17 Ekim 2024

Ahmet Ümit: Artık ciğerim yanıyor, bunu yazmak zorundaydım!

"İktidardakiler kendilerine ‘padişah’ denilmesinden ve ‘kullarım’ tavrından mutluluk duyuyor”

Fotoğraflar: T24

İstanbul sokaklarına sinmiş puslu bir hava ve bu kez daha umutsuz, daha öfkeli bir Başkomser Nevzat. Ahmet Ümit’in Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Yırtıcı Kuşlar Zamanı adlı yeni romanı, okurlarıyla buluştuğu andan itibaren büyük ilgi gördü. Nevzat’ın hayatındaki derin travmalar, adalet arayışı ve toplumun içinde bulunduğu sosyal çöküş bu romanda ön planda. Ancak bu kez bireysel trajedilerle toplumsal çöküş çok daha yakıcı bir şekilde yansıtılıyor.

Roman, Nevzat’ın karısı ve kızını kaybettiği patlamanın ardındaki sırları çözme çabasını ve intikam duygusuyla çelişkili olan, adalet arayışını konu alıyor. Nevzat, geçmişin travmalarıyla yüzleşirken, İstanbul’un yeraltı dünyasındaki metamfetamin ticareti ve mafya düzeniyle savaşıyor. Uyuşturucu baronlarının etkisi ve ahlaki çöküş, Türkiye’nin bugünkü gerçeklerine ayna tutuyor.

Ahmet Ümit’le birçok kez röportaj yaptım ve her seferinde bir kez daha anladım ki, Başkomser Nevzat maceraları yalnızca bir polisiye değil; toplumun derin yaralarına dokunan, sorgulatan ve sorgulayan bir seri. “Ülke bu durumdayken başka bir şey yazamazdım, içim yanıyor” diyen Ümit, bu sözleriyle hepimizin duygularına tercüman oluyor. Yazarla, Nevzat’ın karanlık dönüşümünü, İstanbul Sözleşmesi’nin toplumsal önemini, gündemden düşmeyen yaralayıcı olayları, uyuşturucu salgınını ve toplumsal çöküşü derinlemesine ele aldık. Sohbetimizi, Ümit’in İstanbul Sözleşmesi'ne dair şu çarpıcı vurgusuyla noktaladık: “İstanbul Sözleşmesi'ni derhal yürürlüğe koymamız gerekiyor. Yasalar daha ağır olmalı, kadınların hakları güvence altına alınmalı. Pozitif ayrımcılık zorunlu.”

- 2 Ekim’de Başkomser Nevzat’ın yeni macerası Yırtıcı Kuşlar Zamanı çıktı. Ve tüm okuyucular kitapçılara koştu. Çok özlemişiz. Beyoğlu abimizin okuyucuyla bu kadar özdeşleşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Neler hissediyorsunuz?

Çok mutluyum. Büyük bir etki yarattı. Beklemediğim bir şey değil ama Yırtıcı Kuşlar Zamanı 15. romanım, 8. Nevzat kitabım. Yeni macera güncel bir konuya değindiğinden hiç olmadığı kadar yoğun bir ilgiyle karşılandı. Bu kısa dönemde Antalya, Kocaeli ve İstanbul'da okuyucularımızla buluştum. İnanılmaz bir ilgiyle karşılandım. Umarım devam eder. “Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirmek” gibi deyim vardır. Bu nedenle devam etmesi önemli (gülüyor.) Eğer bunu böyle devam ettirirsek çok çok iyi. Okuduklarına ve beklediklerine değecek bir roman olmasını umut ediyorum. Sizin gibi okurlarımın çoğundan da geri dönüşler gelmeye başladı. Büyük oranda çok mutlular, memnunlar. Tek dertleri çabuk bitmesi (gülüyor.) Yeni kitap ne zaman, yeni macerada bizleri ne bekliyor, sorularıyla karşılaşıyorum. Bu da beni mutlu ediyor.

“Bu kitapta Nevzat'ı daha karamsar, ümitsiz ve öfkeli görüyoruz”

- Nevzat’ın yeni macerasında karısı ve kızının öldüğü patlamadan sağ çıkması, onu derin bir suçluluk ve intikam duygusuyla baş başa bırakıyor. Bu kişisel trajedi, Nevzat’ın adalet arayışını nasıl şekillendiriyor?

