05 Ekim 2024
Genç tiyatrocu Büke Erkoç, 1996 yılında İstanbul’da doğdu. 16 yaşına geldiğinde eğitimi için tek başına Kanada’ya göç etti. Toronto Üniversitesi’nde tiyatro eğitimi aldıktan sonra fiziksel tiyatroya olan ilgisi onu Paris’e sürükledi. Fransa’da yaşadığı vize problemlerinden ötürü son olarak Londra’ya taşındı.
“Mezun olmadığınız bir ülkede tiyatro yapmak çok zor, çünkü olay tamamen çevreyle ilerliyor” diyen Erkoç, Londra’da kendi oyununu yapmaya karar verdi. Edebiyatımızın önde gelen isimlerinden Şebnem İşigüzel’in Hanene Ay Doğacak kitabını Ersin Yaşar ile uyarlayarak, İngilizce oynamaya başladı.
Dünya prömiyerini Londra’da yapan ve izleyicinin beğenisini toplayan oyunuyla geçtiğimiz hafta Türkiye prömiyerini de yapan Erkoç; yurtdışında ve Türkiye’de tiyatrocu olarak hayatta kalmayı; travmalar, sosyo-ekonomik ile kültürel kodlar ve yas gibi konulara değindiği The Future Looks Bright (Hanene Ay Doğacak) oyununu ve oyunun uyarlama sürecini T24’e anlattı.
EBRU D. DEDEOĞLU'NUN SÖYLEŞİSİ | Hafıza mekânlarla yaşar; orada hem geçmiş hem gelecek vardır: Şebnem İşigüzel ile Memoria üzerine
- Tiyatroyla tanışman nasıl oldu?
Çocukluğumda bana disleksi ve hiperaktivite teşhisi konuldu, 6 yaşında falan bu sebepten terapiye gitmiştim. Yazıları sağdan, soldan aynı anda okuyordum ve yerimde duramıyordum. Hâlâ yerimde duramıyorum ama en azından kontrol etmeyi ve bunları çeşitli desteklerle kendi avantajıma çevirmeyi öğrendim.
Ben bu konuda şanslı bir çocukluk geçirdim. Maalesef Türkiye'de özel gereksinimi olan insanlara devlet tarafından yeterli ve gerekli imkân sağlanamadığı için, çocukların deneyimlemek zorunda kaldığı süreç ailelerin imkânları doğrultusunda şekilleniyor. Ben 'disleksi ve hiperaktivite free' bir çocukluk yaşamasam da, onunla yaşamayı öğrenerek çok zorlanmadan hayatıma devam edebildim.
Bu terapi esnasında zaten çeşitli aktiviteler yaptırıyorlardı. Hiperaktivitemden ötürü de çok hızlı konuşuyordum. Dediklerim anlaşılamadığı için annem ‘seni bir tiyatro kursuna yazdıralım’ dedi. Ben tiyatroyla yaratıcı drama kursuna gittiğim ilkokul ikinci veya üçüncü sınıfta tanıştım ve bir şekilde tiyatro hep hayatımda oldu. Lisedeyken hafta sonu kursuna gittim.
Kısaca tiyatroyla, daha yavaş konuşup insanlarla anlaşabilmek için gittiğim tiyatro kursunda tanıştım. Tamamen mühendis bir aileden geliyorum, mühendis olmayanın bile hukukçu olduğu, sanatla ilgilenenin hiç olmadığı bir aileydi.
Galiba ailemde sanatla ilgilenen olsaydı tiyatro mesleğini yapıyor olamazdım. Çünkü Türkiye’de maalesef hanede en azından birinin para kazanıp desteklemesi lazım. Türkiye’de de tiyatroculuk, çoğunlukla aileden veya yakınlarından az ya da çok destek görebilen insanlar tarafından yapılıyor sanırım.
Tiyatro yapmak bile sınıfsal bir durum. En kötü ihtimalle pılımı pırtımı toplarım ailemin evine taşınırım diyebilenler tiyatro yapabiliyor galiba bu ülkede. Yani barınma konusunda belli bir güvencesi olanlar sadece tiyatro yapıp yalnızca tiyatro ile ilgilenebiliyor sanırım.
Hiçbir güvencesi olmadan bu işi yapmakta direnen meslektaşlarıma çok büyük saygı duyuyorum ama maalesef çoğunluk biraz önce anlattığım durumda.
- Peki senin tiyatro eğitimin nasıl oldu? Sadece kurslara giderek değil diye biliyorum.
