış politika hedeflerini korumak amacıyla savunma teknolojilerinin ihracatını kısıtlamaya ve kontrol etmeye dönük olarak çıkardığı düzenlemeleri içeren] ITAR (International Traffic in Arms Regulations - Uluslararası Silah Trafiği Düzenlemeleri) mevzuatı. ITAR ilginç: Amerika Birleşik Devletleri, bu düzenlemesi kapsamında 22 bin ürünü içeren bir liste oluşturdu. Dedi ki, ‘yabancı bir ülkenin bu listedeki bileşenleri ihracatına izin verip vermeme hakkı bendedir.’ Örnek: [Fransız savaş uçağı] Rafale’nin kanadında kullanmak üzere dışardan cila alıyorsunuz, diyelim. O cila ITAR listesinde yer alıyorsa, bir tek onun yüzünden sizin Rafale’yi kimlere ihraç edip etmeyeceğinize Amerikalılar kendileri karar veriyor. ‘Filanca ülkeye ihracat yapma hakkınız var, ama şu ülkeye değil, çünkü o Amerika Birleşik Devletleri'nin düşmanıdır’ deme hakkını kendilerinde görüyorlar. İyi de Amerika Birleşik Devletleri'nin düşmanı olması neden benim umurumda olsun ki? Müttefiklerimin düşmanları mutlaka benim düşmanım olmak zorunda değil ki! Ama işte bu ITAR nedeniyle Rafale'nin Mısır'a ihracatını pekâlâ yasakladılar. Peki niçin yapıyorlar böyle bir şeyi?
O halde acil hedefimiz ABD’nin ITAR ihracat kontrollerine tabi kıldığı bu 22 bin ürünü Fransa'da üretmek olmalı... Ya da onları Avrupa'da, yine ITAR mağduru olan müttefikimiz ülkelerde üretmeliyiz. Bu egemen bir ülke olmanın politik gereğidir.
Size ayrıca 2001 tarihinde yürürlüğe giren Amerikan Vatanseverlik Yasasından [USA PATRIOT- Uniting and Strengthening America by Providing Appropriate Tools Required to Intercept and Obstruct Terrorism] da bahsedebilirim. Nasıl işliyor bu yasa? Bir Fransız şirketi bir Amerikan şirketi tarafından satın alındığında, Amerikan hükümeti söz konusu Amerikan şirketinin kontrolü altındaki tüm şirketler hakkında her tür bilgi talep etme hakkına sahip oluyor. Herhangi bir gerekçe göstermeden ya da herhangi bir adli yetkiye dayanmadan o şirketlerin patentleri, teknolojileri, çalıştırdıkları insanlar vs. hakkında her türlü bilgiyi -yani illegal bir şekilde- sizden talep edebilme hakkını kendinde görüyor. Bu nedenle, benim o tarihlerde nükleer denizaltılarımızı ve elektrik santrallerimizi donatan vanaların –Fransa’nın Mennecy (Essonne) bölgesinde üretilen Segault vanalarının- devralınması olayına ‘bu işin Amerikalıların kontrolüne geçmesi söz konusu olamaz,’ diyerek müdahale etmemin nedeni budur. Bugün bu şirket neyse ki Kanadalılar tarafından kontrol ediliyor. Kanadalılar kendilerinde bu tür ‘sınırötesi’ haklar görmezler, bu bakımdan onlarla çalışmakta sorun olmaz. Ancak Amerikalılar farklıdır, çünkü agresiftirler. Bu yüzden, ben o zaman 'nükleer denizaltılarımızı donatan Segault'nun bilgilerimizi yabancı bir güce vermesi söz konusu olamaz,' dedim. Kanadalıların bunu yapmaya hakları olmadığı için, yaparlarsa suç kapsamına girer. Ama Amerikalılar bunu yasadışı görmez."
Gönüllü kölelik
Elucid isimli yayın kuruluşunca yayınlanan programın sunucusu bu sözlerinin ardından eski Ekonomi Bakanı Montebourg’a "peki bu kadar zarar gördüğümüz bu saldırılara neden hiç karşılık veremedik?" diye soruyor. Montebourg’un bu soruya da cevabı sarsıcı:
"Bir kere, her şeyden evvel, içselleştirdiğimiz hakiki bir zaafımız aslında bu bizim. Ayrıca karşılık vermenin bir maliyeti vardı. Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve Başbakan Dominique de Villepin, BM Güvenlik Konseyi'nin daimî üyesi olarak elimizin altındaki gücü Amerika Birleşik Devletleri'nin 2003 yılında Irak'a yönelik saldırısı karşısında kullanmaya karar verdiklerinde bu bize pahalıya patlamıştı mesela. Ama bence artık kendimiz olmayı öğrenmeliyiz. Étienne de La Boétie’nin, ‘Gönüllü Kölelik’ adıyla çok güzel bir kitabı var. Köleliğin bir alışkanlık ürettiğini söylüyor. Artık özgürlüğümüzü kaybettiğimizin farkında değiliz [bu alışkanlık yüzünden]. Onu yeniden bulmalı ve bu özgürlüğün gerektirdiği bedeli kabullenmeliyiz."