26 Ocak 2025

Topluma sosyolojik bakmak: Müge Anlı sizi neden rahatsız ediyor?

“Toplum” denen yığının talebi gündüz kuşağı programlarının sürmesinden yana. Hiç şüphesiz gerekliliği günü ekranların karşısında eğlemekle ilgili de bir talep bu. Zira bunca yıllar yayınlanan bu tür programların izleyici sayısı kadar bu programlara konu olan olayların da sayısı düşmemekle birlikte artmakta

“Türkiye hasta! Ahlaken hasta, düşünce olarak hasta, eylem olarak hasta! Gerçekten hasta!”
-Aziz Nesin

Türk televizyonlarında uzun yıllardır yayınlanan gündüz kuşağı programlarından biri olan “Müge Anlı ile Tatlı Sert” adlı program toplumsal olayları gündeme taşıma açısından yıllar içinde geniş bir kitleye sahip oldu. Hakeza mağdurlar kadar failleri de ekranlara kilitlemeyi başardı, oysa bu başarı, toplumun bireylerden beklediği, ama hiçbir yönüyle toplumu ilgilendirmeyen kişisel bir başarı. İnsanın yaptığı işi ciddiye alması, onunla ilgili kariyerine odaklanmasının bir sonucu, doğal olarak… Topluma faydalı olma kısmı da elbette kişilerin işlerini kurallar ve prensipler dairesinde nasıl yaptığına bağlı. Benzer programların sunucularında da bu başarıyı elde etme hırsını görünce ne düşünüyoruz peki? Rekabet, öne çıkmak için atılmış her adımda toplumun bu durumlar karşısında nasıl şekil alacağından çok toplumda infialler yaratacak ki böylece yayıncılık tarihine adını yazdırmak isteyen “insan profilleri” görüyoruz. Programın özellikle cinayetler, kaybolan kişiler, dolandırıcılık, kayıp çocuklar, istismar ve çeşitleri, aile içi çatışmalar ve akıl almaz din eksenli olaylar gibi toplumsal konuları ele alması, izleyicileri hem duygusal hem de travmatik olarak toplumsal açıdan tetikleyerek etkilemekte. Bu etki bir kesimi duyarsızlaştırmaktayken, bir kesimin de topluma ve kurumlara olan güven duygusunu ortadan kaldırmış durumda ve bir kesim var ki bu programlardan hem şikâyetçi hem de bu programların müdavimi. Çünkü ister iktisadi, ister sosyal hiçbir arz talepsiz kalmaz.

Her ne kadar çok yanlış bir biçimde bu ve benzeri programlar “talk show” gibi algılanıp “aile terapisi” gibi kabul görse de aksine etik dairedeki yeri daima tartışmaya açık olmakla birlikte yalnızca toplumun parçalara ayrılmış sosyolojik ve kriminolojik yanlarını ortaya koymakta. “Talk show” algısını yaratan programların yayın süresince ve sonrasında da ağlanacak haline toplumun güldüren taraflarının da olması, yanı sıra bu tür programlarda ekranlara yansıyan birçok kişinin suçlu ya da mağdur fark etmeksizin anlaşılmaz bir biçimde sosyal fenomenlere dönüşmesinde de bu programlardan, bu programların yapısından ve bu programların yapılmasından ziyade toplumsal kabullerin ve değerlerin gerçekte nasıl işlediğini ve nelere bağlı geliştiğini de görüyoruz. Birçok problemle birlikte herkesin kendisinden daha güçlü kişilerle karşılaştığı anlarda açıklığa kavuşturulamamış olayları da göz önüne sererken, neden çözülemediğine dair muğlâk noktaları da görünür kılmakta. Yani toplumda her sorunun neden çözüm bulamayacağı konusunda da toplum bu programlara baka baka fikirler ediniyor. Sonuçta sadece programcı olan birinden de adaletin topyekûn ve kusursuz sağlamasını beklemek de doğru değil. Zaten bu mümkün de değil. Karşımızdaki kişiler hâkim değil, savcı değil. Sadece tv programı yapan gazeteciler, televizyon programcıları. Aslında bu programlarla gördüğümüz şey bu toplumun suç haritası. Bu harita, bu programları izleyenlerin bilinç düzeylerini ortaya koyarken, onların suç ve suçlu ile neden ilgilendiklerinin nedenlerini ortaya koyarken, elbette bütün bunların toplumsal örüntülerini de erdemler, ahlaki yapı, kültür temellerini içererek ortaya koyuyor.