Aslında tam da öyle. Nevzat diğer maceralarında da olduğu gibi hep kederlidir. Hiçbir zaman çok mutlu bir adam olmadı. Ama hep umutludur. Çok yoğun bir umudu vardır. Ve serinkanlıdır. Bu kitapta Nevzat'ı daha karamsar, ümitsiz ve öfkeli görüyoruz. Haklısınız, ama bu Türkiye'de yaşayan insanların ortak ruh hali değil mi? Çaresizlik, umutsuzluk, sıkışmışlık, giderek yoksullaşmak, insanların birbirine ve adalete sitemine, devlete kuşkuyla bakması... Nevzat tüm ruh hallerimizin bir yansıması. Nevzat da ülkede yaşayan ve suçla mücadelenin ortasında yer alan bir insan olarak bütün bu adaletsizlikten, liyakatsizlikten, hukuksuzluklardan yoğun bir şekilde payını alıyor. Suç örgütleriyle mücadele ettiği için direkt etkileniyor. Ancak bu sefer onu esas olarak etkileyen zihnindeki boşluklar ve kızının, karısının katillerini bulmak.

- Evet, tam da o konuya gideceğiz. Nevzat doktorların uyguladığı şok tedavilerle hafızasındaki travmalardan kurtulmaya çalışıyor. Türkiye’nin de tarihsel ve toplumsal hafızasında bir unutma eğilimi var. Toplum olarak bunca çökmenin sonunda unutup duyarsızlaşıyor muyuz?

Evet. Nevzat karısı ve kızının ölümüyle ilgili kazanın sorumlusu hissediyor kendisini. Şok tedavilerle hafızasındaki travmalardan kurtulmaya çalışıyor. Yaşadığımız toprakların tarihsel ve toplumsal hafızasında da bir unutma eğilimi görüyoruz. Unutma da bizi bir süre sonra duyarsızlaştırıyor.

“Sorunları unutarak güçlenmeniz mümkün değil”

- Peki duyarsızlaşmış halimizi ve ödediğimiz bedelleri nasıl yorumluyorsunuz?

Maalesef duyarsızlaşıyoruz. Gün geçtikçe bu durum daha da artıyor. Bireysel olarak hayatlarımıza devam etmek ve sürdürebilmek için büyük travmaları unutma eğilimindeyiz. Unutmak işimize geliyor. Hatta çok çirkin olaylara bile göz yumuyoruz. Aile içi şiddet olaylarında bu durum yoğun olarak yaşanıyor. Bazı anneler evlilikleri sürsün diye çocuklarına, kızlarına yapılan tacizlere göz yumuyorlar. Toplumsal olarak da ne yazık ki geçmişte yaşadığımız büyük yıkımlar, büyük trajediler, büyük travmaları unutma eğilimindeyiz. Unutalım ve yolumuza devam edelim mantığı bizi yok ediyor. Bu asla doğru bir yöntem değil. Unuttuğumuz her sorun çözülmeden kalıyor ve giderek büyümeye başlıyor. Ve bir süre sonra devasa bir sorun haline geliyor.

Bugün Türkiye’de yaşadığımız pek çok meselenin kaynağı da bu. Sürekli sorunların üzerini örtüyoruz. 29 Ekim’de Cumhuriyet'in 101. yılını kutlayacağız değil mi? Cumhuriyet fikri ancak demokrasiyle birleştiğinde anlam kazanabilir. Biz eğer çok daha önce demokrasiyi kurabilseydik, demokratik bir Cumhuriyet'i yaratabilseydik, Cumhuriyet’imiz demokrasiyle taçlansaydı bugün yaşadığımız sorunların büyük bölümünü yaşamayacaktık. Ancak sürekli öteledik. Ve bugün geldiğimiz noktada, konu bir demokrasi sorunu değil, bir “yok oluş” sorunu. Demokrasi yoksa hukuk yoksa zenginlik yok. Bugün demokrasi olmadığı için sefalete sürükleniyoruz. Tıpkı bunun gibi. Bu nedenle unutmamak, sorunların üzerine gitmek, mücadele etmek gerekiyor. Bireyler de, toplumlar da sorunları çözerek güçlenir. Sorunları unutarak güçlenmeniz mümkün değil. Bu sadece var olan konumunuzu sürdürmenizi sağlar. Başka hiçbir anlamı yoktur. Var olan konumunuzu da sürdüremezsiniz çünkü fakirleşeceksiniz ve güçsüz hale geleceksiniz. O yüzden de “Unutma, unutmak öldürür!” diyoruz.

