01 Eylül 2024

Ne bir arzu ne de bir vasiyet: Beşir Ayvazoğlu, sen ebediyetsin!

Doğrusu, huyumuz da suyumuz da birbirine benzemiyor, ama bu "Ayvazoğlu, sen ebediyetsin" demeye de mani değil. Ayvazoğlu, el yazısı bile güzel, sakin adam, âkil adam

"Hem gelmeni istedim hem bekletmeni
Sen mi daha güzel, beklemek mi seni"

Ben galiba ciddiyet istiyorum, içinde samimiyet olsun. Bir şiir okuduğumda ve onun içindeki sesi duyduğumda "ben bu sesi bir yerden hatırlıyorum" diyebiliyorum mesela. İsmi lazım değil bir kitap okudum, sadece 3600 saniyede. Nihayet, benim de işim bu. Yazar, kitabının sonlarına doğru bir başka yazarın kitabının adını ve aynı yazarın bir başka kitabından da bir karakterini ismi ile birlikte almış ve sadece bir tek cümle kurabilmiş. Mahareti bu kadar olana "mahir" denirse, peki, tamam, "mahir" diyelim ona. Ve büyük cesaret, kitabı bir de bana göndermiş. "Minareden at beni, in aşağıya tut beni!" Bu hataya düşmemek için -çünkü yazı bir iddiadır- çok kitap okumak lazım. Güç değil bilekte, gövdede, gösterişte. Güç, bilgide. Bilmek her şeyi, her zaman "mutluluk" demek değilse bile. İşte aynen böyle, günün edebiyatı karşısında kendimi çok yorulmuş ve aynalara bakarken yok oluyormuş gibi hissediyorum. Arada bir durup "cüzdanım bari yerinde mi?" diye, ceplerimi kontrol etmek de istiyorum. Aynılığın getirdiği bıkkınlık mı, yoksa bu silinişe doğru koşanlar arasında pul pul dağılıyor olmaktan mı? Bilemiyorum doğrusu. İlk anda birçoğumuz günün edebiyatını "Hint kumaşı" sanıyoruz, derken birden "cart!" Bana niçin böyle şeyler söyletiyorsunuz? 

Beşir Ayvazoğlu

Kalıpları iyi bağlanamamış, köksüz, geleneksiz metinler, akıp gidiyor su gibi onca emek, harç heder… Suyun sesi güzel, ama hafız(!) söylediklerin, yaptıkların yanlış… İnsanın ruhunun da bir ahengi var mutlaka, günün-bugünün edebiyatı bu ahengi bozuyor artık. Tam da bir görsel sanatlar şöleni ve her yer plastik, göze görünüp birden yok oluyor ve yok da ediyor her şeyi. Sanki kalabalıklar arasında adapsız, edepsizce bir çarpıntının sesi gibi çınlayıp diniveriyor kulaklarımızda, oyarak da zihnimizi, gözlerimizi. "Unutkanlık" denen hastalık için çalışıyorlar sanki tekrar ederken bağıra bağıra kendilerini. "Her şeyi hatırla, ama beni sakın unutma!" Bir "dün" yokmuş gibi ve "yarın" da Allah'a emanet, günlerin sonunda akşam oturup da masaya, kurcalamaya başladığımda kalbimi, yeniçağın ne kadar köhne, ne kadar da anlamsız, acımasız ve büyük adımlar attığını sananların gölgesinde karardığını görüyorum. Bomboş geçip giden kısacık bir ömür, ama hep çok çabalamış gibi sadece bir anlık şeyler için. Oysa geçmişe baktığımda nasıl da birden açılıyor iştahım anlatamam. Geothe gibi okumak için "bir ömrüm daha olsun" istiyorum. Biraz ileride duracağım yeri de böylece görebiliyorum. Şimdiden çok şükür, Kulaksız değilse, Karacaahmet!

