29 Aralık 2024

Yürüyen ağaçlar

2025, hepimiz için yeni filizlerin, derinleşen köklerin ve içimize dolan ışığın yılı olsun

Yeni bir yılın eşiğinde duruyor ve geride bıraktığım yılı düşünüyorum. Aklımda beliren birkaç kelime var; yanıp sönüyorlar, yılbaşı ağacının ışıkları gibi: Eksiklik, kayıp, umut. 2024, bana kaybın hayatın doğal bir parçası olduğunu öğretti. Ancak bu yıl, eksikliği her zaman kayıp sanan biri olarak yeni bir şey öğrendim. Meğer eksiklik ve kayıp aynı şey değillermiş. Benim kolayca birbirinin yerine kullandığım bu iki kavramdan birinin ağırlığı, diğerinin ise boşluğu varmış. Eksiklik, bir yerlerde dolmayı bekleyen bir boşlukmuş; kayıp ise tamamlanmayacağını bildiğiniz bir ağırlık. Eksiklik umutla beklerken, kayıp sessiz bir kabulü gerektirirmiş. Bunca yıl yaşadığım şey temelde hep eksiklikmiş, fakat kayıpla henüz yeni tanışıyormuşum. Eksiklik soru sorarmış“Onu nasıl doldurabilirim?” Kayıp ise“bu ağırlıkla nasıl yaşamayı öğrenebilirim? diye konuşurmuş”. Eksiklik değişebilirmiş; kayıp bizi değiştirirmiş.

Bu farkı anlamak, benim için bir dönüm noktasıydı.

Neler değişmedi ki bir senede benim için? Geriye dönüp bakınca, oturduğum evden her gün yürüdüğüm yollara, çalıştığım işimden günlük rutinlerime kadar her şey farklılaşmış. Büyüme sancısı meğer yaş hesabı yapmazmış. İnsan her yaşta büyür, her yaşta alıştığı hayatı geride bırakıp yeniden ve yeniden başlayabilirmiş.

Yağmurlu bir perşembe günü yan masamda oturan pembe fiyonklu, Elsa elbiseli küçük kızın sorduğu soruyu hatırladım. “Anne, ağaçlar neden insan gibi yürüyemiyor?” Annesi gülümsedi, çünkü kökleri var, yerlerinden kıpırdayamazlar, dedi. Küçük kız, sessizliğe tahammül edemezmiş gibi hızla karşılık verdi: Ama yürüyebilselerdi çok daha güzel olurdu. Bu soruyu duyduğum an düşündüm, eksiklik, belki de tamamlanmayı bekleyen bir kök. Toprağın derinliklerinde yönünü bulmaya çalışan, henüz ne yöne büyüyeceği belli olmayan bir başlangıç. Tıpkı bir yazarın zihninde dönüp duran, kağıda dökülmeyi bekleyen o cümleler gibi. Eksiklik, bir ihtimal, bir soru. Ama kayıp, bambaşka bir şey. Kayıp, kökün kopması, toprağın tuttuğunu bırakması, geriye yalnızca bir boşluk kalması pahasına hem de. Daphne’nin bir ağaca dönüşmesine benziyor. Özgürlüğünü kazandığı o an, bedenini, insan olma halini, tüm geçmişini kaybetmişti Daphne. Ama bu kayıp, onu mitolojinin ölümsüz bir sembolü haline getirendir aynı zamanda. Artık o, ne bir kadın ne de kaçan bir figürdür; o, rüzgarda fısıldayan yapraklarda, dalların gölgesinde yaşamaya devam eden bir hikayedir. Daphne’nin hikayesi, kaybın ardından bir varoluşun başka bir biçime bürünebileceğini anlatır. Ama bu varoluş, eksikliğin tamamlanabilir umudundan farklıdır; çünkü kayıp, geçmişi geride bırakmayı ve geri dönüşsüz bir şekilde onunla yaşamayı getirir. Eksiklikte bir bekleyiş vardır; kayıpta ise kabul. Daphne’nin kökleri bir daha yerinden kıpırdayamaz; ama onun hikayesi, her kayıpla birlikte yeniden anlatılmaya devam eder.

