30 Haziran 2024

Kaplumbağa kabuğun içinde değil, aslında kabuğun kendisi

-

Ne zaman ruhum dara düşse kendimi yürüyüşe ve kitaplara veriyorum.

Çok sıcak bu yaz günlerinin erken sabahlarından birinde Ankara'da uzun yürüyüş yapabilme muradıma erişebileceğim yere, Eymir Gölü'ne iniyorum.

Kulağımda, Murathan Mungan ile Deniz Yüce Başarır'ın, Johann Hari "Çalınan Dikkat; Neden Odaklanamıyoruz" kitabıyla ilişkili, ki efsane olmuş, söyleşileri, yolun tam ortasında duran, sırtında kabuğu, buruşuk hantal bacaklarını sürükleyen kaplumbağa için duraksıyorum.

Ama karşıma çıkan bu kabuklu, tarih öncesi canlının ağır, sakin geçişini izleyip bana hissettirdiği şeyle baş başa kalmak yerine, geçişini kaydetmek için elimi telefonuma atıyor ve kayıtlıyorum.

 Tam olarak, kulağımdaki "podcast" in anlattığı şeyi yapıyorum.

Kaydı, yalnızlığımı gideremeyecek, kederimi duyumsayamayacak hatta kederimi göstermekten imtina etiğim bir kalabalıkla paylaşacağım.

Böylelikle de kendimi ilgi kırıntılarına, bilgi serpintilerine doğru sürüklemiş olacağım.

Yanlış komut almış bir tren makinisti gibi trene uygun olmayan çok yüksek bir hız yaparak, treni, kendimizle aramıza giren bir sanal aleme sürüyoruz.

Çalınan Dikkat, harika bir kitap.

Hani bir kitap okursunuz da eksik parça yerini bulur ya, öyle bir kitap.

Oyalandığımız şeylerle zamanı boşuna oyalarken kendimize nasıl ihanet edip doğamızdan nasıl koptuğumuzu, yaşamı nasıl ıskaladığımızı, oyalanarak hayatlarımızı boşa geçirdiğimizi anlatıyor.

Oysa anlatıcının (Murathan Mungan) söylediği gibi biz, o zamandan hayat ve hayattan da ömür yapacaktık.

Hep birlikte uğursuz bir labirentin içinde dönüp duruyoruz.

Yanlışlıkla eski usül merdaneli bir çamaşır makinesinin içine atılmış, çalkalanmaktan epriyen atlas giysiler gibiyiz.

Birden, sıklıkla ilham perim olan genç meslektaşımın yolladığı notu anımsıyorum.

Not; bir kaplumbağa resmi ve üzerinde" kaplumbağa kabuğun içinde değil, kabuğun kendisi " yazısı yokluyor zihnimi.

Jung'un "anlamlı tesadüfler" dediği "eş zamanlılık" ya da "tevafuk" bu.

Kaplumbağa, hem kapılmaktan, göstermekten tedirgin olduğum duygu selini içine sıkıştırmaya çalıştığım kabuğu hem de öylece upuzun bir hayatın anlamsızlığını düşündürüyor bana .

Kederimi sızdırmasın da iyice kırılganlaşan bilincimi korusun diye zihnimi bir koza gibi bilincime kabuk yaptığımı farkediyorum..

Yaralarımızı göstermekten korkarak yaralanmaktan korkar hale geliyoruz..

O vakit kendimiz de bir kabuk oluyoruz..

Kendimiz dahil hiçbir şeyin içine giremediği bir kabuk.

Oysa yaşam duygularımızla saklambaç oynayarak başedilebilecek bir trajedi değil.

Tıpkı hastalanan dokuyu yaralayarak iyileştiren cerrahlar gibi ustaca iyileşmek için kendimize usturuplu kesiler atmak zorundayız

Çünkü eninde sonunda yaşamın verdiği her şeyle bir bir ödeşeceğiz.

Hakikat şu ki, kaplumbağanın kemik, kaburga kalıntılarından oluşan ve iki parça halindeki kabuğu, bir yengecin ya da yılanın kabuğu gibi değil, kaplumbağanın kendisi aslında.

Kaplumbağa için tek değişim ölüm olmalı diye düşünüyorum, upuzun,kabukları gibi katı bir ömürleri var.

Kabuk onları öyle korumuş ki taa antik zamanlardan hatta dinazorlardan kalmalar.

Annemin ölümünü kavramakla ilgili zorluk yaşarken, sıklıkla zamanın ne olduğunu da düşünürken buluyorum kendimi.

Woody Allen'in söylediği aklıma çok yatıyor doğrusu

"Zaman, doğanın her şeyin aynı anda olma olasılığını engelleme yoludur"

En azından, yaşam ile ölümü ayıran zamanın kesinliğini, elle dokunur gibi hissediyoruz, çünkü keskin kenarlarını, sınırlı bilincimizle, sınırsız zihnimizin arasındaki kalın kabuğa dahi geçirebiliyor.