Yazı, bir inat işi… İlimsiz inat, merkepte de var. İyide de inat edebilirsin, kötüde de. İyi de seni gösterecek kötü de. Fakat mesele şu, "Sen nasıl geçmek istersin Tarih şeceresine?" "İyi bir şiir, iyi bir hikâye" diyebilmem için bir metne, galiba o metni ortaya koyanın alnından masasına damlayan ter damlalarını görmeliyim; günlerce, gecelerce ömründen saatler bağışladığı kelimeleri yan yana getirirken gözlüklerinin yorduğu alın kemiğinin nasıl ezildiğini altında akıp giden zamanın, şakaklarında ışığın nasıl da dakika dakika renk değiştirdiğini. Onlardan biri, banimiz, sabır taşımız Beşir Ayvazoğlu, "Hem gelmeni istedim hem bekletmeni / Sen mi daha güzel, beklemek mi seni" diyen şair kişi. Bir komünist söylüyor diye bunları, şaşırmayın! Sağın da güzel tarafları var, muhafaza etmek gibi medeniyeti ve onun kederini. Ne çok, ne çok isterdim 1950-1960'larda yine bu kafayla genç olmasam da hiç değilse yeni doğmuş ve göze de alarak genç yaşta asılacak olmayı. Kendisi hakkında yazarken şu an bu yazıyı "kendisini ta ortaokul günlerinden beridir tanırım, sıra arkadaşımdı" diyebilmek şerefine nail olamamış olmak gerçekten de çok acı. Bu talihsizliğe bazen durup durup üzülürüm, ama tanışmak için hiç de geç değil, onu henüz tanımamışlar için. Fakat Üsküdar sahafçılar çarşısında nasıl oturup karıştırdığını kitapları görüp söyleyebilmek bunu, çok güzel! 

Bu, ne bir arzu ne de bir vasiyet… Cenazemde bulunmasını istediğim birkaç kişiden sadece biri Beşir Ayvazoğlu. Çünkü ancak o anlayabilir, ölürken mitolojik bir kuşun çıkardığı seslerle söylediği şarkının ne anlama geldiğini. "Gâlip, Kuğunun Son Şarkısı"nı yazan biri olduğu için mi ama sadece? Şarkıların da bir makamı ve makamın sadece şarkılarda olduğunu bildiği için. Fakat ne yazık, ölümüm bir güvercinin usulca bir kuytudan uçup gitmesi gibi olacak. Kanat sesleri… Duyulmayacak. Ne ki, karşı yakadan bu yana geçmek ne kadar sürerse sürer, bizim ölülerimiz dirileri çok beklemezler. Yine de en mesut, en bahtiyar benim şüphesiz, tanışmaya vakit olmasa da hiç, bu kötü çağın dahi havasını aklımda tuttuğum yazarlarla birlikte solumuş olmaktan. "Yazı" deyince, aklına önce kalem, kâğıt, mürekkep, daktilo gelenleri seviyorum. Başkalarını unutmayanları da yazarken… "Yazar" deyince de, bence herkes yazar. Çocukluğumda, büyüdüğüm sokakta, köşede bir Hacı Bakkal vardı mesela, o bile "yazar"dı. Kabiliyet yazmaktaydıysa, üçü beş, beşi de on yapardı. İlle de "yazar"dı da "yazar"dı. Duvarında da şu yazardı: "Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar / Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddım var/ Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar" derken, al işte sana sihir! Galiba bundan olacak ki ben edipleri, münevverleri seviyorum. Onlar ne yaptıklarını hakikat dairesi içinde daha iyi bildikleri için. 

