Çok daha önceden başlamıştı aslında. Salgının tetiklediği krizle açık ve net bir biçimde göz önüne serildi. "Akıl tutulması" çağının en karakteristik özelliği tüm dünyada "elitlerin" son derece kritik ve basit konularda çuvallamaları. Özellikle de siyasi ve entelektüel elitlerin. Bunu geçmişte elitlerin kitlelere sık sık yalan söylemesiyle karıştırmamak lazım. Örneğin onlara dönüp "dünya düzdür" derler, ama gerçekte bunun böyle olmadığını pekala bilirlerdi. Şimdikiler söylediklerine sahiden inanıyorlar.
Pek çok kişinin bu virüs ortaya çıktığında meseleyi küçümsediğini, bazılarının salgın boyutunu görmeyip bunu trafik kazalarına benzettiğini gördük. Sade vatandaşlar böyle düşünse çok sorun yok belki, ama devlet başkanlarından TV şarlatanı doktorlara kadar sayısız pek çok kişi bu tür açıklamalarda bulundular. İşin başında kelle paçadan "Türk genetik yapısına" virüsün etki etmeyeceğine kadar saçma sapan önerilerle karşımıza çıkanları hatırlayın! Bir başka örnek maske olayında yaşandı. Dendi ki "hasta olanlar taksın, olmayanlar takmasın." Sonra da dendi ki "bu hastalığı kapmış bazı insanlar semptom göstermiyorlar, yani hasta oldukları anlaşılmıyor." O zaman bu iki önermeden her halükarda maske takmanın olmazsa olmaz bir önlem olduğu sonucu zaten çıkıyordu! Bu komediyi çok fazla kimsenin sorgulamamış olması kendi başına bir skandal. Bir "akıl tutulması" göstergesi.
Demek ki genel olarak çok ciddi bir algılama, anlama sorunuyla karşı karşıyayız. Öyle olmasaydı, bu virüsün çok büyük tehlike potansiyeli taşıdığı başta anlaşılabilseydi, şu an tüm dünyada yaşanılan sorunlar bu denli derin ve sarsıcı bir biçimde karşımızda olmayabilirdi. Bu kadar büyük can kayıpları yaşanmaz, bu ölçüde derin bir iktisadi çöküşle karşılaşılmazdı.
Peki ne oluyor? Neden 21. yüzyılın ilk çeyreğinde derin bir "akıl tutulması" çağı yaşıyoruz? Elbette tek bir nedene indirgenemeyecek ölçüde karmaşık bir konu, ama en göze çarpan nedenlere kısaca bir bakalım.
Bunlardan biri özellikle Soğuk Savaş döneminde iktidarların sosyalizm korkusuyla kitlelere her türlü cehaleti reva görmeleriydi. Örneğin "solculuğa hizmet eder" gibi düşüncelerle dünyanın dört bir tarafında evrim teorisine karşı geliştirilen kampanyaları hatırlayın. İşin ilginçi günün sonunda birilerini cahil bırakmak isteyenlerin kendilerinin de cahilleşmesiydi. George W. Bush başkan olduğunda Rusya ile ilgili bir meselede geçmişte CIA'in ürettiği bir yalanı kullanıştı. Kaldı ki CIA'in ona bu yalanı kendilerinin ürettiğini söylemesine rağmen Bush inancını değiştirmedi. Bu yalana kendisi de inanmıştı. Benzer bir örnek Türkiye'den. Eski Kara Kuvvetleri Komuntanı Aytaç Yalman bir yerde "Kürt yoktur" diye yetiştirildiklerini anlatmıştır. Kürt meselesinin yıllarca en önemli muhatabı olmuş bir kurumun kurmaylarının "yanlış bilgi" ile donatılmış olması başlı başına bir garabet örneği. Başta kendileri için. Tüm dünyadan örnekler çoğaltılabilir.