Müge Anlı’nın sunduğu bu program, Türkiye’deki aile yapısının, toplumsal ilişkilerin, aile içi-aile ve toplum arasındaki iletişim biçiminin ve sosyal sorunların sosyolojik bir yansıması sadece. Buzdağının bunca şeye rağmen hâlâ görünmeyen tarafları da var. Elbette bu yansımanın bir de özü var. Yansımalarından daha derin köklere, adaletsizliğe, toplumsal erdem ve ahlak anlayışlarının, inanç biçimlerinin, kabul ve değerler sisteminin kültür kitaplarında sadece sözde kaldığını da gösteren. Yıllardır Anlı’nın programlarında toplumu derinden etkileyen şey ekranlara yansıyan olaylar mı ama sadece? Yoksa insani tarafıyla bu kadar çok övünen bir toplumun eti kemiğinden ayrılınca ortaya çıkan acı kültürü ve omurga sorunu mu? Toplumdan değil, bir yığından söz ediyoruz, bir yığına bakıyor, bu yığının kitaplara geçirilse sonsuz sayıda cilt cilt ansiklopedisi olacak seviyede insanlık kültürünün aile sosyolojisi olarak kayıtlara geçse, kemiklerinin ne kadar yumuşak ve kalbinin, aklının ne kadar da çürüdüğünü görüyoruz. Ve çürüme birçok konuda olgunlaşmadan, değişmeden, gelişmeden çok daha hızlı ortaya çıkan bir şeydir… Çürümüş şeylerin dönüşümü çoğu zaman söz konusu bile olmaz. Şu son yıllarda o kadar çok moda oldu ki “çürüme” üzerine konuşmak, yazmak bile bunu hızlandırmaktan başka bir işe yaramadı. Bu programlarda gördüğümüz şey biraz da bu. Anlı, sadece bir program sunmuyor, kimi zaman kapatılan dosyalarda, olaylarda gördüğümüz şey bir ülkenin sadece siyaseten, ekonomik boyutuyla aldığı şekil değil, kendi haline bırakılmış bir toplumun yöneticilerinin de aslında nelerle ilgilenmeleri gerekirken nelerle ilgilenmedikleri gerçeği görüyoruz. Refah seviyesinin yüksek olması, ekonominin iyi olmasının dahi düzeltemeyeceği “yığın kültürü”nün ortaya çıkardığı yasasızlığı görüyoruz.

Toplumun sosyal yapısıyla şekillenen aile yapısının bireyleri nasıl şekillendirdiğini ekranlara taşıyan bu ve benzeri programlar ilk kez 1914’te İEÜF’de Ziya Gökalp öncülüğünde açılmış olan sosyolojinin de hem geniş bir biçimde konusu hem de nasıl şekillenmeye devam ettiğinin de bir yansımasıdır. Bir evde birlikte yaşamakla değil sadece, bir mahallede, bir şehirde, bir ülkede birlikte yaşamanın da “aile olmak”la ilişkisi olduğu konusuna odaklandığımızda bütün dertlerin ortak bir hanenin derdi olduğunu görürüz. Bütün davalar bu yüzden kamu davasıdır. Fakat bütün bu kamu davaları kamunun gerçekten de ne kadarının umurunda? Bir şeyleri umursamak için ondan haberdar da olmak gerek. Bu açıdan bu programları gerekli kılan koşullar da böylece çıkıyor ortaya. Bir kesimin şiddetle yasaklanmasını istediği bu programları ortadan kaldırmak, yasaklamak da elbette bu yüzden çok da mümkün değil.

“Toplum” denen yığının talebi de bu programların sürmesinden yana. Hiç şüphesiz gerekliliği günü ekranların karşısında eğlemekle ilgili de bir talep bu. Zira bunca yıllar yayınlanan bu tür programların izleyici sayısı kadar bu programlara konu olan olayların da sayısı düşmemekle birlikte artmakta. Artan sadece bu değil tabii, eski çağlardan beri insan var oldu olası var olan suç işleme potansiyeliyle birlikte daha yalın ve basitken, uygarlığın ve teknolojinin gelişmesiyle suç işleme biçimleri, nedenleri, suçun türleri, sayısı da arttı. Ailecek izlenecek programlar listelerinin en başına koyarak izleyenlerle ilgili yapılan anketlerde dikkatlerini mahalle kavgasına çevirmiş bir dikkatle verenlerin sayısı toplumsal bir meseleye odaklananların sayısından çok daha aşağıda bir sayıda değil. Bu sayıların verisel anlamlarını dahi belirleyen şey Türk toplumundaki aile yapısına dayanmakta… Etnik köken fark etmeksizin Türk toplumundaki aile yapısının, özellikle aile içindeki çatışmaların, medyanın etkisiyle nasıl yeniden şekillendiğini de benzer programların izlenme oranlarıyla paralel olduğunu görüyoruz. Bütün aile içi sorunlar toplumsal sorunların bizzat kendisi ve kaynağıdır, bu sorunların açıkça tartışıldığı, şüphelilerin ve mağdurların açık edildiği, tartışıldığı bu tür programlar, toplumda “özel” kabul edilen daha pek konuyu da gözler önüne sermekte. Artık sosyal bilimcilerin dahi tanımlamak, yorumlamakta güçlük çektiği şiddet, cinayet, zina, dolandırıcılık, dini kullanan şarlatanlıklar gibi konular zaten etik ve toplumsal bu kadar kural tanımazlığın arasında artık “özel” ya da “mahrem” olma niteliği de taşımamakta. Bu programların “olumlu” tarafı bazılarının toplumdan korunmanın yollarını bu programlara bakarak bulmaya çalışmasıyken, “kötü” tarafı da bazılarının şüphesiz işledikleri suçları gizlemek ya da işlemeyi planladıkları suçları nasıl gizleyebileceklerine dair stratejileri de bu tür programlardan öğrenmeye çalışmalarıdır.

