Depremde de böyle olmuştu, orman yangınlarında, sel felaketlerinde, maden göçüklerinde de. Muhtemelen Kartalkaya yangını katliamından sonra da birkaç işletmeci ve yetkilisinin mahkemeye çıkarıldığı, seçilmiş ve atanmış kamu yetkililerinin cezasız kaldığı bir sürece tanıklık edecek ve bir dahaki katliama kadar gündemden çıkaracağız. Son bir yıl içinde yaşadığımız Yenidoğan çetesi olayı, yangın çıkan yatılı kız kuran kursu, İliç maden kazası, İzmir’de açıkta bırakılmış elektrik kabloları nedeniyle yağmurda ölen yurttaşlar gibi örnekleri çoğaltabiliriz.
Hemen tüm felaket ve katliamlarda hangi seviyede olurlarsa olsunlar görevlerini yapmayan kamu görevlileri, seçilmiş karar vericiler, kuralları aşmayı iş bilirlik olarak gören yükleniciler, iş sahipleri var karşımızda. Toplumsal zihniyetimizde bir temel özellik var. Toplumdaki devlet algısı hayatı düzenleyen değil denetleyen devlet olarak şekillenmiş. Öte yandan devletten ve denetlemelerden kaçınmak da maharet haline gelmiş, normalleşmiş. Seçilenleri, atananları ve hatta yurttaşlarıyla, hep birlikte hayata, memlekete ve giderek birbirimize karşı bu denli hoyratlık, saygısızlık, sorumsuzluk normalleşiyor belki de.
Sorun hafızasızlık değil ortak geleceğe inancı kaybetmiş olmak
Gökçer Tahincioğlu’nun tespitiyle, “kutuplaşmadan gözü dönmüş, hafızasız bırakılmış bu ülkede denetim dediğin aşılması gereken bir engel sadece… Denetleyen de denetlenen de bu ülkenin kendine özgü kurallarını gayet iyi biliyor. Can kaybı belirsiz, yetkili belirsiz, denetleyen belirsiz, eleştiri bile yasak.”
Ortak iyiye, güzele, doğruya dair kabulleri ve duyguları kaybediyoruz. Tahincioğlu hafızasız bırakılmaktan söz etse de aslında hiçbir şey kaybedilmiyor. Aksine her şey toplumsal hafızaya kaydediliyor. Toplumsal hafızaya kaydedildiği için de felaketlere, katliamlara duyarsızlaşıyoruz.
Veri Enstitüsü’nün “Türkiye’nin Değişen Yüzü” araştırmasının en önemli bulgularından birinin değerlerin değil algı ve beklentilerin belirleyici gücüne dair olduğunu bu köşede yazmıştım. Bunun birkaç sebebi var.
Birincisi “değerler” dediğimiz toplumsal tutum ve davranışlardaki ortak “iyi, güzel, doğru” tanım ve kabullerimiz değişiyor. Fakat bu değişim siyasal ve kültürel kutuplaşmalar nedeniyle ortak ufku kaybetme süreciyle beraber geliştiği için toplumun farklı kesimlerinde farklı biçimde, yönde yaşanıyor.
İkincisi ise tam da önceki nedenle değerler siyasileşiyor. Teoride varsayılır ki insanlar kentleştikçe, eğitim ve gelir seviyeleri değiştikçe önce gündelik hayat pratikleri değişir. Sonra daha uzun sürede olsa da kültürel değerler de pratiklerdeki değişimi takip eder, kentli ve çoğulcu değerlere doğru dönüşür. Yeni değerlerin içselleştirilerek değiştiği varsayılır.
Fakat bizde yaşanan süreç farklı. Demokratlık, özgürlükçülük, laiklik, yenilikçilik gibi sanayi toplumunun çok belirgin değerleri bizde içselleştirilmekten daha çok, güncel siyasi gerilimlere paralel olarak şekilleniyor. On yıl önce daha demokrat, özgürlükçü görünen kesimler bugün daha otoriter, daha tutucu.