16 yaşımdayken lise üçüncü sınıfta eğitim için Kanada’ya gittim ve hiç İngilizce bilmiyordum çünkü burada Sainte Pulchérie Fransız Lisesi’nde okuyordum. İlkokulu da Fransız okulunda okumuştum. Kanada’da İngilizceyi öğrendim.
Daha sonra Toronto Üniversitesi’nde yönetmenlik ve oyunculuk çift anadalı yaptım. Yine aynı üniversitede dramaturji yüksek lisansı yaptım. Toronto Üniversitesi’ndeki tez hocalarım fiziksel tiyatro okulu olan Paris’teki École internationale de théâtre Jacques Lecoq’dan mezundu. Lecoq pedagojisi çok ilgimi çekti ve eğitim için Fransa'ya gittim. Ama sonrasında oturma iznimi yenilemediler.
- Neden oturma iznin yenilenmedi?
Fransa’da sanatçıların oturma iznini yenilemeye çok sıcak bakmıyorlar anladığım kadarıyla. Çünkü uzun vadeli bir kontratınız olması lazım ama biz sezonluk çalıştığımız için yani iki ay provaya giriyorsun ve üçüncü ay işin olmuyor.
Fransa sanatçıları işsizlik dönemlerinde finansal olarak destekleyen bir ülke. Örneğin bir ay çalışıp bir ay çalışmadığında devlet çalışmadığın o ay için sana finansal destek sağlıyor. Tabii ki bu para Paris’te tek başına yaşaman için yeterli değil ama bir arkadaşınla ev paylaşmak, market alışverişini yapmak için yeterli oluyor. Öyle olunca da Fransa’daki sanatçılar, Türkiye’deki sanatçıların hayatta kalmaya dair çektiği kaygıları çok çok daha düşük seviyede yaşayabiliyor anladığım kadarıyla.
Vizemi yenilemek için gittiğim avukat, ‘sanatçı olarak burada vizeni yenilemezler çünkü sen devlet için potansiyel bir yüksün’ dedi. Bu sebepten ben de Londra’ya taşındım ve orada alternatif tiyatro yaparak bir şekilde tutunmaya çalışıyorum.
- “Tutunmaya çalışıyorum” derken ne demek istiyorsun. Orada tiyatro yapmak daha kolay değil mi?
Mezun olmadığınız bir ülkede tiyatro yapmak çok zor çünkü olay tamamen çevreyle ilerliyor. Ben genelde yönetmenlik yapıyordum ama pozisyon açılmıyor. Türkiye için de geçerli bir kanayan yara bence bu, oyuncu seçmeleri yapılıyor ama yönetmen için bu genelde pek görülen bir şey değil. Başvuruyorum ama giremiyorum değil, bence ben 300 koltuklu falan bir tiyatroda yönetmen yardımcılığı yapabilecek donanımdayım ama yönetmen yardımcılığı için ilan çok çok nadir, belli programlar dahilinde açılıyor.
Dünyanın sanırım her yerinde olduğu gibi "bizim bir arkadaş var, arkadaşım sen bu yönetmene yardımcılık yapar mısın" gibi ilerliyor. İlk iki yılım falan bu şekilde geçti ve ben böyle bir şey yapamayacağım demeye başladım ve The Future Looks Bright (Hanene Ay Doğacak) oyununu yaptım.
- Oyununu konuşmadan önce, Kanada, Fransa, İngiltere ve Türkiye’de tiyatroyla içli dışlı oldun. Sence hangi ülkede tiyatro yapmak daha kolay?
Her ülkede farklı ölçeklerde deneyimim oldu ama bir göçmen olarak en rahat tiyatro yapabileceğim yer Kanada gibi hissettim. Diğer ülkelere nazaran tiyatro kültürü çok yeni, ondan dolayı çok fazla boş alan var ve çok daha az insanla yarışıyorsunuz. Fransa’da, İngiltere’de yüzlerce yıldır tiyatro yapılıyor. William Shakespeare, Molière gibi isimler bu topraklardan çıkmış. O kadar sürekli bir eğitim, alışkanlık, kültür ve miras var ki çok daha fazla insanla yarışıyorsunuz. Kanada’da kalsaydım önüm daha açık olabilirdi ama çok uzaktı, 11 saatte Türkiye’ye gelebiliyorsunuz. Şimdi İngiltere’den Türkiye’ye 3-4 ayda bir geliyorum. Beni Avrupa’ya taşıyan motivasyon da bu oldu.