Bu, suç teşkil eden, toplum tanımaz, kural tanımaz meseleler kesinlikle bu çağa bu güne özel olarak ortaya çıkmış meseleler değiller, fakat günümüze “özel” olan bu suçların durdurulamaz bir biçimde artmış olması. Neden acaba? Geçen aya oranla çocuk istismarı ve buna bağlı çocuk ölümlerinin yarattığı toplumsal infiallere rağmen son iki güne kadar gerçekleşen benzeri olayların değil ortadan kalkması, tekrar etmesi, artması toplumda tersine işleyen şeylerin giderek yerleşik hale geldiğini göstermiyor mu? Bu programlar işte bunu gösteriyor. İyi ya da kötü her şeyin neden sürekli bir hale geldiğini… Sözümona “güçlü geleneksel” yapının böylece aslında özünü mü görüyoruz, yoksa özünden uzaklaştığını mı? Bütün çözümler doğrudan yasalarla çözülecek meselelerken, çözümler yerine çözümsüzlüğü dikte eden şeyleri artık normların değiştirme gücünün de kaybolduğu gerçeğini görüyoruz. İki kutuplu bir toplumsal baskıdan söz ediyorum. Biri yasaları muğlâk kılıyor, biri yasaların çalışır olması için baskı kuruyor. “Toplum” diye ifade ettiğimiz insanlar ve onların kültürlerinden ibaret bir yığından söz ediyoruz. Bu yığın binlerce yıldır yerleşik hayatın peşinde oradan oraya göç etmiş, sonunda yerleşik hayata geçilecek coğrafyayı bulmuş, ama ne bu coğrafyaya yerleşebilmiş ne de bu coğrafyada yerleşik olan sosyal, dini, ekonomik vb. kültürler edinip var olan kültüre de bir türlü yerleşememiş. Evet, bu programlar, her türlü yasal prosedürün uygulanmasına rağmen maddi-manevi gerçekliğini bu programlarda buluyor, aslında insanları rahatsız eden de bu. Müge Anlı ya da diğerleri değil. “Müge Anlı sizi neden rahatsız ediyor?” sorusunun pek çok yanıtı olabilir. İnsanların bu işlerden kazanç elde etmesi bile. Zaten her ailede, her toplumda birinin-birilerinin kendini herkes için feda etmesi beklenir. Fakat asıl rahatsızlık veren şey insanlara, içinde yaşadıkları toplumun bu yanıyla her gün yeniden tanışıyor olmaları, bunda hiç payları yokmuş gibi.

Haftanın tavsiyesi:

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Nefret, sanat, edebiyat, toplumsal barış?

Nefretle inşa edilen ve sanat ve edebiyat dışında artık hayatın büyük bir bölümü kitle edinmek isteyenlerin birbirlerini ifşalaması dışında hiçbir yerde kendine yer bulamadı. Birbirlerinden nefret eden üretici bu sınıfın ortaya koyduğu her şey için “Sanat da artık budur” diyeceğiz galiba

Ne kadar da etten, kemiktenmişim meğer: Kanım Açıkta

Gömleğin gerisi de yok, derisi yok, gömleğin içi yok, gömleğin içinde kimse yok ve aynı denizde yüzmeye devam eder demirden birer başsız kuğu gibi ticaret gemileri. “Dert bu mu?” diyecekler, bu dert değil de ne?

İnsanlıktan daha eski, Suriye meselesi: İnsan, mekân ve sermaye

Son yirmi yılda mülteci krizinin ortaya koyduğu şey sadece göç, yeni yurtlar edinmek zorunda kalan bir yığın insanın korkunç bir dram yaşamasına da neden olmuştu. Bütün bunlar hangi dünya liderinin umurunda?

"
"