28 Ağustos 2023

Şimdi inadına yeni bir söz, inadına yeni bir siyaset lazım

Yeninin peşine düşmeden önce kendimizi değiştirmek gerekiyor belki de. Ezberlerin dışından düşünmek, birlikte düşünmek, sesli düşünmek gerekiyor. Yoksa herkes kendi pozisyonuna, aklına, hayaline, kelimelerine aşık halinde devam ederse kendi kozasını örüp, içinde ölmeye yatan böcekler gibi olacağız

Toplumun yarısı hala şaşkın, kızgın, üzgün ve umutsuz. Muhalif siyasi partiler bir yandan kendi iç meseleleriyle meşgul, diğer yandan hala birbirleriyle hesaplaşma içindeler. Buna karşılık iktidarı oluşturan zihni koalisyon ve aktörleri sistemi kurumsallaştırmak ve kalıcılaştırmak konusunda kararlı bir strateji içindeler. Teknokrat bakanların yanı sıra atanan dörder bakan yardımcısının ikisi yine teknokratlardan oluşuyor. Eski bakanlar Meclis’te bildikleri, önceki sorumlulukları da olan uzmanlık komisyonlarında. 52 ilin emniyet müdürleri değişti, 57 ilin valisi değişti. Ekonomi yönetiminde ve bakanlıklarda hızlı atamalar yapılıyor. Yalnızca bürokrasi değil aynı zamanda ağustos ayında önce 6, sonra 21 Ak Parti il başkanı değiştirildi. İktidar koalisyonunun önümüzdeki yasama yılında hızlı yasalarla başkanlık sisteminin kurumsallaşmasını tamamlama çabalarına tanıklık edeceğimiz anlaşılıyor. Eğer olağanüstü gelişmeler ve değişmeler olmaz ise gelecek seçimlerin yapılacağı 2028 yılında başkanlık mı parlamenter sistem mi tartışmaları geride kalmış olacak. Ya da parlamenter sisteme dönüş çok daha zor olacak.

Siyaseti yalnızca “partililik” üzerinden anlıyorlar

İktidar küresel gelişmelere karşı pozisyon düzeltmeleri yapmaya çalışıyor. Bu arayışlara, biraz daha rasyonel, kurallara sadıkmış gibi görüntü veren ekonomi yönetimine karşın genel gidişata dair tercihlerde bir değişim beklemek mümkün değil. İktidarın dünyaya bakışı kuşkucu ve güvenlik temelli. Daha da önemlisi siyasi alan tanımı daraltıcı, baskıcı. Muhalefete de sivil topluma da güvensiz, kuşkucu bakış hâkim. Arzu edilen, istenilen siyasetsizleşmek, siyasi alanı daraltmak. Kendi çizdiği zihni sınırlar içinde siyaset yapılmasını bekliyor. Sivil toplumun, aydınların, akademisyenlerin muhalif siyaset yapmaları istenmiyor. Her itiraz, her eleştiri kategorik olarak dışlanıyor, baskılanıyor. Çevre sorunları, iklim değişikliği ve yerkürenin ritim değişikliği dikkate alınmadığı gibi köylülerin, çiftçilerin, zeytin üreticilerinin, yeşil aktivistlerin ve bilim insanlarının uyarıları, önerileri de dikkate alınmıyor. Hukuk ve adalet dışı yargı kararlarına karşı baroların, avukatların, bilim insanlarının ve insan hakları aktivistlerinin de uyarıları, önerileri sonuç almaktan uzak.

Çizim: Oksijen

İktidarın yönetme ve muhalefetsiz siyaset tarzında, sivil topluma ve bilim insanlarına kayıtsızlık, güvensizlik ve hatta suçlayıcı söyleminde çok da yalnız olduğunu söyleyemeyiz. Seçimden önceki yıllarda da aşılamayan ve seçimden bu yana muhalefet sözcülerinin açıklamalarına da yansıyan söylemlerden anlıyoruz ki iktidarıyla muhalefetiyle tüm siyasi aktörler siyaseti yalnızca “partililik” üzerinden anlıyorlar.