- Yeni serüvende ülkemizdeki metamfetamin ticaretine dair sert bir portre çiziyorsunuz. Daha çok duymaya başladık ve tedirginiz. Met kullanımının Türkiye’de bu kadar hızlı yayılmasının ardındaki en temel etken nedir? Toplumun hangi zaafları bu çöküşü tetikliyor?

İki nedeni var, uyuşturucu tacirlerinin aç gözlülüğü, para iştahı. Bu yüzden Türkiye’yi seçtiler. Neden ülkemizi seçtiler? Bunun nedeni tümüyle sosyolojik. Çünkü, insanlarımız umutsuz, özellikle de gençler. Artık hayattan zevk alamıyorlar. O yüzden de gerçeklikten kopmak, bir hayal aleminde yaşamak istiyorlar. Onları gerçeklikten kopartan en ucuz şey, “met” dediğimiz, beyni doğrudan etkileyen korkunç bir uyuşturucu. Met kullananlar uyuşturucu etkisinde hayal aleminde yaşıyorlar, halüsinasyonlar görüyorlar ve cinayet işliyorlar. Romanda da yazdım, annelerini, yakınların öldürenler, zombi gibi yaşayanlar mevcut. Maalesef sayıları giderek artıyor.

- Bu artışın karşısında nasıl önlemler alınmalı?

Uyuşturucu tacirlerine karşı özel bir ekip kurularak mücadele edilmesi gerekiyor. Geçtiğimiz yıllarda yolsuzlukla mücadele için kurulan “temiz eller operasyonu” gibi uyuşturucuyla mücadele ekibi kurulması gerekiyor. Ama hepsinden önemlisi, gençlere umut vermemiz gerekiyor. Gençlerin hepsi umutsuz. Hiçbiri evlenmek istiyor. Adam diyor ki, ''Abi, nasıl evleneyim? 2 milyon lira sadece düğün ve ev masrafları. Ben bu parayı nereden bulayım? Nasıl evleneyim?'' Ev almaktan falan vazgeçtim... Üniversiteye gidiyorlar. Ama işsizler ordusu. Üniversitelerde kalitesizlik almış başını gidiyor. Tepeden tırnağa maalesef sosyal çürüme yaşıyoruz. O yüzden ilk sorunuzda söylediğim gibi, ''Nevzat öfkeli!” Hepimiz onun için öfkeliyiz ve bir çıkmazdayız. Nasıl olacak diyoruz? Ekonomik önlemler getiriliyor, vergiler arttırılıyor ama çözüm hala belli değil. Kimse inanmıyor, inanmak için bir nedenimizde yok. Bu nedenle de umutsuzluk hakim. Bu sonuç da, hayal tüccarlarının o küçük ucuz uyuşturucularla, gençlerin beyinlerini küçültmesine, uyuşturmasına ve mahvolmalarına neden oluyor.

- Romanda yağmurun eşlik ettiği karanlık bir atmosfer var; sanki toplumun içinden çıkamadığı bir kabus gibi. Ekonomik kriz, toplumun moralini ve ahlaki değerlerini nasıl bu kadar etkiledi? Sizce bu karanlık, bireyler üzerinde ne gibi yıkıcı etkiler yaratıyor?

Kesinlikle, romandaki yağmur ve puslu hava metaforu iki anlam taşıyor. Bulunduğumuz dönemde fırtınanın, karanlığın ve gri havanın içinde nefes almaya çalışıyoruz. Bir yandan da ihtiyacımız var bu karanlığa. O gri hava eğer yağmurları getirirse, o yağmurlar bütün bu pisliği süpürüp götürebilir. Onun adı demokrasi.