İmkân konusuna gelince de Fransa’nın en büyük devlet tiyatrolarından birinde biri yönetmen asistanlığı stajı olmak üzere iki kere staj yaptım. Genç bir tiyatrocu olarak şunu söyleyeyim; böyle bir şey daha önce hiç görmedim. Çalıştığım oyunun prova döneminde ekibe dahil olan herkes aynı anda ve süreç boyunca aralıksız orada oluyordu.
Türkiye’de de ödenekli tiyatrolara çok büyük bütçeler veriliyor ama ne kadar doğru harcanıyor tartışılır. Türkiye’de yaptığınız en büyük prodüksiyonlarda ışık tasarımcısı, ses tasarımcısı ara sıra toplantılara gelir, en iyi ihtimalle son bir haftada teknik provaların tümüne katılırlar.
O çalıştığım tiyatroda ses tasarımcısı, ışık tasarımcısı, projeksiyon tasarımcısı; iki ay prova yaptıysak hepsinde oradaydı. Teknik anlamda yapacağınız küçük dokunuşlar oyununun gidişatını en baştan değiştirebiliyor. Çünkü ışık tasarımcısı sabahtan akşama kadar provada olduğu için, ışığı da bir aktör gibi kullanma vakti de bulabiliyor mesela bu durumda. Tabii ki çalıştığım yer büyük bütçeli bir tiyatroydu ve tabii ki küçük alternatif tiyatrolarda bu durum böyle değil; ama büyük bütçelerin nasıl kullanıldığını görmek benim için çok kıymetliydi.
- Artık oyuna geçelim, bize oyunu anlatır mısın? Nasıl bir motivasyonla bu oyunu uyarladınız?
Oyunu birlikte uyarladığımız Ersin Yaşar’la bu oyunu İngiltere’de yaparken ilk başta bizi en çok ne heyecanlandırıyor diye konuştuk ve hikâyeyi göçün etrafına kurmaya karar verdik. Çünkü dışarıdan bakıldığında göç edince her şeyi silip sıfırdan başlayabilirsin gibi düşünülüyor ama genelde böyle olmuyor. Sırtınızda taşıdıklarınız, gittiğiniz yerde ne kadar konforlu bir hayat kurarsanız kurun sizi takip ediyor. Bizi en çok heyecanladıran bu oldu.
Oyun, bir kadının son çare olarak bir şeyleri geride bırakıp göç etmesini ama bunun hiçbir işe yaramamasını ve sonucunda kendisini yine bir binanın çatısında bulmasını anlatıyor. Kısacası bir kadının göç etmekle arkasında bırakamadığı geçmişini, annesine benzeyişini, jenerasyonlar boyu kendini tekrarlayan travmaları ve bir kadının bu döngüyü bir şekilde kırmak istemesini ele alıyor.
Bazı şeyleri değiştiremediğimizde kesintiye uğratmak gerekiyor ve karakterimiz bu döngüyü kırmak, kesintiye uğratmak için aldığı karardan da memnun. Biz sahnedeki kadına acınsın istemiyoruz.
- Neden Şebnem İşigüzel’in 31 yıl önce yazdığı bir kitabı ve bu kitapta yer alan Tabut, Benimle Ölür Müsün? ve Hanene Ay Doğacak öykülerini seçtin?
Şebnem İşigüzel, çok beğendiğim bir yazardı ama bu kitabını hiç okumamıştım ve tesadüfi bir şekilde karşılaştım. Okuduktan sonra ben bu hikâyeleri anlatmak istiyorum dedim. Taksim’de büyümüş ve o an 27 yaşında bir birey olarak ben bu kitapla karşılaşmamışım ve demek ki karşılaşmamış birçok insan var diye düşündüm.
Sonra Ersin Yaşar’a "bu kitaptan bir uyarlama yapabilir miyiz’"dedim. O da kitaptaki öykülerin onu heyecanladırdığını söyledi ve biz bu öyküleri nasıl bağlayabileceğimizi düşündük. Bu öykülerde bizi etkileyen ve anlatmak istememize sebep olan ne vardı? İlk önce bunu düşündük. Mesela beni, insanın öldükten sonra terk ettiği yere gömülmek istemesi ya da onun evi olan ülkeye gömülmek istenmesi çok heyecanlandırıyordu.
