“Bilmek için zihinde canlandırmak … anımsamak için imgelemek gerekir.”
- G. Didi Huberman
Görünür ve duyulur dünyaya ait tüm imgeler insanlığın en büyük mirasıdır. İmgeler bireysel ya da toplumsal yaşamımızı etkilemede olağanüstü güce sahipler. Tarihin manipülatif imgeleri de dahil, günümüzde içi boş, her alanı kuşatan imge bombardımanına karşın bu gerçek değişmez. Peter Burke, imgelerin tanıklığı olmasaydı, maddi kültür tarihi neredeyse olanaksız olurdu, zihniyetlerin tarihi de, günlük yaşamın tarihi de’ der. İmgelerle algılıyoruz, düşünüyoruz ve etkileniyoruz. İmgelerin sayesinde ‘şimdi’yi anlayabiliyoruz geleceği öngörebiliyoruz. Gerçekliğin satır aralarını okuyabilmek, imgelerin derin katmanlarına inebilmeyi gerektirir. Fotoğraf da görünüre dair imgeler dünyasına dahil olduğundan bu yana ‘hakikat anlarının’ kanıtları oldu. Fotoğrafla birlikte tarih de sanat da değişime uğradı.
![](https://media-cdn.t24.com.tr/media/library/2025/01/1738316936894-amir-nasri-cile-odasi-kapak-1.png)
Çile Odası [1] kitabının konusu, İran’da yüzlerine kezzap atılmış ve saldırı öncesi kimliğine ait fotoğrafını elinde tutan dört kadının fotoğrafları üzerinedir. Fotoğrafların kurguları “görsel içinde görsel” modelidir. Kitap, yirmi iki fragmandan oluşmaktadır. Çile Odası metaforunun ana imgesi Çehre’dir. Çehre her fragmanda farklı bir bağlamla ele alınmış. Her fragman, imgelerin çağrışımlarına, birbirleriyle olan uyum veya uyuşmazlıklarına ve çözüm önermeyen çelişkilerine göre ilerliyor. Yazar tutucu geleneğin kurbanı dört kadının fotoğraflardaki imgelerinden hareketle, olaydan ‘önce’ ve ‘sonra’sını güçlü anlam katmanlarıyla irdeliyor. Metinde ele alınan her bir görsel, imgelerin ‘kendi başına şey’ olarak duyular dünyasına göre düşünülmesi veya ‘görünüşlerin bağlantı ilkeleri’ üzerinden düşünülmesi arasındaki çatışkılara (antinomi) odaklanıyor. Metinde toplumsal trajedi imgeleriyle imgenin tarihsel dönüşümleri arasında güçlü bir ilişki kurulmuş. İmge-yorumlar, çözümlemeler ve imgenin anlamlandırılması kolektif belleğin unutma özelliğine ve alışkanlıkları sarsmaya yönelik bir uyarı niteliğinde. Aynı zamanda yazar, okuyucuya, imgelerin göründüğünden çok daha katmanlı, çağrışımı zengin derinlikleri olabileceğini gösteriyor.
Bu kitabın çevirmeni Mehdi Saadeti ile yaklaşık on yıl aynı kurumda birlikte çalıştık. Titizliği, çalışkanlığı, duyarlı insani değerleri ve en önemlisi sorumluluk bilinci belleğimdedir. Bu metni incelememi ve hem Türkçesine hem içeriğine bakmamı hem de yayınlatabilmek için benden destek istediğinde doğrusu kaygılarım vardı. Ama okudukça yazarın felsefi birikimi, bakışı ilgimi çekti ve metni zevkle okudum. Hem bilgilendim hem yazarın ayrıntılara incelikli ve duyarlı yaklaşımına hayran oldum. Metinde Orta Doğu coğrafyasına ait (İran), bazı gerçek olaylar sonucu zihnimize kazınan fotoğraf imgeleriyle, dünya klasmanında uluslararası bilinen kanonik düşün insanlarının düşünceleriyle kurduğu bağlar, derinlikli ilişkiler ve imgelerin anlam katmanları hayranlığımı bir kat daha artırdı. Karşımda bana göre, ‘başkalarının acısına bakan’ ve acıların tutsağı olmadan diyalektik bakış sergileyen bir imge-yorum üstadı vardı. Doğduğu ülkenin insanı olmakla birlikte bir dünya insanı izlenimi edindim. Yani “üç kere doğmuş” bir dünya insanı. Bozkurt Güvenç yazdığı Türk Kimliği kitabının ‘sözbaşı’ anlatımında aktarır; Hindistanlı insanbilimci Sirinivias, Batılı meslektaşlarıyla yaptığı bir söyleşide, ‘üç kere doğmuş’ insanı şöyle anlatır: “Her insan en az bir kez doğar. Onlardan küçük bir bölümü yabancı toplum veya kültürleri tanıyıp tanıtarak ikinci kez doğar… Ama bizlerden çok azı, bununla da yetinmeyip, kazandığı gözlem gücü ve deneyimle kendi toplumunu incelemeye girişir ve üçüncü kez doğar.” Bence bu yapıt da ‘üç kez doğmuş’ bir yazarın, bizlerin de aynı çabayı göstermesine ve düşünmesine yapılmış bir çağrı niteliğinde.