“Demokrasi siyasete, siyasetçilere bırakılmayacak kadar ciddi bir olgudur”

- Umut var mı?

Umut her zaman var. Umut yok, dersek her şey biter. Neden umut var? Çünkü genç bir nüfusuz. Halk olarak bugüne kadar çok büyük badireler atlattık. Düşünün; Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve küllerinden genç bir Cumhuriyet yarattık. Dinamiklerimiz çok güçlü. Ancak unutmamak gerekir ki, demokrasi siyasete, siyasetçilere bırakılmayacak kadar ciddi bir olgudur. Halk olarak Cumhuriyet’e, demokrasiye sahip çıkmalıyız. Muhalefeti, iktidarı kim varsa, hepsine karşı, yanlışsa yanlış, doğruysa doğru, suratlarına, suratlarına çarpmamız lazım, anlatmamız lazım. Sahip çıkarsak tabii umut var. Demokrasi bizim yaşam özgürlüğümüz, sahip çıkmaktan başka şansımız yok.

- Romanı yazma nedenlerinizden biri de bu diyebilir miyiz?

Evet, romanı bunun için yazdım. Güncel bir meseleden roman yazılabilir mi, diyebilirsiniz ancak benim artık ciğerim yanıyor. Bunu yazmak zorundaydım. Ülkece yaşadığımız büyük sorunlar varken başka bir şey yapamazdım. Beni rahatsız ediyor. Zihnimi meşgul ediyor, vicdanımı sızlatıyor. Bitmiyor sorunlar. Bir yandan Narin cinayeti diğer yandan genç polisi öldürmeleri, çeteler, yoksulluk almış başını gidiyor. İnsanlar sokakta rahat yürüyemiyor. Kadınlar endişeli, gençler yurtdışına kaçmaya çalışıyorlar. Gebze’de ve daha birçok yerde hayvan katliamı yapılıyor. Bu kötücül olaylar yaşanırken bir yazar olarak sessiz kalamazdım. Sesimi duyurmak için de yazdım. Yapabileceğim en iyi şey bu.

- Mafya, son yıllarda sadece suç örgütü olmaktan çıkıp toplumsal düzenin bir parçası haline gelmiş gibi görünüyor. Bu karanlık güçlerin toplum üzerindeki etkisi sizce Türkiye’de ne kadar derin? Toplumun bu kadar hızlı bozulmasının ardındaki asıl neden ne olabilir?

Birinci mesele, kötü bir geleneğimiz var. “Kul Kültürü” Bu sadece Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı için geçerli değil, bu topraklarda daha önce var olan Doğu Roma, Roma, Hitit. Hepsinde kul kültürü var. Peki kul kültürü nedir? Hangi din varsa, o dini temsil eden, dini liderler ya da hükümdarlar, krallar, padişahlar. Onların temsilcisi ailede de baba. Silsile böyle geliyor. Dolayısıyla birey olmak yok. Bir şekilde, kendimizi daha güçlü birine adamışız ve birey olamamışız. Aslında Cumhuriyet'in asıl amacı kul kültürünü yok ederek birey olmak, yurttaşlar yaratmak. Fakat ülkemizde demokrasi gelişmediği için esas amacımızda hep sorun yaşadık. Hep eksik kaldı. Kul kültürü, itiraz etmeyen, boyun eğen, kendi kararlarını başkasının vermesine izin veren bir insan biçimi demektir. Bizde de maalesef bu yaygın olarak devam ediyor. Yani Cumhuriyet'in projesi, kul kültürünü yıkmak olmasına rağmen bunu başaramadık. Demokrasiyi kuramadık. Atatürk, Cumhuriyet’i ilan ettiğinde, ilk olarak halka “Yurttaşlar” diyerek hitap ediyor ve asla kul demiyor. Kul diyen padişah. Bu ayrım çok önemli.