Gelinen noktada siyaseti anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak heyecansız hale geldi. Siyaset duygularını kaybetti. Siyasi yazılar artık okunmuyor, siyasi tartışmalar izlenmiyor. Bir bakıma toplum da siyasetsizleşmeyi tercih ediyor gibi görünüyor.

“Hükümeti eleştirmek de muhalefete kızmak da anlamsız hâle geldi”

Politikyol internet sitesinde Armağan Öztürk’ün yazdığı gibi bir durum var sanki. “Hükümeti eleştirmek de muhalefete kızmak da anlamsız hâle geldi. Çünkü ne yaparsanız yapın durum değişmiyor. Görünüşte amansız bir kavga var sanki. Ama gerçekte herkesin kendi rolünü oynadığı bir sistemle karşı karşıyayız. İktidar ve muhalefet elitleri hâllerinden memnun. Geldiğimiz yer bakımından ise apolitizm en önemli politik duruşa dönüştü. Çünkü insanlar bu sıfır toplamlı oyundan sıkıldı.”

Herkes yaralı, bereli. Toplumda siyasete karşı derin bir umutsuzluk, ilgisizlik, sessizlik ve hareketsizlik var.

Yaklaşan yerel seçimlere dair sağlıklı öngörülerde bulunmak için henüz erken. Siyasi zeminde ve özellikle muhalif kanatta hiçbir aksiyon henüz belirginleşmiş değil. O nedenle en azından 25 milyon muhalif seçmen ve 25 milyonu aşkın iktidara oy vermiş seçmen gidişattan memnuniyetsiz ama zihnini, kulağını, gönlünü siyasete kapamış durumda. Bunca siyasi bilinmezin içinde seçmen de ne olacağını, kendisinin ne yapması gerektiğini, nasıl yapması gerektiğini bilemediği gibi üstelik örgütsüz de.Örgütlü olan aktif yurttaşlardan ve sivil toplum örgütlerinden de siyasetin eksikliklerini, hatalarını gösterdikleri, açık ettikleri için siyasi aktörler hazzetmiyor, güvenmiyor.

Muhalefet partilerinin seçmene karşı tavırları ise hiç de umut vadeden, davetkar ve katılımcılığa açık değil. Genel seçimlerde olduğu gibi şimdi de seçmen hikayeye, umuda, hedefe, sürece, çözüme ve başarıya kendini ait hissedemiyor. Siyasete muhalif partilerin iç kavgalarını ve ara sıra birbirlerine çıkışmalarını dikkate almazsak sessizlik hakim. Genellikle gündelik hayatta sessizliği gürültüye tercih ederiz ama bazen, özellikle de siyasette gürültü sessizlikten iyidir. Aynı kelimeler, aynı argümanlarla aynı münazaraları tekrarlamak siyaset değil ancak kuru gürültü oluyor. Mesele aynıların değil farklılıkların, örgütlülüklerin ses çıkarabilmesi, müzakerelerin seslerinden çıkan gürültünün üreteceği olumlu enerjinin peşine düşülmesi.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden doktora öğrencileri Çisel Karacebe ve Suzi Asa’nın “Bir Arada Olabilmek Mümkün mü?” başlıklı konuşmalar dizisindeki sunumları ilham vericiydi. İki gencin çalışmalarında evlerimizde kapandığımız pandemi sürecinde evlerimizin, insansız sokakların bizi ne tür işitsel bağlar kurmaya zorladığına ve buna nasıl karşılık verdiğimize ilişkin örnekler sunuyorlar ve ekliyorlardı: “Aynılaşmadan farklı seslerimiz bazen kötü değil tam aksine doğru ve güzel olan olabilir.” Sorun şu ki örgütlenme arzusu düşük, konuşma yolları kapalı, kelimeler yorgun. Kulaklarımız dış dünyaya ve seslere kapalı. Belki de bu sessizliğin içindeki yeni sesleri, farklı sesleri duymaya, o yeni seslerin açacağı yeni siyasi fırsatlara odaklanmalıyız. Yoksa duyduğumuz yalnızca kaygı ve endişelerin artırdığı kalp çarpıntısı, yoksulluk feryadı, umutsuzluk çığlığı. Ekonomik sorunlar ve siyasetin siyasetsiz toplum tercihi bireylere bireysel sorunlarının dışında memleket meseleleriyle meşgul olma fırsatı vermiyor. Bu ortamda Armağan Öztürk’ün andığım yazısındaki önerisine dönmek iyi olabilir: “Kurumsallaşan sisteme ve nihilistleşen halka karşı iki seçeneği kaldı muhalif aydınların: Derin meseleler hakkında yeniden düşünüp nadasa bırakılmış fikir tarlalarını sürmeliyiz. Hep beraber, aşağıdan yukarı eylemi, yeniliği örgütlemeliyiz.”