Eksiklikler, bizi arayışa iter; bu arayışta, bazen cevaplar yerine yeni sorular buluruz. Belki de bu yüzden eksilmek, büyümenin de yoludur. Eksilmek, aynı zamanda bir keşfin başlangıcıdır. Bu yıl boyunca, eksik yanlarımı tamamlama çabasından çok, sahip olduklarımı yeniden nasıl görebileceğimi düşündüm. Hannah Arendt’in, hayat, sadece eylemlerimizin değil, pasifliğimizin de toplamıdır, dediği gibi, bazen durmak, beklemek, hatta çaresiz kalmak bile bir anlam taşıyor. Köklerimizin olduğu yerde kalıp biraz dinlenmek, hatta çevremizdeki toprağı ve bizi tutan bağları daha iyi fark etmek de bir keşif olabilir.

Küçük kızın sorusunu yeniden düşündüm: “Ağaçlar neden insan gibi yürüyemiyor?” Annesinin verdiği cevap, “Çünkü kökleri var,” demek kadar basitti. Ama kökler yalnızca hareketsizliğin değil, aynı zamanda derinleşmenin kaynağı. Bir ağacın kökleri, toprağın en derinlerine doğru uzanır; dışarıdan görünmeyen bu kökler, ağaca güç verir, ona dayanıklılık kazandırır. İnsan da tıpkı ağaçlar gibi, köklerinden aldığı gücü fark ettiğinde, yerinde durmanın bile bir anlamı olduğunu anlar.

Bazen, sahip olduklarımızı ancak başka bir şekilde görmeyi öğrendiğimizde değerlerini fark ederiz. Bir çocuk kitabı vardı, nedense hatırlayamıyorum adını. Küçük bir kulübede yaşayan, evinin dar alanından şikâyet eden bir çiftçinin hikayesini anlatıyordu sanki. Bir yardım istiyordu ve ona her akşam, bir hayvanını eve alması söyleniyordu, önce koyun, sonra inek, sonra köpek derken ev öyle dolup taşıyordu ki, nefes almak bile zorlaşıyordu klübede. Günler sonra hayvanlar dışarı çıktığında, ev ona bir anda kocaman geliyordu. Aslında değişen tek şey, bakış açısıydı. Eksiklik, bazen yalnızca bir yanılsama, bizim çevremize nasıl baktığımızla, elimizdekileri nasıl değerlendirdiğimizle şekilleniyor. Bu yıl, eksikliklerimin aslında beni derinleştirdiğini, sahip olduklarıma başka bir gözle bakmayı öğrettiğini fark ettim. Köklerimiz yerinde sabit olabilir, ama dallarımız göğe uzanır, yapraklarımız rüzgarla dans eder. Eksik sandığımız her şey, belki de başka bir tamlığın başlangıcıdır. Sahip olduklarımızı başka bir gözle görmeye başladığımızda, bazı açılardan eksik değil, tam olduğumuzu fark edebiliriz. Bazı fark etmediklerimizin ise eksik olduğunu. Çünkü kökler, sadece bizi tutmak için değil, aynı zamanda büyümemiz için vardır.

İzlediğim filmler, okuduğum kitaplar, karşısında saatlerimi geçirdiğim diziler, gece yarısı kavurduğum helvalar, fırından yeni çıkan sebzelerin buharı, yürüdüğüm uzun yollar, sabahları aceleyle yudumladığım kahveler, öğleden sonra bir anlığına nefes almak için yaptığım küçük yürüyüşler, ilk defa girdiğim denizler, yeni aldığım çalar saatimin sarı ışığı, bir vapur kenarında yediğim simitler, eski bir kitapçıda burnuma çarpan toz kokusu. Kimi bir dost sohbetine eşlik eden, kimi sessiz bir pencere kenarında içilen. Kimisi bir bahar sabahının serinliğinde, kimisi sıcak yaz günlerinde elimde gereksizce gezen. Fırından yeni çıkan bir tahinli çörek. Uzun yürüyüşlerin sessizliğini bölen sesli kitapların yarım kalan cümleleri.  Makaleler arasında kaybolduğum, bazı dizilere vakit kaybettim diye kızdığım anlar, takside aniden çalan bir şarkı, vapurun arka tarafında dalgaların köpürdüğü yere bakmak, durakta bir otobüs beklerken yaklaşan köpek. Sabahları geç kalan birinin hızlı adımları, akşamüstü bir kafede masaları toplayan garsonun sessizliği. Yanımdan geçen bir çiftin sadece birkaç kelimesini duymak, bir alışveriş listesinin başında duran deterjan kelimesi, bir çocuğun elinden uçan mor bir balon, bir anda gökyüzüne bakan yetişkinler, bir otel odasının camı, bulaşık makinesine koyulan bir bardak, paspasın üzerine bırakılan kutu, elini atınca çantandan çıkmayan anahtar. Sokak lambalarının altında dolaşırken fark ettiğim gölgeler, otobüslerin camlarından akan yağmur damlaları, sabahın erken saatlerinde dükkanlarını yeni açan esnaf. Bazen rüzgârın etekleri savurduğu bir sokakta fark ettim onları, bazen bir Rus restoranının ön bahçesinde yenilen erken akşam yemeğinde. Sabah serinliğinde uykulu bir şehir, bir çay fincanının ellerimi ısıtan sıcaklığı, telefonun zili, sabah uyandırma alarmı, yaşatmaya çalıştığım çiçek ve beyaz saksısı, kendime aldığım bordo döpiyesli minik fare ağaç süsü, beklediğim e-posta, Zincirlikuyu’daki üst geçit, karşıdan karşıya geçen ana okul çocukları, annelerinden ellerinden tutmuş, kocaman çantalarıyla dengede durmaya gayret ediyorlar. Sesli kitabı yeniden açtığın an yarım kalan cümle tamamlanıyor ya, yaşadığım o anlar da işte böyle tamamlandı. Hayatın yalnızca eksikliklerden değil, beklenmedik çokluklardan oluştuğunu fark ettim. İlk kez gördüğüm şehirler, taş kaldırımlar, sisli sabahlar. Marmaray’ın Sirkeci’deki yanlış çıkıştan çıkıp, turist dolu bir İstanbul’un içine karıştığım günler. Bu ev miymiş o dizinin çekildiği yer? Hiç planlamadığım anlarda yepyeni sokaklar bulduğum yürüyüşler. Bir vapurdan izlediğim gri liman, bir meydanın yorgun taşları, bir tren penceresinden hızla geçip giden köyler. Karanlık, aydınlık, kırmızı ışık. 