Ancak insanlar, Mustafa Kemal Atatürk'ü de yeni bir padişah olarak algıladılar. İsmet İnönü’yü de öyle algıladılar. Adnan Menderes kendini zaten o şekilde sundu. Demirel ve Ecevit biraz itiraz etti. Mevcut yönetimde de iktidardakiler kendilerine padişah denilmesinden ve kullarım tavrından mutluluk duyuyorlar. Bütün bunların altında bu zihniyet yatmaktadır. Kendi irademizi, kendi siyaset kararlarımızı başka birine, baba dediğimiz, hükümdar, reis dediğimiz artık ne diyorsanız ona devretmektir. Bu bir gelenek ve ne yazık ki kırılmadı. Cumhuriyet’in kırması gerekiyordu ancak demokrasi olmadığı için başaramadık.

“Toplum olarak ‘Hayır’ demeyi öğrenmeliyiz”

- Ya bir gün kırarsak…

Eğer kırarsak, yani Cumhuriyet’imizi demokrasiyle taçlandırırsak, çok daha iyi bir yere doğru gideceğiz. Toplum olarak “Hayır” demeyi öğrenmeliyiz. Birey hayır, olmaz, yapamazsın der. Kimse ses çıkarmazsa giderek arttırarak yapıyorum, yaptım der. DUR diyeceksiniz.

- Sosyal medya çağındayız ve artık “Hayır” diyoruz. Özellikle Z kuşağı. En son Gebze’deki hayvan katliamında yayınevleri Gebze’de yapılacak kitap fuarına katılmayı reddetti. Müthiş bir hareketti. Keza son planlanan kredi kartı vergi hakkında da hayır dedik ve geri adım atıldı. Daha çok sesimizi çıkarmaya başladık sanki. Ne dersiniz?

Muhteşem, muhteşem, muhteşem… Vergi koydular, hayır demek lazım. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Borçtan, olasılıktan, harcamadığım paradan vergi alınır mı? Bunu nasıl alırsın? Korkunç. Gördüğümüz gibi artık sistem çalışmıyor. Sistem çökmüş durumda.

- Diğer röportajlarınızda söylediğiniz gibi, alınacak tedbirlerle ekonomik krize çare bulunabilir ancak, sosyal çürümenin önlemlerini almak çok zor…

Kesinlikle. Liyakatsizlik ortaya çıktı. Çalışmak yerine bir partiye üye olmak, yandaş olmak gibi kavramlar eklendi. Halbuki bunun adı ahlaksızlık. Şöyle bir örnek vereyim: İnsanlar üniversiteye gidip meslek öğreniyorlar ve hayatlarına büyük emekler vererek devam ediyorlar, değil mi? Ancak diğer tarafta, hiçbir özelliği olmayan kişiler, bir partiye ya da bir gruba dahil olup yandaş oluyor ve gayet rahat bir şekilde, zenginleşerek, hayatını sürdürebiliyor. Ve her şey toplumun gözünün önünde gerçekleşiyor. O zaman emeğiyle çalışan genç insanlar ne diyor? Neden üniversitede dirsek çürüteyim ki? Ya da neden bir meslek öğrenmek için atölyelerde dirsek çürüteyim ki? Niye uğraşayım? Onun yerine girelim bir iktidar partisine yakın bir yerlere giderim. Güç odaklarına yakın olurum. Geleceğimi garanti altına alırım. Bu ne demek? O insan belki kendini kurtarır ama toplum çöker. Çünkü liyakatsiz insanlar işin başına gelir ve iş yürümez. İş ne? Toplumun tüm kurumları. O zaman ülke çöker ki işte bugün ki durum budur.

“Kitabın sonundaki sessizliği okurun yorumlaması lazım”

- Roman boyunca karakterler arasında zaman zaman derin sessizlikler oluyor, bu sessizlikler Nevzat’ın iç dünyasındaki karmaşayı yansıtıyor gibi. Konuşulmayanların, sessizliklerin gücü romanın anlatımında ne kadar önemli?