"Beşir Ayvazoğlu, İstanbul aşığı, Sivas Zara doğumlu." Doğrusu, bu gereksiz bilgiyi "ne kadar gereksiz" olduğu görünsün diye yazıyorum. Çünkü Ayvazoğlu "insan" dediği zaman insanın muhafaza etmesi gerekenin bunlar dışında aslında ne olması gerektiğini söylerken, içinde köklenmiş "dünya görüşü"nün dünyaya bakarken bile etkilemesine izin vermemiştir kendisini. Küçük ayak oyunları da olmuştur tabii, hangimiz yapmıyoruz bunu? Medeniyeti medeniyet yapanın mekânı anlamlı kılan insan olduğunun altını her fırsatta kendince çizmesinin de bulmuştur her zaman bir yolunu. Farkında olarak sızıntıların da… Devrimci idealist ve edebiyatın Batılılaşması konusunda fikirleri ve politik çıkışlarıyla da Edebiyat Tarihi'ne damga vurmuş "Fikret: Kendi Cevvim, Kendi Eflakimde Kendim Tairim"i de, ortaya bu tarafsızlıkla çıkarmıştır. "Fikret", biraz kalınca da bir kitaptır, ama kalın kitaplardan kaçanlar bilincin nüans ve inceliğinden kaçarlar. Kaçmak iyi değil, kaçanlar kendileriyle rastlaşamazlar ve "Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır / Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır / Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca / Kürsî-i liyakat pezevenk, puşt olanındır!" diyen Neyzen Tevfik'i de haklı çıkarırlar doğrusu. Ayvazoğlu, edebiyatımızın "Tarih yazımı" söz konusu olduğunda, dilin de Edebiyat Tarihi'nin de tarafsız arkeoloji kazıcısıdır. Yazabileceği şiirlerden feragat etmiş, ama ne yazsa şair diliyle yazdığı için birçok kere olduğu gibi yazın tarzıyla da göze batmış biridir. "Gelenek sürekliliktir" deyip "Tanzimattan sonra sanatımızda devam eden bir şey kalmamıştır. "Gelenek" de kalmamıştır" gibi sözler de etmiştir, ama yazının kendisi bir gelenektir zaten. Onun her zaman fikirlerle değil, bugün şeklen de sürüp gidiyor olması dışında Ayvazoğlu, elbette iyi bir gözlemcidir de. Yazının namusuna halel getirmemiş olması da ayrıca önemli tarafıdır.

Bu kazı esnasında görmek istemediği bir şeyle karşılaştığında onu tekrar gömmeye de çalışmaz. Doğrusuyla, yanlışıyla "Edebiyat Tarihçisi" arayanların aklına ilk gelecek isim de odur. Bir işi bir işine eş değil, kimsenin yaptığına da benzemez. Yaşadığı dönemin en ünlü ve zengin ceza avukatının oğlu olup da dünyalar kadar ele geçmez nimeti, itibarları, serveti, bir kenara bırakıp da kendini medeniyetin hatıralarına aziz bir köle kılan "Nuri Arlasez / Saklı Bir Hayat" da o eşi benzeri yok işlerden biridir, hem de müthiş! Resimli, fotoğraflı. Biyografi yazanlar arasında "birinci" demiyorum, "tektir" Ayvazoğlu. Şiir gibi yazılmış romanlara benzeyen ansiklopediler gibi de etkileyici bilgilerle dopdoludur, yazdığı biyografiler. "Ansiklopedi" demişken, "Aşkın Estetiği"nden hiç söz etmiyorum bile. Öğretmenlikten gazeteciliğe, iyi ki akademisyen olmamış da bizim olmuş. "Akademi" deyince, "yazı nedir, nasıl yazar olunur?" bunu gösteren bize, ediplerin edibi olsa bile ufukta görünür görünmez "borç isteyecek" diye, birçoklarının kaçıştığı Tanpınar gelir koşarak tahayyüle. Bu üzücü tabii… Ayvazoğlu, dünyadan gelip geçenler arasında cevherin ham halini tanıyan, bilen biri olmanın yanında edebiyata verdiği emekle anıldıkça soyadıyla da müsemma. Bu mütevazılık buradan mı geliyor acaba? Hayatı boyunca gün yüzü görmemiş Âsaf Hâlet Çelebi kitabına "He'nin iki gözü iki çeşme" demiş amma, He'nin ruhunda, sümbülteber kokuları yayacak kadar etrafa, güller açtırdı hâlbuki hatıralarına. "Senin için görülen bir düş de ben olsaydım" diyesi geliyor insanın.