"Akıl tutulmasının" bir başka nedeni meselelere tarihsel bağlamından kopuk bakmaktan kaynaklanıyor. Çoğumuz aslında hayata değer yargılarıyla, ahlaki normlarla yaklaşırız. İsterseniz bu duruma ideolojik düşünme biçimi de diyebilirsiniz. Örneğin bol bol "büyük insanların" zamandan ve mekandan bağımsız sözlerini alıntılayarak doğruluğuna inanırsınız. Keza her zaman, her yerde "liberal" mekanizmaların çalışacağını düşünürsünüz, ya da Keynesçi, devletçi yaklaşımların her daim ve her zaman bayraktarlığını yaparsınız. Bu kendinden menkul ve tarihsel bağlamdan kopuk yaklaşım hayatın görece yavaş aktığı dönemlerde belki işinize yarayabilir. Örnegin 19. yüzyılda Sanayi Devrimi sürecinde oluşturulmuş bazı teorileri rahatça kullanabilir, onlardan medet umabilirsiniz. Ama bir şartla: Eğer o döneme benzeyen bir sosyal doku hâlâ mevcut ise. Oysa günümüzün en ayırt edici özelliklerinden biri değişim temposunun akıl almaz boyutlara ulaşmasıdır. Farklı biç çağa girdik. Hayatın çok hızlı ve radikal değiştiği dönemlerde eski tecrübeler, eski teoriler işe yaramadığı gibi "maladaptif" olmaya, yani yeni duruma uyum gösteremeyip bilakis başınıza bela olmaya başlar. Bataklığa battıkça "varolana" daha da çok sarılarak başarısızlıklarınız iyice felakete dönüşür.
Tarihsel bağlamı dikkate almamanın en ilginç tezahürlerinden biri insanların kendi tarihsel birikimlerinin hayatın akışı içinde demode ve maladaptif hale dönüşmesi. Geçmişte başarılara imza atmış perspektifleriniz yeni dünyanın, yeni denge ve ilişkilerin içinde çuvallar. Örneğin bir entelektüel düşünün: Bu kişi kendi karizmasını 60 yıldır askeri vesayet eleştirisi veyahut "merkez-çevre" çatışması üzerinden oluşturmuş olsun. Bu insanlar bir dönem en kritik olan meselenin önemine ve ilginçliğine kendilerini öyle bir kaptırırlar ki, örneğin yanı başlarında gelişen başka vesayetleri göremeyecek kadar körleşirler. Bir dönemin gücü güçsüzlüğe dönüşür.
"Akıl tutulması" fenomeninin kısmen yukarıdaki nedenlerle örtüşen bir nedeni daha var. O da entelektüellerin analizlerinde kuşak kavramına pek rağbet etmemeleri. Daha çok iktisat, düşünce, söylem, sosyolojik yapı analizleri ve hatta komplolar üzerine kurulu entelektüel dünyalarında kuşak olgusu yer almıyor. Analiz ettikleri sosyal yapı içinde yaşayan insanları bir kuşak olarak değerlendir(e)medikleri için ahistorik ve mevzuya alakasız (irrelevant) kalabiliyorlar. Kuşak meselesini dikkate aldığını zannedenler de aslında bir grup insanın ideolojik değişimi eksenindeki pratik faaliyetlerine odaklanmanın ötesine geçemiyor.
Oysa kuşaklar tarihin ürünü olmalarına rağmen dönüp tarihi değiştirirler. Örneğin bugünlerde en yakıcı sorulardan biri pandemi sonrası dönemde globalizmin sürüp süremeyeceği. Genellikle sadece yapısal analizler yapılıp, zihinsel kurguların içinde bu mesele anlaşılmaya çalışılıyor. Bu globalizmi ya da kapanmayı yaşayacak, yaşatacak kuşaklar denklemin içinde yok! Hatta bırakalım kuşak analizini dünyadaki medyan yaşın 27 mi 67 mi olduğunun bile bu analistler için pek bir önemi yok. Genelde insan, özelde kuşak faktörü dikkate alınmıyor. Kaldı ki nüfus içinde yeni özellikler gösterebilecek yeni kuşakların demografik durumu, hayata bakışları, yetiştirilme biçimleri ve birbirleriyle iletişim ve bağlanma tarzları gibi faktörler es geçiliyor. Kuşak meselesini es geçme sosyal bilimlerin en büyük eksikliklerinden biri, oysa kuşaklar tarihsel değişimin hem biyolojik, hem de sosyal anlamda gerçek moturu.
