"Feshane'de ne oluyor?" sorusunu sormak, ister içeriden ister dışarıdan olsun, sanatlarla ilgilenenler açısından meşru bir sorudur. Neden saldırılar, hatta neden eserlere saldırı düzenlenmek isteniyor? Neyi anlayamıyorlar? İlk olarak şunu görmek lazım: Bu sergi İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) sergisi olarak adlandırılıyor; ama bakıldığında İBB'nin desteklediği, 19 ayrı küratörün ayrı ayrı yapıp da birleştirdiği (Art İstanbul Feshane: "Ortadan Başlamak" başlıklı) bir sergi söz konusudur. Üç yüz sanatçının katılımıyla dört yüzden fazla eserle gerçekleşmiştir. Bu kadar kalabalık bir sergide envai çeşit eser sergilenmektedir.
İktidar uzun zamandan beri "neden kültür ve sanatlarda hegemonya kuramadığını" sorgulamaktaydı. Neden sosyal ve siyasi alanda yüzde elliyi geçen bir oy potansiyeli içinde olanlar, sanatlar söz konusu olduğunda başarılı bir işlem yapmak imkânı bulamıyorlar? Neden bulunamadığı sorusunun cevabı ise sanatlara özgü bir anlayışın bazı çevrelerin doğasında var olmadığından dolayıdır. Sanatçılar en eski, arkaik dönemlerden beri hayata ait olan ve hayatın zorladığı noktalar üzerine düşüncelerini eser haline çevirmişlerdir.
Bir düşüncenin sanata çevrilmesi için, sanatçı yaratıcı olan bir kuvvete ihtiyaç duyar her zaman. Eski zanaatkârlardan ayrılan sanatçı kavramı Avrupa'da Rönesans düşüncesiyle ortaya çıkmıştır. Bu demektir ki artık sanat ve zanaat iki ayrı işlemi ortaya koymaya başlamıştır. El becerisi ve düşünce birbirlerinden ayrılmak üzere birleşme imkanlarını kırmışlardır; hatta sanat tarihinde zanaat ve sanat arasında bir daha barışma yapma imkanları ancak totaliter rejimlerde gerçekleşebilmiştir. Bu beraberlik yakın tarihte ancak "halk beğenisiyle" birleşmeye uğraşan Nazi Almanya'sında ve SSCB'de mümkün olmuştur. Sanat tarihçisi Clement Greenberg'in "Avant-garde ve Kitsch"(1939) adlı makalesinde, sanat eseri ve kitsch (kitle eğlence kültürü) arasında gördüğü ayrımı bu şekilde ifade etmiştir. Demokratik rejimler sanatı özgür bırakır ve sanatçı kendi dünyasının içinde, yaşadığı toplumsal verilerin dışına çıkmak üzere eser yapmaya girişebilir ve bu anlamda da yeniliğe açılmaktadır.
Yeniyi yaratmak sanatın amacıdır. Sanatın başka bir tarifini yapmak imkansızdır. İsterse eski usta sanatçılardan yararlansın, yine de düşüncesinde yenilik noktasını gerçekleştirmeye çabalar ve böyle davranmaya sanatçı kendisini mecbur hisseder. Yenilik yapmak ise sosyoloji olarak adlandırılan ve "sosyal olguların" sorunu değildir. Sanatçı sosyolojinin baskıcı ve bütünleştirici etkilerinden uzaklaşmayı zorunlu hisseder.
