Geçen haftaki yazımı “firariler savaşı kahramanlardan daha çok düşündürür” gibi bir cümleyle bitirmiştim. Oradan devam edeyim. Evet, kahramanlardan daha çok düşündürür firariler savaşı ve insanlık durumunu. O yüzden birer insan olarak kaygıları, korkuları, varsa vicdani davaları veya argümanları, bilinsin, duyulsun istenilmez, göz önünde tutulmaz, derhal susturulur firariler.
ABD’nin Afganistan işgalinin başladığı 2001 yılında Amerikan donanması birliklerinden 1484 asker firar etmişti. Sadece 2001 yılında. Bir sonraki yıl bu rakam 1721’e çıkmıştı. 2003’te rakam yarıya inip 2004’te 744 olmuşsa da 2005’te yeniden 1173’e tırmanmıştı. Bunlardan herhangi birinin hikayesini duyduk mu, biliyor muyuz? Ukrayna cezaevlerindeki birkaç tugay askere eş sayıda firarinin ya da İsrail ordusundan firar eden 2000 küsur askerin hikayesini öğrenebilecek miyiz? Muhtemelen hayır. Varsa yoksa kahramanların (!) hikayeleri.
Cepheden firar edenleri yaşam ve ölüm, umut ve çaresizlik eksenlerinde ne zaman düşünsem aklıma Masaki Kobayashi’nin “The Human Condition” (İnsanlık Durumu) üçlemesinin ana karakteri olan Kaji gelir. Hayatım boyunca beni en çok etkileyen film olmuştur, İnsanlık Durumu. İlki (No Greater Love) ve ikincisi (Road To Eternity) 1959 yılında, üçüncüsü (A Soldier’s Prayer) ise 1961’de vizyona girmiş bir Japon sinema şaheseridir.
İnsanlık Durumu, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 14 yıl sonra çekilmiş. Yani benden yaşlı ve toplamda 9 küsur saatlik epey uzun bir “savaş filmi.” Ayrıntılarına pek hâkim olmadığımız Mançurya cephesinde geçiyor büyük ölçüde ve savaşan taraflardan çok insanı, değerleri, çelişkileri, vicdani muhasebeleriyle hayatta kalma mücadelesi eşliğinde odağına almasıyla çarpıyor.
Pasifist ve sosyalist bir dünya görüşüne sahip ana karakteri Kaji’nin aşka, insana ve aydınlık bir gelecek perspektifine yönelik ümitlerini karşı karşıya kaldığı tüm olumsuzluklara rağmen ve ne pahasına olursa olsun sürdürme mücadelesi üzerinden ilerliyor İnsanlık Durumu. Bir Japon yönetmen tarafından çekildiği halde, Japonya’nın II. Dünya Savaşı’ndaki saldırgan tutumunu yerlere vuran bir bakışla ele almasıyla da ayrıca takdire şayan.
Sanırım beni İnsanlık Durumu ölçüsünde sarsan çok az film olmuştur. Ancak, filmin ana kadın karakteri Michiko’nun Kaji’ye duyduğu aşk için çıktığı yolculuk ve göze aldıkları mı, yoksa Kaji’nin vicdani ilkeleri ve inançları uğruna aşkını ikinci plana atmak durumunda kalışı mı, yoksa yoksa Kobayashi’nin bu ve buna benzer çok sayıda gerilimi yüzeye taşıması mı beni daha çok etkilemişti, o genç yaşımda, şimdi tam hatırlamıyorum. Yine ona yakın yıllarda okuduğum, Andre Malraux’nun İnsanlık Durumu ve Paul Nizan’ın Fesat romanlarından da çok etkilendiğime göre, ikincisi olabilir. Yine de tam emin değilim, çünkü İnsanlık Durumu aynı zamanda bir aşk filmi ve pekâlâ ilki de geçerli olabilir.
Filmden bugün pek çok şeyi hatırlamıyorsam da üçlemenin ikinci filminin finalinde ahlaki değerlerine tamamen ters bir cürüm işlerken gördüğümüz Kaji’nin feryat ederek söylediklerini aradan geçen onca zamana rağmen unutmam mümkün değil: “Ben bir canavarım, ama böyle hayatta kalacağım!”
Emin değilim ama İnsanlık Durumu Türkiye’de gösterime girme şansı bulamadı sanıyorum. Bir festival kapsamında kendisine salon bulma imkânı da olmadı galiba. O yüzden sinema eleştirmenleri ve sıkı sinemaseverler tarafından da -tersi söz konusu ise şimdiden bağışlayın- kadrinin pek bilinmediği izlenimini edinmiştim.
Oysa üzerinde konuşabilmeyi çok isterdim. Hatta hakkında konuşmayı bu kadar çok isteyip izleyenine rastlamadığım belki de tek filmdir İnsanlık Durumu.
Üçlemeyi 1986 ya da 1987’de izlediğimi hatırlıyorum. O tarihlerde öğrenci olarak bulunduğum İngiltere’de Channel Four TV kanalında sanırım cuma ya da cumartesi akşamları geç saatte çok iyi yönetmenlerin çok iyi filmleri oynar, film bitiminde de sağlam sinema eleştirmeni hocalar sinema ve televizyon fakültesi öğrencileri ile birlikte gösterilen filmi ele alır, yönetmenin sinematografisi ve sinema dili bazen kare kare üzerinden geçilerek deşifre edilirdi. Program, bir film nasıl kritiğe tabi tutulur, öncelikle bunu hedefliyordu belki ama ben bir film nasıl izlenir, bu programdan öncelikle bunu öğrenmişimdir büyük ölçüde.