Ve sonra, bir ders sırasında telefonum bipledi. Mesaj kısa ve netti: “O ağacın altını şimdi anıyor musun?”

Anmaz mıyım? Benim arkadaşım işte böyle biridir. Sözcüklerini dikkatle seçer, söyledikleri hep yerini bulur. Bizim güzel ağacımız o, Bonn’da, küçük bir ilçe kütüphanesinin bahçesinde. Altında bir bank var. Bir gün Türk kahvesi ve lokumla oturduk orada, bir gün vişneli pasta ve filtre kahveyle. O bankta bir gün kahkahalarla gülerken kahveleri üzerimize döktük, başka bir gün yağmur damlalarını silip hiçbir şey olmamış gibi oturduk. Bir gün soğuktan ellerimiz donarken dumanı tüten çay bardaklarıyla ısındık, başka bir gün yazılma ihtimali olan kitapları tartıştık. O ağaç, mevsimleri gördü, gündüzleri, geceleri gördü. Bizi gördü. Ve biz, o ağacın gölgesinde birkaç yaş aldık. Her oturuşumuzda biraz daha kök saldık; bazen konuşarak, bazen daha çok konuşarak. O bankta, başka yerlere taşınacak olanlar için vedalar planlandı; alınacak kararlar gururlu çıkışlar yapıldı. O ağacın altını şimdi anıyorum elbette.

Minik kıza cevabım olsun, iyi ki yürümüyor, iyi ki orada ağacımız. O ağacın altında oturmayı özlüyorum, evet, eksikliğini hissediyorum. Ama o sohbetlerden, o kahkahalardan, o yağmurlardan kopmuş değilim. Çünkü onları kaybetmedim. Onlar, hayatımın bir yerinde hep benimle. Tıpkı o ağacın kökleri gibi, sahip olduğum anılar da beni köklendiriyor.

2025’e girerken tek dileğim, eksiklerimizle ve köklerimizle birlikte yürümeye devam edebileceğimiz bir yıl olsun hepimiz için. Bazen durup eksikliklerimizi kabul etmek, köklerimizin bize sunduğu sessiz gücü fark etmek gerekir. Her çatlağımız, ışığın içeriye sızmasına izin verir; her eksik yanımız, büyümenin ve dönüşümün bir kapısını aralar.

2025, hepimiz için yeni filizlerin, derinleşen köklerin ve içimize dolan ışığın yılı olsun.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Şakir Paşa Ailesi: Fotoğraflar aracılığıyla yaratılan bellek ve kimlik

Aile fotoğrafları, ideal aile miti ile aile hayatının yaşanmış gerçekliği arasındaki çelişkinin tam ortasına yerleşir

Zamansız bir yankı: ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ ve edebiyatın gücü

Edebiyat bize, hikâyelerin ötesinde, çağlar boyunca yeniden anlamlandırılan ortak bir dil sunar

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

"
"