"Akıl tutulması" çağına en büyük katkılardan biri de Postmodernizm denilen akımın 1980'lerden sonra başta üniversitelerde, daha sonra da entelektüel hayatın çeşitli veçhelerinde kazandığı hegemonik güç. Bu akımın asli temeli her türlü "akılcılığa" karşı olmasıydı. Hiçbir şeyin bilinemezliğini öne çıkaran, en absürt düşüncelerle en bilimsel bilgileri sanki aynı saygıyı hak ediyormuşçasına sunabilen bir tuhaf entelektüel akımdı. Postmodernizm siyasette ve ekonomide "neoliberalizm" denilen akımla da eşgüdümlüydü. "Sen önemlisin" "sen her şeyi hak edersin" gibi bireyci bir ideolojinin adeta bir yansımasıydı. Şişirilmiş egolar kendi düşüncelerini biraz fazla abarttılar! Postmodernizm insanların en temel referans noktalarını ortadan kaldırarak akla karşı büyük taaruzuyla "akıl tutulmasına" giden süreçin yapı taşlarını döşemeye büyük katkı sundu.
"Akıl tutulmasının" en önemli nedenlerinden bir digeri biyoloji, psikoloji, istatistik ve olasılık gibi konularda yaşanan cehalet. Bu disiplinleri çok temel olarak bilmek bilimsel alandan, güncel, kişisel hayatımıza kadar pek çok meseleyi farklı kavrayabilmemize, her türlü sorunu çözebilmemize yardım eder. Biyoloji bilirseniz nüfus meselelerini daha rahat anlar, üstel fonksiyon ya da geometrik artış ne demektir bunları bilebilirsiniz. Böylece örneğin virüsün nasıl yayıldığı konusunu ve neden tehlike yarattığını daha kolay anlayabilir, anlatabilirsiniz. Biyoloji bilirseniz mecburen evrimi öğrenmek, kullanmak zorunda kalırsınız ki bu da size virüsü anlamanız için paha biçilmez bilgiler sunar.
Evrim bilmeden bir toplumda kaliteli düşünme yeteneği asla gelişemez. Çünkü evrimsel düşünce seçilimcidir (selectionist). Deneme-yanılma yöntemine, yani pratiğe, önem verir. Zamandan ve mekandan bağımsız doğruları kale almaz. Newtoncu bakış açısı gibi her yerde her daim olabilecek büyük kanunlar yerine, doğa gibi, piyasalar gibi, bir fikir etrafında örgütlenmiş büyük kitleler gibi pek çok faktörün "seçilim" baskılarının yaratacağı şekillenmeleri dikkate alır. Özellikle akademisyenler arasında görülen Newtoncu bakış açısı ise tarihsel değişimi ve değişen süreçlerin dayattığı değişik dinamikleri göz ardı eder.
Psikoloji bilmiyorsanız insanları yönetme, yöneltme gibi meselelerde çuvallarsınız. Örneğin nerede ne zaman açıklama yapmanız lazım, kitlelere tedbirlerinizi hangi araç ve süreçlerle kabul ettirebilirsiniz gibi meseleler için psikolojinin abc'sini bilmek şarttır. Sosyal psikoloji bilirseniz iki saat önceden sokağa çıkma yasağı koymanın yaratacağı sorunları öngörebilirsiniz.
İstatistik ve olasılık bilmek de hayatı kavrayabilmek için son derece elzem. Bunları bilmiyorsanız örneğin virüsü analiz edemez, onun hareket tarzını ve vereceği tahribatı öngöremez, yerinde önlemler alamazsınız. İlginçtir, olasılık ve istatistik bilmemenin bir önemli sonucu da her daim komplo teorilerine sarılıp, gerçeklikten kopuk, yüzeysel ve basit açıklamaların kolaycılığında bağnazlaşmaktır.