Çok önemli. Resim sanatı ile ilgili bir şey söyleyeyim. Ressamlar söyle der: “Resim ortaya çıkaran, arkasındaki boşluktur.” Yani biz o boşluğun içindeki, o hayat denilen kocaman boşluğun içerisindeki önemli anları kurguluyoruz. Önemli anları bir hikâye haline getiriyoruz. O sessizlik olmasa romanın bir anlamı olmaz. O sessizlik olduğu için, konuşmalar, çatışmalar, hararetli konuşmalar, öfkeler, nefretler, aşklar, çatı silahlı çatışmalar hatta hepsi bir anlam kazanır. Bütün mesele aslında biraz da o. Bazı okurlarım bana şöyle dediler: “Kitap ucu açık bitiyor ve sizden devamında bir şeyler söylemenizi bekliyoruz.” Hayır, böyle bir şey yok. Onu okura bırakmak zorundayız. Okurun düşünmesi lazım. O sessizliği okurun yorumlaması lazım. Kitabın sonunda büyük bir sessizlik olur. O sessizlik şudur: “Eyy Okur! Kitabı bitirdin! Ne diyorsun? Artık sen düşün”. Orada ben bir şey diyemem. Doğru ya da yanlış diye bir şey yok. Sanat budur. Sanat kimseye, doğru, yanlış demez Yırtıcı Kuşlar Zamanı’nda bir Türkiye panoraması çizdim. Ve okuyan insanlar o panoramadan kendiler için ne lazımsa onu alıyorlar. Roman üzerine düşünürler, kafa yorarlar, duygulanırlar, heyecanlanırlar, korkarlar, nefret ederler, sevgi duyarlar. Yüzleşirler, kendileriyle ve en önemlisi hayatla. En önemli kısmı budur.

- Türkiye’de her gün artan kadın cinayetleri, toplumsal adaletin ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Erkek şiddeti, kaybolan ve öldürülen kız çocukları, hunharca işlenmiş cinayetler, hayvan katliamları... Nefes almakta zorlanırken bu çöküşü durdurmak için ne yapmalıyız?

Kısa ve uzun vadeli olarak birden fazla aksiyon almamız lazım. Erkek egemen sistemin tümüyle değişmesi lazım. Uzun vadeli ve kalıcı çözüm budur. Erkek çocuklara sünnet düğünü yapılıyorsa, kızlarında ergenliğe adım atmasını da kutlamalıyız. Buralardan başlamamız gerekiyor. Erkek adamın erkek oğlu olur anlayışının yıkılması esas olmalı. Uzun vadede bu anlayışı kaldırmamız gerekiyor. Bu bizim topluma özgü ve gereksiz, anlamsız, kadın cinayetlerinin yolunu açan bir anlayıştır. Uzun vade de bunu ortadan kaldırmamız gerekiyor. Bugün bence asıl önemli olan kadınlar bir uyanış içerisindeler. Hayır diyorlar. Kadın cinayetlerinin, Türkiye'de ve dünyada artması nedenlerinden bir tanesi de budur. Kadınlar artık erkeğe bağlı olmaktan çıktılar. Çalışıyorlar. Kendi ekonomik bağımsızlıklarını sağlıyorlar. Ve istemedikleri adama da kusura bakma arkadaşım, buraya kadar, ben seni istemiyorum, diyorlar. Ancak burada tehlikeli olan, kadınların bu uyanışı karşısında erkekler binlerce yıldır elde ettikleri gücü kaybetmemek için canavarlaşıyorlar, vahşileşiyorlar ve öldürmeye başlıyorlar. Kadın cinayetlerinin altında yatan birinci mesele bu. Ve bu kültürü değiştirmek için hem ailede hem milli eğitimde köklü reformları yapmamız gerekiyor.

İkincisi İstanbul Sözleşmesi'ni derhal yürürlüğe koymamız gerekiyor. Çok basit bir örnekle açıklayayım: Sizi bir adam taciz ettiğinde ve şikayette bulunduğunuzda tüm özel bilgileriniz karşı tarafa bildiriliyor, tacizciye açık davet çıkarılıyor. İstanbul Sözleşmesi'ne böyle bir durum mevcut değil. Adam sizi taciz ediyor. Cinsel saldırıda bulunuyor. Siz davacı olmuyorsunuz, kapanıyor. Ama İstanbul Sözleşmesi'nde siz davacı olmasanız da devlet bir kamu davası açıyor. Ve o adamı toplumsal düzeni bozduğu için yargılamaya başlıyor. Hukuki olarak bu yaptırımlara ihtiyacımız var. Ve yasaların çok ağırlaştırılması lazım. Hayatın her alanında kadınlara eşit haklar tanınmalı ve pozitif ayrımcılık yapmalıyız.