Birbirimize karşı dilsizleştik sağırlaştık

Kalabalıkların içindeki yalnızlıklar, sessizleşmeler değil örgütlü beraberlikler dayanışmayı güçlendirir. Yaşadığımız son on beş yıldaki kutuplaşmanın sonucu olarak mahallelerin birbirlerine karşı nasıl dilsizleştiğini, nasıl sağırlaştığını denedik. Şimdi mahallelerimizin içinde de birbirimize karşı dilsizleştik, sağırlaştık. Şimdi inadına yeni bir söz lazım, inadına yeni bir siyaset lazım.

Duygu dünyasından bakıldığında üç Türkiye mahallesinin üç ayrı baskın duygusunu var. Ortak değerleri ararken ortak duyguları da kaybettik. Ortaklaştığımız tek duygu kaygı ve korku ama kaygı, korku nedenlerimiz arasında bile farklılıklar var. Mahallerimize göre farklı korkularımız var. Kimimiz ekonomik gidişattan, kimimiz ülkenin, devletin bekasından, kimimiz kendi kimliği ve yaşam tarzından dolayı kaygılı. Korkularımızın ortaklaştığı tek konu bireysel ve ortak geleceğe dair oluşları. Bir arada olmak için hayalleri ortaklaştıramadık ama korkuları ortaklaştırabilir miyiz acaba? Örneğin olası kuraklık, gıda krizi, İstanbul depremi gibi yaklaşan felaketler etrafında bari örgütlenmeyi, dayanışmayı yükseltebilir miyiz? Birbirimizi korkutmak yerine, birbirimizi dayanışmaya çağırabilir miyiz? Örgütlenme biçimlerinde metropolleşmenin, teknolojinin getirdiği yeni fırsatları, sosyal ağları yeniden düşünmek, yeni yollar bulmak gerek.

Yaygınlaştırılmış ve güçlendirilmiş siyasi ilişkilere, örgütlenmelere, çabalara ihtiyaç var. Mademki profesyonel siyasetçiler siyasetin kendi tekellerinden çıkmasını istemiyorlar, siyasi statü ve elitliğin imkanlarından vazgeçmek niyetinde değiller, aktif yurttaşlar “siyasetin doğallaşmasını, yaygınlaşmasını nasıl sağlayabilir” sorusu üzerine düşünmek gerek. Siyaset ve partiler değişime nasıl zorlanabilirler, yollarını, yöntemlerini bulmak ya da bambaşka bir siyaseti örgütlemenin peşine düşmek gerek.

Siyaset dünyada da tıkanmış gibi görünüyor

Yalnızca bizde değil, siyaset dünyada da tıkanmış gibi görünüyor. Popülist ve şoven hareketler ve liderler dışında dünyada da yeni siyasetçiler henüz yeterince güçlü değiller. Belki de bu yalnız geleneksel parti temelli siyasetin değil temsili demokrasinin de krizi. Yeninin peşine düşmeden önce kendimizi değiştirmek gerekiyor belki de. Ezberlerin dışından düşünmek, birlikte düşünmek, sesli düşünmek gerekiyor. Yoksa herkes kendi pozisyonuna, aklına, hayaline, kelimelerine aşık halinde devam ederse kendi kozasını örüp, içinde ölmeye yatan böcekler gibi olacağız.