Ya da on yıl önce daha otoriter görüntü veren kesimler bugün daha demokrat görünüyorlar. Çünkü o günkü pozisyon da bugünkü de güncel siyaset üzerinden şekilleniyor.
Üçüncüsü toplum gecikmiş bir modernleşme süreci yaşıyor. Batı’nın iki yüz yılda katettiği süreci gecikmenin telaşıyla, kutuplaşmanın savrukluğuyla beraber yaşıyoruz. O nedenle de göçle kentleşiyor, eğitim seviyemiz değişiyor olsa da hibrit, gri alanlarda pratiklerimiz, davranışlarımız benziyor olsa da değerler dünyası farklı gelişiyor.
Dördüncüsü, değerler uzay boşluğunda iyi, doğru, güzel tanımları olarak algılanıyor ama pratiğe yansırken eksiliyor. Yani insanların büyük kesimi uzay boşluğunda daha demokrat, daha çoğulcu, daha özgürlükçü fikirlere, önermelere açıklar fakat pratiğe dönüldüğünde “ama” diye başlayan zihni ve pratik kısıtları baskın.
Beşinci nokta ise her şeye karşın toplumsal cinsiyet eşitliği, fırsat eşitliği, adalet talebi konularında büyük bir zihni farkındalık yükselişi ve ortaklaşma var.
Değerlerde savrulma bireysel ve toplumsal ahlakı bozuyor
Toplum ve bireyler olarak afallamış durumdayız. Yaşanan ekonomik ve siyasal krizler yumağı içinde giderek ortak hayata, ortak geleceğe yabancılaşıyor, içe kapanıyor, bencilleşiyoruz.
Öte yandan siyasal kutuplaşmalar nedeniyle belki de vicdanımızı yitiriyoruz. Kendimiz dışındakilere yabancılaşıyoruz. Ortak hayatın sorunlarına, diğerlerine, ötekileştirdiklerimize sağırlaşıyoruz, körleşiyoruz. Giderek dilsizleşiyoruz, susuyoruz.
Kartalkaya’da o kadar kişi öldükten sonra eğlenmeye devam eden insanların görüntüleri vardı sosyal medyada. İnsanlar kötü oldukları için mi meselelere ve giderek kendilerine bile mi yabancılaşıyorlar yoksa ölenler umurlarında mı değil sorusu tartışmaya değer.
Bireysel yabancılaşma o denli yaygınlaşıyor ki toplumsal ahlak eksiliyor. Toplumsal ahlak her birimizin diğer insanlara ve topluma karşı sorumluluklarını belirliyor. Saygı, adalet, şefkat, yardımseverlik, dayanışma, hoşgörü, tolerans, onur, sorumluluk duygusu gibi birçok değer ve norm sayabiliriz. Bu değerler ve normlar bir toplumun bir aradalığını güçlendiren, huzurunu ve gelişimini sağlayan değerler.
Bu değerler ve normlar her toplumun kendi yaşanmışlıkları, kültürü, tarihi, dini, dili, gelenekleriyle şekilleniyor elbette. Öte yandan insanlığın binlerce yıllık kazanımları, insanlığın ve gezegenin ortak değerleri, normları ve ortak hukuku, kurumları, kuralları da var hayatımızı ve toplumsal ahlakı şekillendiren.
Bugün yalnızca kendi ülkemizde değil hemen her ülke krizler yumağı içinde. Bir bakıma var olan tüm sistemlerin, kurumların, kuralların sorunları yönetmeye yetmediği gibi kendilerinin de krizlerin nedeni haline geldikleri bir zaman aralığında yaşıyoruz. Bireyler ve toplumlar yaşanan karmaşıklığa ve belirsizliğe karşı kendilerince savunma mekanizmaları geliştiriyor.