Johann Hari'nin "Kaybolan Bağlar; Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler" adlı bir başka kitabını daha okumuştum.

 O kitap da, zihnimle bilincim arasındaki kabuk kalkarsa, bundan yıllar önce yaşadığım ve ağır ilaçlarla sersemlediğim depresyona dönmek korkumu perspektife oturtuyor.

Yardımcı ilaçlara başvurmadan, sakin ve ağırdan alarak kederimi kavramaya ve demlemeye çalışıyorum.

Kendimi tüm çeldiricilerden, dikkat dağıtıcı geçici oyalanmalardan yalıtıyorum.

Annemin dinlenebileceğini umduğu tek yer olan o ıssız ada gibiyim.

Dokunup, sarılıp, omuzlarını ıslatana dek ağlayacaklarımla iyileşebilirim.

Ama henüz kaybolmamış bağlarımın kalınlığını böyle sınamaktan da çekiniyorum.


Not: Merak edenler için, ilham kaynağım "genç meslektaşım" Ener Çağrı Dinleyici'ye minnetle... Yakınımda olmasa da zihinlerimizle buluşmanın tesellisiyle.

Esin Şenol kimdir?

Esin Şenol, lise eğitimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra, tıp eğitimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1987 yılında tamamlamış ve aynı yıl Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı'nda Araştırma Görevlisi olarak uzmanlık eğitimine başlamıştır. 

Aynı anabilim dalında 1992 yılında ihtisasını tamamladıktan sonra uzman olarak göreve başlamış, 1995 yılında yardımcı doçent, 1996 yılında doçent, 2003 yılında da profesör unvanlarını almış ve 2009-2013 yılları arasında anabilim dalı başkanlığı yapmıştır. 

1999 yılında Tufts University, New England Medical Center, Boston/MA'da "Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi"nde Research Fellow (Araştırma Asistanı) olarak çalışmıştır. Halen kanser hastalarının infeksiyon izleminde konsultan olarak görev yapmakta ve bu konuda araştırmalarını sürdürmektedir.

Prof. Dr. Esin Şenol, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Ve Klinik Mikrobiyoloji Anablim Dalı Öğretim Üyesidir.

Ayrıca bağışıklama ve özellikle erişkin aşılması ile ilgili çalışmalar yürütmekte olup,

Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı bünyesinde Türkiye'deki ilk "Erişkin Aşı Merkezi" kurmuştur. 

2013 yılında KLİMİK (Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları) Derneği alt grubu olarak, Erişkin Bağışıklama Çalışma Grubu (EBÇG) kurmuş ve halen başkanlığını yürütmektedir. 

Ayrıca; Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Komite (2005-2007), Gazi Üniversitesi Akademik Değerlendirme ve Akreditasyon Ofisi (GÜADEK) –Kurucusudur (2005-2007).

Gazi Üniversitesi - Avrupa Üniversiteler Birliği ve Bolonya Süreci Kurucusu (2005-2007) ve 

Febril Nötropeni Derneği Genel Sekreterliği (2005-2011) yürütmüş olduğu diğer görevlerdir.

TTB_Pandemi Çalışma Grubu üyesidir.

ATO Onur Kurulu Üyesi olarak çalışmıştır (2020-2022).

ATO-Yönetim Kurulu Üyesi (2006-2008) olarak çalışmıştır.

Halen T24 ve Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.

Yabancı dili İngilizce olup evli, 1 çocuk annesidir.

Dünya Kitle İletişim Vakfı tarafından gerçekleştirilen 31. Ankara Uluslararası Film Festivali (3-11 Eylül 2020) ve 32. Ankara Film Festivalı (4-12 Kasım 2021) Düzenleme Kurulunda yer almıştır.

33. Ankara Film Festivalı (3-11 Kasım 2022) Düzenleme Kurulundadır.

İlgi alanları, sinema, yelken ve edebiyattır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

AIDS için bir kırmızı kurdele

Bir ülkede çocuklar hiçbir şeyden korunulamıyor, istismar, töre cinayeti ayyuka çıkıyor, her gün okul yolunda birkaç çocuk kayboluyorsa o ülkede bir araftan söz edilmeli elbette. Bilimle iştigal ettiğini düşündüğümüz kişilerin bilgileri dahilindeki vahim durumlar basına düşene kadar sessiz kalmalarına da insanın “pess!” diyesi geliyor

İyilik, güzellik ve çirkinlik

Sonbahar renkleri aslında doğadaki döngünün tablosu gibi. İyiliğin ne kadar yaşamsal, yalnızca yaşamsal da değil evrimsel bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum

Ağaçların gözyaşları

Artık uğruna çabalamaktan vazgeçmeye durduğum sevinçli zamanları düşlemeye dahi mecalim yokken sevinç, geçmiş zamanın küllerinden boy veriyor

"
"