Eski Edebiyatı da onunla yollarını ayırmayanları da bu yüzden seviyorum, "yeni" diye bize dayatılan şeylerden çok daha fazla. O eski damardan akıl fışkırır hâlâ. Yazanlar, yazanlar hakkında oturup yazdıkları zaman aslında kendilerini yutan bir bahçeye hizmet ederler. Ayvazoğlu, bu bahçenin bizzat kendisi. Bir ilk gençlik de ne imiş, bu işe bir bütün ömür vermiş. Dakik, dikkatli, kim hakkında yazarsa yazsın onun dünya görüşüne saygısını kaybetmemek için de insani çerçevede en çok da kendi kendi ile mesafeli. Bu, göz ardı edilemez bir çaba. Biz yeni nesil yazanlarda bu pek yok. Adalet ve hakkaniyet duygusu, emeğe, bir zamanlar yaşamış olmaya saygı. Vitrinin gerisinde bir kuyumcu için yadigâr bir ziyneti zaman pasından temizlemek ne ise, Ayvazoğlu için de biyografi yazmak, bir resmi, bir mekânı, bir caddeyi anlatmak öyle bir şey. Bozmadan, değiştirmeden ve tahammül taamını da sabırla çiğneyerek, yutmadan… Ayvazoğlu için "şu, şu, şu ödülleri almıştır" demem. Onun kendisi bir ödül edebiyatımıza… Edebiyat dedikodularına, polemiklere ben de bayılırım, bunlar da bazen ufuk açıcı olabilir, tiksinmeyi ya da "neye gülünebilir" bunu öğrenmek için. Fakat yazan bir insanın hayatta kalmasını sağlayacak koşullar yüzünden bir zamanlar durduğu, çünkü durmak zorunda olduğu yerler onun kim olduğu hakkında kesin bilgiler veremezler. Ayvazoğlu'nun neye nasıl baktığını anlamak için yazdığı biyografilerin de vereceği tek fikir, onları olduğu gibi yazıya alıp herkesin hayali olan "sonsuz ebedi hayat"ın nasıl devri daim hale geldiği olacaktır. Ayvazoğlu'nun içini görmek, fikirleriyle temas etmek için doğrudan kendisinin de açılımları olan şiirini, şiirine dair fikirlerini, denemelerini, romanlarını, hikâyelerini, resme de sıkça değindiği kültür yazılarını okumalı. Böylece daha yakından görünecek, ne kadar yansa da kendi dibini aydınlatamayan mumum ateşle aldığı biçim. Molla Kasım'ın bile bir zaman sonra "Şimdi anladım" deyip de okuduğu, her devrin sevgilisi de olan Yunus Emre'yi Cumhuriyet aydınlarını dahi nasıl ısıtıp yumuşattığını da kod kod yazdığı "Yunus, Ne hoş Demişsin" gibi Ayvazoğlu da ne hoş demiş birçok şeyi, "Kayıp Şiir"deki gibi… Doğrusu, huyumuz da suyumuz da birbirine benzemiyor, ama bu "Ayvazoğlu, sen ebediyetsin" demeye de mani değil. Ayvazoğlu, el yazısı bile güzel, sakin adam, âkil adam.

"Kayıp bir mesnevisi belki Molla Camii'nin
Ömer Hayyam'ın belki esrik bir rubaisi
belki gökte kuşlarca, denizde balıklarca
mırıl mırıl okunan bir Yunus ilahisi

Belki Kadı Burhaneddin'den bir ince tuyuğ,
Fuzuli'den bir gazel cönklerde uyutulmuş
belki Kurtuba düşerken Endülüslü şairin
gagasından öpüp meçhule uçurduğu kuş"

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aşılmaz eşikten geçti, yalnız ve haklı: Dicle Koğacıoğlu 

Hayat dersinin ceremesini bir başına çekmeye çok da fazla dayanamayacağı bir süreci yaşamaya başlamıştı tek başına

Tanrı türkü söylesin, "Deli Kurt" Atsız da dinlesin

Atsız'ın 20. yüzyılın destancıları ve şairleri arasında önemli bir yeri var kuşkusuz. Fakat onun "milliyetçilik" tanımı ebetteki Ziya Gökalp'in "milliyetçilik" tanımıyla uyuşan bir "milliyetçilik" değildir

Allah var, gam da var: Turgut Uyar, "Münacat"

Turgut Uyar, imanını ortaya şiirleriyle koyanlardan. İnancı olmayanın bir fikri de olmayacağından şiiri de olmaz. İman, sadece "teslim olmak, kabullenmek" demek de değildir. Karşı koymak da bir çeşit iman ve inanların bir gereğidir. Sadece bu yüzden de "şair" denmez ona

"
"