16 Haziran 2024

Veda

Beden öyle geçici ve kırılgan ki... Yalnızca, canlılığın geçici bir anıtı

Annem o tünele çok yorgun girdi.

Önce zihni yoruldu. Yorulan zihni de artık bilincini koruyamaz, kollayamaz oldu.

Bir insanın ortalama ömrü kadar geçen bir süre, tam 71 yıldır evli oldukları babamla elbirliğiyle tüm yardım öneri ve çabalarımızı reddettiler.

Yaşamı boyunca hep olduğu gibi yorgun bedenini de hiç sakınmayınca evin içinde düştü ve... Sonrası talihsiz gelişmeler.

Ben bir hekim olarak girdiği tünelin bir çıkışı olmadığını fark ediyordum.

Bir yolculuk hâli bu; nereye varacağımızın bir önemi var zannediyoruz ama aslında varacağımız tek yer var ve o yer belirsiz, ürkütücü bir yer.

Tam da buna tezat hatta cansızlaşmak pahasına belirlilik için çırpınıyoruz.

Hegel'in tanımladığı gibi yaşam "döngülerin döngüsü" ve yaşadığımız da diyalektik bir dünya.

Beklediğim bu kaçınılmaz sonu bana haber veren o telefonu aldığımda yaşadığım fırtına, yüreğimin unufak oluşu, zihnimin puslanıvermesi, aslında böylesi bir vedaya hiç hazır olunamayacağını anlattı bana.

Haberi aldığımda henüz basılmış, bu coğrafyada yaşamış üç kuşak kadını, kadınları anlatan, Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar adlı kitabımla ilişkili süreci görüşmek üzere yayınevi ile buluşmak için İstanbul'daydım.

Bu coğrafya uzamında kadın olmak, seni öldürecek, nefesini, sesini kısacak olanlara karşı güçlenmeyi gerektiriyor.

Bu gücü ise sana tek bir kişi, yalnızca "anne" veriyor.

Bu kitabı yazarken annemin tüm gücünü yitirişini, nasılsın soruma karşılık "titreyen yaprak gibiyim" cevabında algılamıştım bir yandan.

Bazen üstat Jung'un deyişiyle; bastırdığımız, bizde hiç olmadığını zannettiklerimizi sakladığımız "gölgemiz camımıza bir taş atar".

O taş camımızı tuzla buz da edebilir, yalnızca idare edip sızdırmaz kılabileceğimiz çatlaklar da açabilir.

İşte bu taş camımıza değdiğinde geçici iyileşmelere razı olmaz, yeterince cesur olursak bireyleşme ve güçlenme yolunda önemli adımlar atarız.

Yaşadıklarımdan süzdüğüme göre özgürlüğe ve dolayısıyla verimli, tatmin edici bir yaşama giden tek yol da budur.

Ne var ki bu yola koyulmak, yaralanmaları, ruhunun girdaplarına tutulmayı göze almayı gerektirir.

Üstelik yol, köpük banyoları vadeden çeldiricilerle doludur.

İşte bunları anlatmakta olduğum kitabımı yazarken bu öyküleri doğuran bilincim, sıklıkla anneme ve nineme uğruyordu.

Kitapta, tökezleyip duraksadığı kavşaklarda, gölgesiyle el sıkışan cesur kadınların yaralanmaktan da yaraları göstermekten de korkacak bir şey olmadığına dair bilincime sızmış olan öykülerini anlatıyordum.

Bu esnada zihnimle de, girdiği bu tünelde anneme eşlik etmeye çalışıyordum.

Tıpkı, Ursula Le Guin'in Mülksüzlerinde, iki dünyayı birbirinden ayıran duvarlar gibi bilincim ve zihnim birbirinden yüksek duvarlarla ayrılıyor ama sık sık birbirlerine doğru yola çıkıyorlardı.

Kitabı yazarken, kitabı yazmak yolculuğumu ve zamanlamasını kutsadım.

Kadınların başarı öykülerini değil, başarısızlık ve hüsranlarını yazmalarının, cesurca soyunmalarının, gölgelerini anlatmalarının ne denli gerekli olduğunu iyice duyumsadım.

Kendini özgür, güçlü, bağımsız zannederken hangi duvarların arkasında mahpus kaldığını, ne denli kırılgan ve nasıl da güya kendi belirlediğin, efendilere bağımlı olduğunu anlıyorsun.

Sıfır noktası ise bedeli ağır bu çatışma ve yüzleşmeden sonra beliriyor.

Bunun nasıl zorlu bir yolculuk olduğunu kavrayıp anlatmayan ya da teselliler ve müjdelerle dolu anı defterleri paylaşanlar dikensiz gül vadedenler gibi iyileştirmelerini umarken öldürürler.

Yaşamı daha anlamlı kılacak her şey için her şeye değer.

Vedasız Ayrılıklar diye bir öykü var kitapta.

Bu kez hazır olduğumu zannettiğim mecburi bir vedanın tüm ritüellerini yapıyorum.

Annemin cansız bedeni önümde.

Beyaz bir örtü seriyorlar, mis gibi sabun kokuyor.

Örtünün üzerine çörek otu ve gül suyu serpiştiriyorlar.

İki kadın, kızkardeşim ve ben yıkıyoruz.