- Nevzat’ın Beyoğlu ile olan bağı, sadece fiziksel bir mekan ilişkisinden çok, onun ruh halini, içsel çatışmalarını temsil ediyor adeta. Beyoğlu, Nevzat’ın kişisel yolculuğunda karanlıkların içindeki aydınlığı bulma telaşını temsil ediyor olabilir mi?

Beyoğlu’nda her türlü yaşam biçimi var. Zenginlik, fakirlik, finans merkezleri, sanat merkezleri, din merkezleri ve bin bir tür eğlence. Hem güzeli hem de kötüyü barındırıyor sınırlarında. İnanılmaz renkli, canlı ama bir o kadar tehlikeli ve ölümcül. Beyoğlu’nda caddeye baktığınızda hayatın bütün biçimlerini, bütün formlarını görürsünüz. Ve bu bir karmaşa. Ama bu karmaşa aynı zamanda bir umuttur. Beyoğlu bir anka kuşudur. Anka kuşunun özelliği şu: Yanar ve kendi küllerinden yeniden doğar. Hayat da aslında böyledir. Nevzat için de anlamı bu. Suç merkezi burada, kötülükler var, katiller var, suçlular var, yoksulluk var. Ama güzellikler de var, umut, dinamizm, aşk ve her şey var burada.

Beyoğlu, hayatın kendisi. Cennetimiz ve cehennemimiz. Ben de Nevzat gibi düşünüyorum.

- Hepimizin merak ettiği soruya gelelim: Aşk sizin için nedir? Bir önceki sohbetimizde sadece emek değil güzellik de önemli demiştiniz. Ve Başkomser Nevzat yeni macerasında Evgenia ile mutluluğu yaşayabilecek mi? Artık mutluluğu hak ediyor, ne dersiniz?

Nevzat, Tatavla’ya gittiğinde, Evgenia ve kızıyla birlikte olduğunda genellikle mutlu oluyor. Sonsuz bir mutluluk diye bir şey yok. Mutluluk, hayatımızın içinde değerli anlardır. Nevzat da o anlarda çok mutlu oluyor. Nevzat kederli bir adam ama mutluluğu da tatmış biri. Anlaşıldı, tüm talepler aynı yönde. Bir sonraki Nevzat macerasında aşka daha derin değineceğiz. (Gülüyor.)

TIKLAYIN | Ahmet Ümit: Türkan Şoray olsan aklın Kadir İnanır’da kalmaz mı?

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

‘Görünmeyen Cemaat: Mürideler'in yazarı Filiz Gazi, tarikatlarda kadınlara biçilen hayatları anlattı

Gazeteci Filiz Gazi: Ölünün ölü yıkayıcısına teslim olduğu gibi teslimiyet isteniyor. İstiyorlar ki hiç soru sorma, düşünme. Deniyor ki, “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır”

Oya Baydar, "Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı"nı anlattı: Devlet adına işlenen suçlar affedilebilir mi; aşk, suskunluğun getirdiği suç ortaklığını meşru kılar mı?

Kadın hareketinin Türkiye'de en güçlü ve yüksek sesli muhalefeti oluşturduğunu söyleyen Oya Baydar, "İstanbul Sözleşmesi'nin kaldırılması, Orta Çağ zihniyetinin bir yansımasıdır" dedi

Osmanlı'da fuhuşun gizlenen yüzü; modernleşme mi kontrol mücadelesi mi: Akademisyen Burcu Belli anlatıyor…

Akademisyen Burcu Belli: Osmanlı yalnızca teoride bir şerrî devlettir, pratikte rasyonel bir devlettir. Fuhuş Nizamnamesi için İslami literatürden destek aranmıyor. Fahişelik ile Müslümanlık konusu ayrı ayrı değerlendirilmiyor, kimsenin umurunda değil

"
"