Murat Menteş’in, Afili Hafiye romanındaki kahramanlardan birisinin cümlelerini not edeyim: “Hakikat değişkendir. Sabitleşen, bayraklaşan, markalaşan her düşünce yozlaşır. Kendini eleştiriye kapatan, köklü sorgulamalara yasak getiren, şablonlaşmış, kitlelerce tüketilen, hayatın sponsoru gibi paso reklamı yapılan, sloganları otomatikman tekrarlanan, refleksleşmiş fikirler… Vitaminsiz, mineralsiz, strafor misali kemirilen lakırtılar.” Ülkeler ve toplumlar da bazen sınamalardan geçiyor. Dünya nereye gidiyor, yaşadıklarımız kırılmalar mı başlangıçlar mı? Şimdilik dünyada da ülkemizde de yeni başlangıçlar ufukta görünmüyor ama umudu inşa etmekten de vazgeçemeyiz. Memleketten de toplumsal esenliğin peşine düşmekten de umut ve hayallerimizden de vazgeçemeyeceğimiz gibi.

Her değişimin üç katmanı, unsuru var, zihniyet-kurumlar-kurallar. Üçü bir arada olmadan köklü değişimler olamıyor. Bugün gelinen noktada siyasette de zihin haritaları değişmeden partiler de siyasetin kuralları da değişemeyecek. Siyasetin, siyaset yapmanın zihin haritası değişmeden de toplumun siyasete bakışı, siyasette dahil olma arzusu, siyasetten beklentileri değişmeyecek. Toplumun basıncı, denetimi olmadıkça partiler ve siyasetin kuralları da değişmeyecek. Bu bir kısır döngü. Bu kısır döngüden çıkış için önce sorular soralım, kendimize ve siyasi mahallemize. Bilelim ki Stanisław Jerzy Lec’in cümlesiyle, “her sorunun ardından yanıtı gelmez, ama sorumluluğu gelir.” Unutmamamız gereken, aradığımız başlangıç enerjisi belki de bu memlekete karşı sorumluluklarımızdır.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.

Yazarın Diğer Yazıları

CHP’nin önündeki seçenek: Düzene muhalefet mi, düzenin içindeki muhalif olmak mı?

Sadece siyaset tarzının ve sözcülerinin değil çok şeyin yeniden düşünülmesi ve değişmesi şart. Strateji olmadan taktik hamlelerle gelen bugünkü kazanım kalıcı olmayabilir. CHP’nin bu kararı verebilmesi için yalnızca yeni bir lider ve yeni bir ruh aramaya değil dünyayı, dünyanın gidişatını, olanı ve olması gerekeni, o dünyanın Türkiyesi için hayalini ve iddiasını düşünmesi gerek

CHP'nin önündeki büyük fırsat: Geleceği belirleyecek aktörlerden birisi olabilecek mi?

Kutuplaşmanın, kimlik gerilimlerinin yükseldiği, ortak yaşama iradesinin, “biz” duygusunun azaldığı bir dönemde CHP bir fırsat yakaladı. Şimdi CHP’nin önündeki yolu belirleyecek iki önemli nokta var. Birincisi bu seçimdeki başarıyı nasıl anlamlandıracağı, ikincisi dünyayı ve zamanın ruhunu yeniden anlamlandırarak, yalnızca kadrolarında değil kendi iç yapısında, zihniyetinde, tüzüğünde, programında nasıl bir değişim geçireceği...

CHP yerellerdeki yaygın ve güçlü iktidar fırsatını doğru kullanabilecek mi?

Partilere sadakat çözülüyor ama henüz karşı tarafa olan olumsuz duygular aşılabilmiş değil. O nedenle muhafazakârlar, sekülerler ve Kürtler sandık başında aynı oy pusulasını kullanıyor olsalar da o pusulaya aynı anlam gözüyle bakmıyorlar. Sekülerler ve Kürtler gidişatı değiştirmek için oy verdi, partisinde gidişatı değiştirme kapasitesi görmeyenler de sandığa gitmedi. Muhafazakârlar iktidara itirazlarını göstermek için sandığa eksik gitti. Bu eğilimler kalıcı mı? Araştırılması gereken konu bu