Teskin edici dualar mırıldanıyorlar.

Annemin cansız bedeninden canlanıp "Esin, Esra" diyecek sesi umutsuzca kulaklarımı çınlatıyor.

 Esra'ya son söyledikleri doluyor zihnime:

"Yaşam gidenlerle kalanlar arasında." ve

"Bu işi uzatmayın artık."

Son kez eğilip "Dinlen birtanem, canımın taa içi dinlen" diyorum.

Gözyaşlarım ip gibi akıyor.

Esra'ya bakmamaya çalışıyorum.

O da gözlerini benden kaçırıyor.

Beden öyle geçici ve kırılgan ki...

Yalnızca, canlılığın geçici bir anıtı.

Aşkı, kendimizi, neşeyi bulunca bizi hikâyemizle buluşturacak her şeyi, olmayan yerlerde arayıp paramparça oluyoruz.

Üstelik yalnızca bunları değil, duygularımızı, hatta zekâmızı yitirip donuklaşıyor, budalalaşıyoruz.

Yönünü kocaman ama ilgisiz, hoyrat bir kalabalığın belirlediği bir boşlukta asılı gibiyiz.

Koskocaman ve gözlerimizin alıştığı o karanlıkta, karanlığa rağmen beliren o Ay'ın, yani kadim, sonsuz zihnin yalın, karanlığı dağıtmadan aydınlatan ışığı ruhumuza akarsa bizi hakikaten yıkar.

Ben yaşadıkça yaşayacak olan canım anneme....

11 Haziran 2024

Esin Şenol kimdir?

Esin Şenol, lise eğitimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra, tıp eğitimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1987 yılında tamamlamış ve aynı yıl Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı'nda Araştırma Görevlisi olarak uzmanlık eğitimine başlamıştır. 

Aynı anabilim dalında 1992 yılında ihtisasını tamamladıktan sonra uzman olarak göreve başlamış, 1995 yılında yardımcı doçent, 1996 yılında doçent, 2003 yılında da profesör unvanlarını almış ve 2009-2013 yılları arasında anabilim dalı başkanlığı yapmıştır. 

1999 yılında Tufts University, New England Medical Center, Boston/MA'da "Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi"nde Research Fellow (Araştırma Asistanı) olarak çalışmıştır. Halen kanser hastalarının infeksiyon izleminde konsultan olarak görev yapmakta ve bu konuda araştırmalarını sürdürmektedir.

Prof. Dr. Esin Şenol, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Ve Klinik Mikrobiyoloji Anablim Dalı Öğretim Üyesidir.

Ayrıca bağışıklama ve özellikle erişkin aşılması ile ilgili çalışmalar yürütmekte olup,

Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı bünyesinde Türkiye'deki ilk "Erişkin Aşı Merkezi" kurmuştur. 

2013 yılında KLİMİK (Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları) Derneği alt grubu olarak, Erişkin Bağışıklama Çalışma Grubu (EBÇG) kurmuş ve halen başkanlığını yürütmektedir. 

Ayrıca; Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Komite (2005-2007), Gazi Üniversitesi Akademik Değerlendirme ve Akreditasyon Ofisi (GÜADEK) –Kurucusudur (2005-2007).

Gazi Üniversitesi - Avrupa Üniversiteler Birliği ve Bolonya Süreci Kurucusu (2005-2007) ve 

Febril Nötropeni Derneği Genel Sekreterliği (2005-2011) yürütmüş olduğu diğer görevlerdir.

TTB_Pandemi Çalışma Grubu üyesidir.

ATO Onur Kurulu Üyesi olarak çalışmıştır (2020-2022).

ATO-Yönetim Kurulu Üyesi (2006-2008) olarak çalışmıştır.

Halen T24 ve Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.

Yabancı dili İngilizce olup evli, 1 çocuk annesidir.

Dünya Kitle İletişim Vakfı tarafından gerçekleştirilen 31. Ankara Uluslararası Film Festivali (3-11 Eylül 2020) ve 32. Ankara Film Festivalı (4-12 Kasım 2021) Düzenleme Kurulunda yer almıştır.

33. Ankara Film Festivalı (3-11 Kasım 2022) Düzenleme Kurulundadır.

İlgi alanları, sinema, yelken ve edebiyattır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

AIDS için bir kırmızı kurdele

Bir ülkede çocuklar hiçbir şeyden korunulamıyor, istismar, töre cinayeti ayyuka çıkıyor, her gün okul yolunda birkaç çocuk kayboluyorsa o ülkede bir araftan söz edilmeli elbette. Bilimle iştigal ettiğini düşündüğümüz kişilerin bilgileri dahilindeki vahim durumlar basına düşene kadar sessiz kalmalarına da insanın “pess!” diyesi geliyor

İyilik, güzellik ve çirkinlik

Sonbahar renkleri aslında doğadaki döngünün tablosu gibi. İyiliğin ne kadar yaşamsal, yalnızca yaşamsal da değil evrimsel bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum

Ağaçların gözyaşları

Artık uğruna çabalamaktan vazgeçmeye durduğum sevinçli zamanları düşlemeye dahi mecalim yokken sevinç, geçmiş zamanın küllerinden boy veriyor

"
"