2013’ten bu yana sürekli ülke değiştiriyorum ve bunların hiçbirine gömülmek istemem çünkü hiçbir yer benim evimmiş gibi hissettirmiyor. Ya da sevdiğim birini kaybetsem onu ne Kanada’ya ne Fransa’ya ne de İngiltere’ye gömmek isterim, onu Türkiye’ye getirmek isterim. Bazen evdeyken, "bu protokol nasıl işliyor, ben ölsem nasıl taşınacağım, kedimi kaybetsem ben onu nasıl geri Türkiye’ye götüreceğim" diye araştırırken buluyordum kendimi 16-17 yaşımdan beri.
Tabut öyküsü bu yüzden beni çok heyecanlandırmıştı mesela.
Örneğin ben Erdal Eren’in 17 yaşında idam edildiğini öğrendiğimde 13 yaşımdaydım ve ben de 17 yaşımda öleceğim diye düşünmüştüm. 17 yaşıma geldiğimde ise Berkin Elvan 15 yaşında katledildi. Türkiye’nin bu politik geçmişini de Benimle Ölür Müsün? öyküsü üzerinden anlatmak istiyordum.
Kısacası bizi heyecanlandıran konularla ilgili kitaptan üç öyküyü seçtik ve biz bunları nasıl bağlayabiliriz diye düşündük. The Future Looks Bright (Hanene Ay Doğacak) bu şekilde ortaya çıktı.
- Kitapta mekân ve zaman kavramı çok muğlak. Ama nedense ben oyunu izlerken oyunun 90’larda geçtiği hissine kapıldım. Oyunun nerede geçtiğini zaten karakterimiz oyunun en başında söylüyor ama oyunu uyarlarken zaman konusunda yazara sadık kaldınız mı yoksa aklınızda hep bir zaman var mıydı?
Başta biz bunu bir zamana oturtamadık. Mantık olarak annesinin yaşadıklarını, kızın yaşadıklarını göz önüne aldığımızda annesinin 14 yaşında doğum yapması falan gerekiyordu. Hikâyeleri jenerasyonlar arası bağladığımızda olmaması gereken bir durum ortaya çıkıyordu yani.
Zaten bahsettiğimiz olaylar Türkiye’nin politik tarihinde maalesef sürekli yaşandığı için biz de isim, zaman gibi şeyleri havada bıraktık. Hatta şarkıları seçerken bile bazı eski şarkıların günümüz yorumlarını, bazen ilk hallerini kullandık. Biraz zaman algısını kırmak istedik çünkü bizi ilgilendiren yaşananlardı. 1960, 1980, 1990 olması çok önemli değildi.
- Şebnem İşigüzel’e ulaşmanız, ikna etmeniz ve oyunu ilk izlediğindeki tepkisini de anlatır mısın?
Şebnem İşigüzel benim çok beğendiğim bir yazardı. Ama Şebnem İşigüzel’in kızı oyunumuzun da dramaturgu olan Tamar Çıtak, bir sezon önce yönetmenliğini yaptığım Hep Hâlâ Şafak oyununda hem oyuncumdu hem de benim ilkokuldan arkadaşımdı. Ama benim Şebnem Hanım'la hiç tanışmışlığım, muhabbet etmişliğim yoktu. Merhaba-merhaba düzeyinde bir ilişkimiz vardı.
Six degrees of separation diyebiliriz. Birine ulaşmak için altı kişi gerekir yani. Ama biz bazen bu bağlantıları görmüyoruz. Neyse bir şekilde ulaştık. ‘Maçka’da bir çay içebilir miyiz, ben bir şey danışmak istiyorum’ dedim ve buluştuk.
Size anlattıklarımı ona da anlattım ve ‘bu sebepten bu oyunu Londra’da yapmak istiyorum, bana emanet eder misiniz’ dedim. Hep Hâlâ Şafak oyunumu beğenmişti, galiba onun da verdiği duyguyla bana güvendi.
Uyarlama sürecinde taslakları ona da attık. İlk yazdığı kitap, gözbebeği olmasına rağmen bizi çok serbest bıraktı. Hep çok pozitif geri dönüşler aldık, belki birkaç önerim olabilir dedi ama sonra onu da yapmadı.
Provaya girdiğimizde ona attığımız son taslaktan baya bir değişiklik olmuştu. Çünkü ona attığımız taslaklarda bu kadar çok mizah yoktu. Sahne dinamiklerini beslemesi için bizim bu hikâyede seyirciye nefes aldıracak kısımlar yaratmamız gerekiyordu. Bu konularda gerçekten bizi çok serbest bıraktı.