Bireysel hayat ile toplumsal hayatı ayrı değer setleriyle yaşamak bizim toplumumuza özgü davranış biçimlerinden birisi. Bir diğeri doğru diye bildiklerine karşın pratiklerde farklı davranmak ki bu da diğer toplumlarda da var.
Bozulan gerçeklik algısı otoriterleşmeye toplumsal rıza üretiyor
Gerçekleri yadsıma ya da çarpıtmak da bir başka savunma stratejisi. Veri Enstitüsü’nün “Türkiye’nin Değişen Yüzü” araştırmasının bir diğer önemli bulgusu irrasyonel fikirlerin, komploculuğun toplumda yaygınlaştığıydı. Bireyler ve toplumlar bazen açıklamakta, kavramakta zorlandıkları konularda kolayca çarpıtılmış gerçekliklere inanmaya meyilli oluyorlar. Çünkü bireyler de toplumlar da bu savunma mekanizmaları sayesinde tehdit altında olduğunu hissettikleri varlıklarını, hayatlarını koruduklarını sanıyorlar.
Bazen başkalarını suçlayarak, bazen kendilerine dair başka tarihler, hayaller, tahayyüller geliştirerek bir biçimde herkes kendini korumaya çalışıyor.
Asıl tehlikeli olan ise tehdit, risk kaynaklarını yok edeceğini varsaydıkları bir otoriteye sığınarak savunma mekanizması geliştirmek. Otoriteye toplumsal rıza böyle inşa ediliyor.
Bazen gerçeklerden kaçarak ya da bir başka sanal gerekliğin, tehdit algısının ürettiği korku otoriteyi meşrulaştırıyor. Bazen güç gösterilerinin büyüsüne kapılıyor bireyler ve toplumlar. Bazen bencilce bireysel hayatlarındaki dilsizliği ve sağırlaşmayı otoriteye sığınarak, gücünü otoriteye devrederek sorunların çözümü sorumluluğunu da otoriteye devretme rahatlığı cezbediyor toplumları. Bazen de geleceğe dair bir başka umudun, iddianın olmaması var olan gücü meşrulaştırıyor.
Bizim de yaşadığımız süreçlerin içinde tüm bu unsurları gözlemek mümkün. Bugün biraz daha baskın olanın ise derin bir umut yorgunluğu, hayal kırıklığı ve memleketin geleceğine olan kaygı ve endişe duygularının otoriteyi meşrulaştırdığını gözlüyoruz.
Toplumun bazı kesimlerinde değişim, farklılık gibi kavramlar bile artık tartışılır olmaktan çıkıyor.
Çoğulculuklar, özgürlükler ve hatta demokrasi krizlerin nedeniymiş gibi algılanmaya başlıyor. Giderek demokrasinin neden olduğu krizler otoriterlikle çözülebilir sanılıyor.
Her bir olağan dışı olayın felakete, her felaketin katliama dönüşmesi yalnızca bireysel duyguları, savunma mekanizmalarını değil toplumsal hafızayı ve giderek geleceği belirleyecek duyguları, fikirleri, tutum ve davranışları besliyor.
Otorite ve iktidar da bu süreci böyle okuyor, manipüle ediyor, daha güçlü bir otoriteye itaati topluma kabul ettirmeye çalışıyor. Benzer bir süreci yakın tarihte yaşadığımızı hatırlayalım. Haziran ile Kasım 2015 genel seçimleri arasında yaşanan katliamların değişimi değil statükoyu güçlendirdiğine tanıklık etmiştik.
Yalnızca bizde de değil, ABD’de Trump’ın yeniden seçilme sürecine ve sonrasındaki tartışmalara bakalım, 2024 yılında dünyanın yarıya yakınında yapılan seçimlerin sonuçlarına bakalım, hep benzer bir tablo var karşımızda. Otoriterlik ve demokrasi karşıtlığının bu kadar yaygın kabul gördüğü bir zaman dilimi yaşamadık 2. Dünya Savaşı’ndan beri.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.