Filmi bir kez daha izleyebilmek için uzun yıllar İstanbul’daki “kasetçilerde” bir kopyasını beyhude yere aradığımı hatırlıyorum. 2004 yılının sonlarında Ankara Tunalı Hilmi Caddesi üzerindeki bir “kasetçi” dükkanında da denemiştim şansımı. Bilgisayardan listelerini kontrol edip “var” dediler ve birkaç gün içinde filmi benim (ya VCD ya da DVD olarak, hatırlamıyorum hangi formatı sunmuşlardı) için kaydetmiş olarak getirebileceklerini söylediler. Sözleştik ve heyecanla dükkândan ayrıldım.
Ne yazık ki, söz verdiğim cumartesi günü Arkadaş Yayınevi’nin Yenimahalle’deki ofisinde çalışmaktan başımı alıp dükkâna uğrayamamış, şehirden ayrılacağım pazar günü diski almak için Tunalı Hilmi’ye çıktığımda ise dükkânın kapalı olduğunu üzülerek görmüştüm. Korsan şekilde hazırlanmış disklerin -belki bana bir mesaj vermek üzere- vitrine konduğunu da tebessümle fark etmiştim. İstanbul’a geçince filmi telefonla istetebileceğimi düşündüysem de artan yoğunluk ve araya giren bir sürü şey nedeniyle bu arzuma ulaşmam mümkün olamadı. Kobayashi’nin tüm zamanların en iyi beş Japon filminden biri olarak gösterilen “Seppuku”sunu (1962) bulup izleyebildim yeniden ama İnsanlık Durumu için böyle bir fırsatım olmadı bir daha.
Umarım 2004’te ıskaladığım fırsat, filmi daha önce hiç izlememiş birine hoş bir sürpriz olarak dönmüştür.
Dönelim tekrar filme… Temelde militarist bir özü olduğunu hissettiren “Er Ryan’ı Kurtarmak” filmini “savaş karşıtı” bir film olarak değerlendirerek izlediyseniz “İnsanlık Durumu”nu nasıl nitelendirirdiniz hiçbir fikrim yok, ama bir yerlerde bir kopyasını bulabilirseniz, devasa uzunluğuna ve o dinmeyen kasvetine rağmen şahane bir aşk filmi olarak da izleyebileceğinizden eminim.
60-65 yıl önceki teknolojik imkanların kısıtlılığına, filmin siyah/beyaz çekilmişliğine rağmen görüntü kalitesi iyi bir kopya bulup seyredebilenin yalnızca bir aşk ya da savaş filmi izlemek ve keyifle sonunu getirmekle kalmayacağını, aynı zamanda bir tarihi belgesel seyretmiş gibi hissedeceğini de zannediyorum. Zira kurmaca da olsa bir tarihi tanıklık içinde yapıyor bunu İnsanlık Durumu ve bu çok kıymetli.
İçinden geçilen çağı “kaydeden” sadece tarihçiler ve siyasetçiler değil, aynı zamanda edebiyatçılar ve sanatçılar, hiç kuşkusuz. Onlar bazen tarihçilerin bakamadığı, göremediği perspektiften kavrayarak aktarabiliyorlar tarihsel olguları.
Ancak bizde savaş(lar)ın ardındaki hakikati aramaya ya da sorgulamaya ya da ona farklı bir açılım getirmeye edebiyatçı ve sanatçılar pek soyunmuyor. Özellikle sinemacılarımız geçmişte çok dramatik sonuçları olmuş savaşları ele aldığında amaç daha ziyade bir mitin teyidi oluyor ya da onu yüceltecek kahramanın varlığı, maalesef. Oysa ülke olarak son 100 yılımızın, hatta fazlasının bu perspektifle, insan odağıyla ele alınacak ne çok tarihi hadisesi, içinden geçtiği ne acılı savaşları ne zayiatı ne firarileri ne “insanlık durumları” var!
Özellikle de I. Dünya Savaşı’nı da içeren tarihsel dönem boyunca! Zira Osmanlı, I. Dünya Savaşı boyunca toplamda 2 milyon 873 bin kişiyi savaş için seferber etmiş bir devlet. Ancak askere alınıp birliklerinden firar edenlerin yanı sıra dönemin tabiriyle “davete âdem-i icabet edenler” ve izinli olarak birliğinden ayrıldığı halde bir daha geri dönmeyenlerin sayısının çok yüksek olduğunu biliyoruz. O dönemin firariler sorununa dair yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri olan “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Seferberliği” adlı esere imzasını atan Mehmet Beşikçi, firarilerin sayısını toplam asker mevcudunun yüzde 17’si olarak veriyordu. Savaşta kolordu komutanlığı yapmış İsmet İnönü ise hatıratında, firarilerin sadece 1918 yılındaki sayısını 300 bin olarak kayıt düşmekte ve “tarihimizde görülmemiş sayıda asker firarisi oluyordu,” demekteydi.
Her durumda büyük oranlar, büyük rakamlar bunlar. Ama bilimsel üç-beş makale dışında konuyla ilgilenenimiz, sinemasına, romanına yansıtan, savaşı istatistiklerden kurtararak odağına insanı koyan sanatçımız pek olmamış.
Pusulamız militarizme kolayca meyledince, düşünce dünyamıza da toptancı bir zihniyet egemen olunca, galiba aksini beklemek, görmek de pek mümkün olmuyor.