Bu "akıl tutulmasının" bir başka nedeni sosyal olanla biyolojik olanı birbirinden ayrı, farklı alanlar zannetmek. Binlerce kitap yazılsaydı bile biyolojikle sosyal olanı ayrımanın nasıl bir safsata olduğunu bu virüs salgını kadar net biçimde kimse gösteremezdi. Sosyal ve biyolojik aynı madalyonun farklı yüzleridir. Sosyal olan biyolojik, biyolojik olan sosyaldir. Bu perspektife sahip değilseniz bağlantıları kuramaz, meseleleri anlayamazsınız. Durkheim'dan gelen "sosyal ancak sosyal olanla anlaşılır" safsatasından kurtulamazsanız sosyal bilim yapamaz, salgın gibi hemen her yanı hem sosyal, hem de biyolojik bir meseleyi algılayamazsınız.
Son kırk yılda hem entelektüel dünyada, hem de siyaset düzleminde "kimlikler" ekseninde, farklılığı vurgulayan söylemler başat oldu. Bu anlaşılabilir bir ihtiyaçtı ama fazla abartıldığında toplumsal kutuplaşmalara yol açabilme potansiyeli, tehlikesi öngörülemedi. İnsanlar arasındaki farklılıklara bu denli yoğun ilgi onlar arasındaki ortaklıkların görül(e)memesine, önemsenmemesine yol açtı. Bir "tür" olarak insanlığı ele alma düşüncesi yeterince gelişmediği için insanlığın ortak kaderini etkileyen salgın, çevresel sorunlar, küresel iklim değişikliği gibi çok temel meseleler üzerine tatminkar bir entelektüel ve siyasi birikim inşa edilemedi. Üstelik siyasi açıdan da ortaklıklarımız kuvveden fiile çıkartılamadığı, onlar üzerine projeler geliştirilemediği için ülkeler arasında ve içinde gereksiz itişip kakışmalar azalacağına, bilakis arttı.
"Akıl tutulmasına" yol açan nedenlerden bir tanesi de özellikle liberal ve sol entelektüeller arasında son 40 yılda hakim olan "siyaseten doğruculuk" üslubudur. "Öze" değil, "şekle" odaklanan bu üslup giderek meselelerin sahici biçimde tartışılabilmesinin önüne ciddi bir engel olarak belirdi. Örneğin beş tane erkeğin yaptığı bir deney bağlamında "bilimadamları" diye bir sözcük mü kullandınız, yandınız siz! Hemen defterinizi dürüp, bunu cinsiyetçilikle suçlayarak o deneyin içeriği, anlamı gibi çok daha önemli meselelerin es geçilmesine yol açarlar. Bu entelektüeller bir nevi "ahlak bekçilerine" dönüştüler. Liberal, sol görünüşlerinin altında ağır bir otoriter tarza sahiptirler aslında. "Varolan" üzerine konuşulacağına, sürekli "var olması arzulanan" üzerine zaman ve enerji hasrederler. Böylece de radikal ve püriten görünüşlerinin altında aslında gerçeklerden giderek uzaklaşırlar. Kendi gibilerle özellikle akademik camialarda dünyadan kopuk bir hayat yaşar, kendi alanlarını da kendileri gibilerle doldururlar. Özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika'da pek çok mesele bu siyaseten doğruculuk yüzünden adeta tartışılamaz hale geldi. Örnegin, birisinin "Yahudi" ya da "gey" olup olmadığını sormak bile bu siyaseten doğrucular için adeta sizin doğrudan ırkçılık ve cinsiyetçilikle yaftalanabilmeniz için yeterli olabilir. Esasa değil, üsluba odaklanılması meselelerin doğasının anlaşılmasının önünde büyük bir engel olarak belirir.
Günümüz siyasetinde "zamanın ruhu" global popülizmin yaygınlığı ve baskınlığıdır. Bu hareketin en önemli bileşenlerinden biri ise "gerçek ötesi" (post-truth) üslubun, yani düpedüz yalan söylemenin artık siyasette neredeyse norm haline gelişidir. Popülistlerin yükselmesinde ve "gerçek ötesi" söylemlerinin yaygınlaşmasında onlara karşı durabilecek kesimlerdeki "Akıl tutulmasının" çok önemli bir rolü oldu. Maalesef bunun bedelini pandemi çok acı ve aşikar biçimde bizlere gösterdi. Ama öte yandan şöyle güzel bir şey de oldu: Aklın ve bilimin ne kadar yaşamsal önemde olduğu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde akıllara kazındı. Sanıyorum genç kuşaklar bunu not edeceklerdir.