Çehre’nin eş anlamı Türkçede yüz sözcüğüdür. Yüz yerine çevirmenimizin Farsça ‘Çehre’ tercihinin bu metnin ruhuna çok uyduğunu düşünüyorum. Çehre aynı zamanda Farsçada ‘bir şeyin doğası veya özü’ anlamına da gelmektedir. Zaten Türk okuru da Çehre sözcüğünün bu anlamına yabancı değil. Yüzeyden öte, öze, bireyin doğasına işaret eden çehre, bir iç gerçeklik olarak da bütüne işaret eder. Yani çehrenin sahip olduğu bedene, ruha. Amir Nasri de metinde kezzap saldırısı kurbanlarını birer ‘acı çeken beden temsilleri’ ve ‘beden/çehre’ kavramlaştırmasıyla derinleştirir. Dikkatimi çeken ilginç bir tespit de yazarın, kurbanların başlarından geçen hikâyelere metinde hiç değinmemesi. Jerry Saltz’ın Francis Bacon resimleri için söylediği “hikayesiz hikayeler” tespiti, yazarın, bu imgelere yaklaşımı için de geçerli. Nasri, fotoğraflar aracılığıyla gerçekliğin şiddetini başka bir yoldan deneyimlememizi istiyor: İmgelerin şiddetiyle…
Fotoğraflarda aynı kişinin farklı zaman dilimlerinde çekilmiş iki imgesi bir arada görünmekte, “imge içinde imge”. Biri kurbanın zamanında onu tanımlayan kayıtlı kimliği, diğeri ise çehresi kezzaptan dolayı tahrip olmuş hali. Şimdiki imge önceki imgesinin fotoğrafını izleyicisine gösterir şekilde elinde tutuyor. İki imgenin zamansal mesafesi ve ikinci imgenin tanınamazlığı bizi boşluğa sürüklüyor. Yazarın ifadesiyle ‘yokluğa’. Fotoğraflardaki ikinci portreler birinci portrelerle birlikte ‘çifte yokluğun’ anlamını katlıyor. Fotoğraflardaki sonraki imgenin tanınmazlığı birincinin hikayesine bağlanarak imgenin şiddetini artırıyor. Bana göre bu imgeler, dünyada şiddet mağduru kurban imgeleri arasında en boğucularındandır desek bile eksik kalır. İki imge arasında gidip gelmek en uzun maratondan daha yorucu mesafe yaratıyor zihnimizde. Aradaki boşluk birinin varlığını diğerinin yokluğunu anımsatır. “İmge içinde imge” birbirleriyle diyaloğa giriyor: “Şimdiki ben aslında ‘O’yum. Şimdiki ben aslında O değilim.” Bireysel çehre yoktur artık, kezzap saldırısı mağdurlarından biri olarak toplumsal çehreye dönüşmüş, “Kimse” olmuştur. Bu “kimse”ler baskın ideal “kimse”lerin ötekileridir.
Amir Nasri Çile Odası metaforuna yirmi ikinci fragmanda ayrıntılı değinir. James Elkins’in, “fotoğraf bir çile odasıdır” metaforundan esinle bu kitap Çile Odası adını alır. Her iki adlandırma da “genişletilmiş metafor” kavramlaştırmasıdır diyebiliriz. Metaforik süreçlerin en uç noktası olan alegorik anlatımla Amir Nasri okuyucuyu, hayal gücü, düşünce ve duyarlıkla imgelere bakmaya davet eder. Çile Odası, “genişletilmiş metafor” kavramıyla tek bir anlamlandırma noktasının ötesine taşınır ve her metaforik gönderme metnin bütününe yayılır. Yirmi ikinci fragmanda, Çile Odası ile ilgili yapılan birbirinden farklı her yorumun özelliğinden dolayı tekrar geri dönüp, metnin bütününe yeniden bakmamız öneriliyor.
[1] Bu metin, İranlı yazar Amir Nasri’nin Çile Odası- İmge ve Kurbanın Çehresi adlı kitabının Türkçe çevirisine yazdığım Sözbaşı tanıtım yazısının yeniden elden geçirilmiş halidir. (Farsçadan çeviren Mehdi Saadeti, Sakin Kitap yay. 2024)