Oyunu üç kere Londra’da oynadıktan sonra Türkiye’de oynadım ve Şebnem Hanım da ilk defa orada izledi. Seneye Edinburgh Fringe Festivali’nde oynamak istediğimiz için oyunun bir kaydını almıştık, ‘Şebnem abla istersen atayım’ dedim ama Türkiye prömiyerinde izlemek istediğini söyledi.
- Peki, Şebnem Hanım kulise geldiğinde oyunla ilgili ne dedi?
Çok beğendi. "Hanene Ay Doğacak’ın 31’inci yılına çok yakıştı" dedi. Aksini düşünür mü acaba diye ödüm patlamıştı.
Çünkü kurulumu seyirci gelmeden 5 dakika önce ancak bitirebildik. Oyundan önce müziğimi dinleyeyim sakinleşeyim gibi bir şey olmadı. Çişim vardı onu bile yapamadım, sanki sahneye itilmiş gibi oldum. Bu sebeplerden dolayı çok gergindim ve acaba ne düşünüyor diye sürekli onun gözünün içine bakıyordum.
- Türkiye prömiyerinde ben oradaydım ve seni çok heyecanlı gördüm. Çoğunun İngilizce bilmediği bir salonda, yabancı bir dilde, üst yazılı olarak oyun oynadın. Selamlamada “Sahneye çıkmadan ağladım” dedin. Biraz o anki duygularından bahseder misin, seni ağlatan neydi?
Ben, formasyonum oyunculuk ve yönetmenlik olmasına rağmen 5 yıldır oyunculuk yapmıyordum. Londra’da bu oyunu yapmaya karar verdiğimde bir oyuncuya ödeyecek prova param yoktu. Ersin’in de cesaretlendirmesiyle ‘Ben oynarım ya’ dedim. Bu sebeplerle seyirci karşısına çıkmak benim için zaten daha da zordu.
O gün sahneye çıktığımda kafamdaki yönetmeni kapatıp sadece oyuncuya odaklanmak zor oldu. Bir de ilk defa üst yazıyla oynadığım için kafam sürekli oradaydı. Çünkü 15 sayfalık bir oyunda üst yazıyla senkronize ilerlemek için nokta, virgül bile atlamamanız gerekiyor.
Hatta bir noktada hiçbir şey hatırlayamadım. O anda üst yazı bir şey veriyor ama ben sözleri hatırlamıyorum. Biraz daha sahnenin önünde olsaydım kaldırıp kafamı üst yazıya bakacaktım çaktırmadan; ama olmadı. Bu teknik sebeplerden dolayı Londra’da yaşamadığım stresi burada yaşadım.
Bu oyunu İngiltere’de yaptım ama Türkiye’de de oynamalıyım diye düşündüm. Çünkü burada çok fazla yabancı var ve Türk edebiyatından bir oyunu böylelikle muhtemelen daha anladıkları dilde izleyebilirler diye düşündüm. Bir insanın hikâyesini dinlemeden ben onu anlayamam veya tanıyamam sonuçta; bunu göçte sık sık düşünürüm.
Bu motivasyonla Türkiye’de de İngilizce oynamak istedim, ülkemizdeki göçmenlerin hikâyelerimize o kadar az erişimleri var ki. Ne kadar çok birbirimizin hikâyelerini dinlersek o kadar çok birbirimizi tanırız, ne kadar çok birbirimizi tanırsak o kadar çok köprü kurarız diye düşündüm.
- The Future Looks Bright (Hanene Ay Doğacak) oyunu dünya prömiyerini Londra’da yaptı. Birleşik Krallık’taki seyircinin tepkisi nasıldı?
Ben oyunun hikâyesi anlaşılmayacak diye çok korktum. Çünkü darbeden, sürgünden, bir gazetecinin vurulmasından bahsediyor. Biz bunları Abdi İpekçi’lerden Uğur Mumcu’lara, Hrant Dink’lere zaten biliyoruz. Bir gazetecinin vurulmasından bahsettiğimizde bu bizim kafamızda birçok şey çağrıştırıyor, bir sürü duygu hemen yükleniyor. Birleşik Krallık’taki seyircilerin bu tarz konuları anlamayacağından çok korktum ama anlaşılıyormuş.
Bir internet sitesinde, İngiliz bir eleştirmen oyunun biçiminin kendisine hitap etmediğini de söyleyerek oyunun ne anlattığını özetlemiş. Bunu okuduğumda çok rahatladım mesela. Benim için anlaşılıyor olması çok önemliydi.