Sanat hiçbir zaman toplumsal ile barışık olamaz; sosyolojiden ve etkilerinden geçen sanatçı, Durkheim'ın "sosyal olgu" olarak adlandırdığı değerlerin dışına çıkar. Sosyoloji demek toplumla ve değerleriyle, kültürüyle entegrasyon demektir; sanat ise, tam tersine toplumsal değerlerin ve sosyal olguların dışında kendisine yeni bir zemin yaratmaya yönelir; bu anlamda da tam da istenilenin dışında yenilikler ortaya koymaya çalışır. Kültürden de bu anlamda ayrılır. Kültür ve sanat ayrı ayrıdırlar. Belki de kültürün anlayamadığı ve sanatı toplumsal değerlere yabancı ve bazen de anlaşılmaz kılan bu ayrımdır. Bu öyle bir ayrımdır ki, ikisi de (sanat ve kültür) kendilerinin başka işlemlerle çalıştıklarının farkındadır. Sosyolojiye ve değerlerine takılıp kalan muhafazakâr görüş ise yeniliğe ve sosyal alanın dışına çıkan fikirlere ve eserlere karşı durmayı hedefler.
Totaliter rejimler sanatı değil, beğeni yargısı olarak "halk zevkini" öne çıkarır ve dolayısıyla "değer olarak daha kitleye ait ve düşük bir değere" yer vermek ister. Muhafazakâr görüş, sanatı ve öncü hareketleri ve de sanatın toplumla olan çelişkisini halka anlatmak yerine, kolayına kaçarak sanat olarak adlandırılanı değiştirmeye uğraşıp, halk beğenisine yer vermek ister. Ama sanatlarda bu bakış işleyemez ve hakiki sanatçılar her zaman buradan kaçar giderler ve yaratıya doğru, her zaman, yol alırlar- ister yasak olsun ister değil-. Bunu yapmak sanatçının varoluşunun bir parçasıdır ve başka türlü zaten yapamaz, tıpkı şairlerin ve edebiyatçıların yaptıkları gibi, dünyanın her yerinde ve her tarihi zaman içinde. Filozoflar da, bu anlamda sanatçı değillerdir; ama sanatçı gibi düşünmeyi takip eder ve sanatçıların sözlerinden ve yaratılarından faydalanmayı tercih ederler.
O halde, birbirleriyle uyuşmayan iki düşünce ve eyleme tarzı karşı karşıya gelmiş olur. Ancak; demokratik toplumlarda düşünce ve yaratı özgürlüğü vardır. Bunu tartışmak ve karşılıklı fikir yürüterek ilerlemek mümkündür. Şiddet ise en son yoldur. Eserler evrensel değerlere sahip olduklarına göre ve çıkar dışı bir şekilde algılanmaları gerektiğinden dolayı (Kant'ın estetik yargı gücü) aslında evrenselin kategorisindedir. Evrensel ise iki ayrı çelişkiyi birleştiren bir bakıştır. Zevkler değişir; fikirler değişir, ahlaki değerler değişir ve her biri kendi içinde de değişime uğrayabilir. Evrensel ise bir sabit nokta olarak sanatların üzerinde Demoklesin kılıcı gibi karar ve hüküm verme mekanizmasını çalıştırır. Bu ise evrenselin hükmü olarak kabul edilmiştir tüm zamanlarda. Sanat; o halde içinde yaşadığı toplumsal alanın içindeki üretici güçlerin içinden geçerek, yaratıcılık yoluna girer. Bu yol evrensel bir yol olarak kabul edilir.
Feshane'de olanları ancak bu kıstaslar içinde değerlendirmek mümkün olacaktır. Evrensel değerler belki her toplum için geçerli olmayabilir; ama sanat toplumun içinden geçen dinamikleri yaratıcı bir forma çevirmeye başladığı andan itibaren içerik (konu veya anlatı) formun dışına alınır. Form, sanatın içerik-sonrası veya evveli bir düşüncesidir. "Hareketler forma dönüştüğünde" bile bu forma ait olarak sanatın içinden geçer. Ve sosyoloji veya toplumsal siyaset alanı sanat için karar verme merci olmadığı gibi, bu meşruiyete sahip de değildir; çünkü toplum değerlerinin verileriyle sanatın değerlerinin verileri birbirlerine heterojendir. Ayrıdırlar ve bu anlamda karşı çıkmak yerine anlamaya çalışmak evrenselde bu ikisini yan yana getirecek bir çaredir.
Toplumsal alan, lütfen sanatı anlamak için bir çaba daha!