Seyirciler ise oyunun bu çok geçişli yapısını beğendiklerini söylediler. Sahnedeki aksiyondan gözlerini alamadıklarını söylediler ve ben 55 dakika bir kişiyi, konsantrasyonunu dağıtmadan oyunun içinde tutabiliyorsam bu benim için bir başarıdır diye düşündüm hep.
- Ekipten de bahsedelim çok genç bir ekipsiniz. Ayrıca oyunun takvimiyle de ilgili biraz bilgi verir misin ne zaman ve nerelerde izleyeceğiz?
Çok genç bir ekiple bu işi yaptık, uyarlamanın yanında ışık tasarımımızı Ersin Yaşar yaptı, yardımcı yönetmenliğini Berfin Ertan, Öykü Eraslan, dramaturgunu Beril Çelik, Tamar Çıtak, müziklerimizi Ahmet Sipahi yaptı, fotoğraflarımızı çeken Derin Küpeli, ışık tasarım asistanı Furkan Anıl Akbey var.
28 yaşın altında 5 kadın olarak provalarımızı yaptık, kadınlar matinesi gibi geçti. Bu gençliğimizin enerjisini hissetmek çok güzeldi; çok cesur hissettiğimiz yaşlardayız. Sektörde karınca kadar olmanın, gidecek daha çok yolumuz olduğunu bilmenin verdiği bir cesaret var gibi hissediyorum içimizde ve bu oyunu yaparken ekipteki kadınlara bence bu çok iyi geldi.
2-3 ayda bir Türkiye’ye geliyorum ve geldikçe oynamak istiyorum. İngiltere’de her ay oynamak istiyorum. Bir de festivallere gitmek istiyoruz. Çok bir prodüksiyon nakliyatı maliyetimiz olmadığı için gezebildiğimiz kadar gezmek istiyoruz.
Oyun takvimini sosyal medya hesaplarımızdan takip edebilirler.
- Başta kısaca değindin ama bitirirken şunu da sormak istiyorum. Maalesef artık kültür-sanatın karın doyurmadığını biliyoruz. Sen geçimini nasıl sağlıyorsun?
Biz sattığımız biletle ancak salonun parasını ödeyebiliyoruz. Hatta bazı arkadaşlarımız bazı oyunlarında salondan borçlu çıkıyor ve bir sonraki oyundan para kalırsa o salonun borcunu ödüyor.
Aile desteğinin dışında çok sık çevirmenlik yapıyorum. Bazen Kanada’dan Kanadalı yazarların metinlerini çevirmek için fon alıyorum. Şimdi Mitos Boyut Yayınları ile bir proje yaptık Deniz Başar ile birlikte, 2022-2023 sezonunda sahnelediğimiz Hep Hâlâ Şafak ’ı çevirdim, Sözcü diye bir oyunu çevirdim ve Mitos Boyut onları Çağdaş Kanada Oyunları dizisi altında bastı. Yine toplu bir antoloji yapmak için yeni bir hibeye başvurduk.
İşin sonunda aile desteği olmasa çeviriden aldığım para da yetmez.
KünyeYazar: Şebnem İşigüzel |
Tiyatrocu Sami Berat Marçalı: Sansür illa yapacaklar ya da yapmakla korkutacaklar ve size otosansür yaptıracaklar. Siz ne istiyorsunuz? Ona karar vermek lazım. Sansüre boyun eğip geniş kitlelere mi ulaşmak ya da varlığınızı kabul edip elindeki kitlenin büyümesini mi ummak? Biz ikincisini tercih ettik, en bağımsız halimizle sahadayız. Bize bu iyi geliyor
"Dizilere bağımlı olmamak ve sanatçı kalabilmek için rehberlik yapıyorum. Bu, alışkanlıkların dışına çıkmak ve yeni insanlarla tanışmak için de imkân tanıyor"
"Cumhuriyet kurulunca 'bu bütün Türkiye’nin sanatı olsun' diyerek Karagöz’e Türk Gölge Tiyatrosu diyorlar ve bütün Türkiye’nin sanatı oluyor. Halkevleri Atatürk Devrimlerini Karagöz'le anlatmaya çalışıyor. Halkevlerinde yeni Karagözcüler yetiştiriliyor, didaktik oyunlar yazılıyor. Karagöz vals yapıyor, piyango çekilişleri var… Karagöz’e verilen en büyük zararlardan biri bu"
© Tüm hakları saklıdır.