29 Ocak'ta Fişekhane'de ve 1 Şubat'ta Alan Kadıköy'de tekrar seyirciyle buluşacak olan Küçük Balkon’un yazarı ve yönetmeni Kılcıoğlu, oyuna dair bilinmeyenleri T24’e anlattı.
Can Kılcıoğlu
- Küçük Balkon’un hikâyesini sizden dinleyelim ve yazarken sizi en çok etkileyen şey neydi? Ayrıca oyunun adının Küçük Balkon olmasının özel bir anlamı var mı?
Aslında çok başka bir hikâye yazmaya başlamıştım. Tamamen bir ilişki hikâyesiydi. Zamanla uğraşa uğraşa, dönüşe dönüşe Küçük Balkon’a kadar geldik. Bir ilişki hikâyesi gibi başlayıp sıkı bir kız kardeşlik öyküsüne dönüşen bir oyun oldu.
Ben genelde küçük ve basit olanın peşinden gidiyorum. Bu anlatım, bana daha oyuncaklı daha derinlikli geliyor. Hayatta bazen küçük bir hediye anahtarlık, bazen unutulan bir anı, mesela otobüste unutulan bir atkı çok büyük, sert olaylardan daha çok etkileyebiliyor insanı. Mesela bir sokakta duvara spreyle yazılmış tastamam bir yazıdan çok, yarım kalmış bir yazı ve yerde o tutukluk yapmış spreyi anlatmak daha çok heyecan veriyor bana. Bu, anlatmayı seçtiğim ‘kara komedi’ türüne daha çok hizmet ediyor.
O basitlik ve sadeliği de bence Küçük Balkon ismi çok güzel tamamlıyor. Nefes alacak yer bulmaya çalışıyoruz. Küçücük evlerin içine sıkışıyoruz. Bir anda gökyüzünü görebildiğimiz tek yerin malesef ufacık bir balkon olduğunu fark ediyoruz. Ve bu aslında kendimize ait tek yer. Nefes alabildiğimiz tek alan. Fakat bazen bulduğumuz o yer, kendimize ait o balkon, bir başkası için bir özlemi veya bir yası temsil edebiliyor. O yüzden balkon küçük ama etkisi büyük.
Bir de Küçük Balkon’un biraz kişisel bir tarafı da var. Babam 4 yıl önce vefat etti. Sert ve zor bir hastane süreci yaşadık. Çok fazla zor duyguyu iç içe yaşadım. O kadar çok duygu yaşadım ki, bu duyguları ayırt edebilmem çok zaman aldı. Sonra bu kuvvetli duyguları bir şekilde bir şeye, bir işe dönüştürmek istedim. İstemekten de öte, dönüşmesi gerekiyordu. Küçük Balkon’a ilham olan ilk yer aslında o hastane süreciydi.
Vildan Atasever ve Nazlı Senem Ünal | Küçük Balkon oyunundan
- Hikâyeniz kadın karakterler üzerine kurulu. Bu karakterlerin hikâyesini erkek bir yazar olarak yazmak nasıl bir deneyimdi? Abla-kız kardeş ilişkisini yazarken kendi hayatınızdan sizi etkileyen kişisel deneyimleriniz oldu mu?
Ben kadınların arasında büyüdüm. Anneannem, annem, teyzem, ablam ve kuzenimle beraber büyüdüm. Onlardan çok şey öğrendim. Çok renkli bir yerdi orası. Ve çok keyifliydi, çok zengindi. Ablam (Doğa Kılcıoğlu) da hayattaki ilk oyun arkadaşım ve sırdaşım. Yazarken tüm bu dünyadan ve ablamdan, orada yaşadığım tanıklıklardan çok etkilendim ve beslendim.
Ve tabii tüm feminist aktivist kadın arkadaşlarımdan destek aldım. Nihayetinde iki kadın karakter yaratıyordum, bir kız kardeşlik anlatacaktım ve ‘erkek’ refleksiyle/ bakışıyla yazmak olasılığı ve riski hep vardı. Bu tuzağa düşmemek için çok çalıştım. Ve ayrıca ekibimizin çoğu kadın. Yani özetle çevremdeki tüm kadınlar sürekli kenarda ‘kadınlara ait her eylemin/ anlatımın/ kelimenin’ hikâyedeki yeriyle, kullanımıyla ilgili onay vermek veya itiraz etmek için hazır bekliyordu ve hep bana destek oldular. Hepsine buradan tekrar çok teşekkür ediyorum. Yani Damla ve Nehir karakterlerini oluştururken ve bir kız kardeşlik öyküsü anlatırken dersime çok çalıştım diyebilirim.
Nazlı Senem Ünal ve Deniz Karaoğlu | Küçük Balkon oyunundan
- Annenin hastalığıyla yarım kalan tadilat metaforu, hikâyenin özünde nasıl bir anlam taşıyor? Bu metaforu yaratırken neyi vurgulamak istediniz?
Tadilatlar bana hep arkeoloji gibi gelir. Her tadilat bir yanıyla komiktir ama bir yanıyla da çok derin, tozlu ve sert konular barındırır. Her tadilatta o ‘yenilenme’ bir arınma da getirebilir, bazen de ‘hiç kalkışmasaydık’ denebilecek kadar zordur. Evde tadilat sırasında her yer, her yerdedir. Aradığınızı bulamazsınız. Bir sürü tanımadığınız kişi evin ortasında gezinir. Sanki anılarımızın üstünde tepinilir. Tadilatlar bir şeyleri tamir de eder, bazı şeyleri de derinden sarsar. Görmek istemediğimiz bir biblo, bir fotoğraf, bir fayansın köşesi bile bizi tetikleyebilir. Görmeyi tercih etmediğimiz eşyalar veya unuttuğumuzu sandığımız o objeler bize bir anda geçmişi getiriverir. Tadilat güç ister. Hatırlamak zordur. Öyle ya da böyle biter. Ama bazı duygularımızı tahriş edip bırakabilir. Bir yandan da komiktir aslında. Tam çok eski bir oyuncağınızı görüp hüzünlenecekken bir anda ‘bir usta’ gelir ve ‘abi o kutunun üstünden bir kalkar mısın, altından çekiç alacağım?’ der. Ağız tadıyla bir travmanızı bile yaşayamazsınız.
Küçük Balkon’da bir ailede, bir evde tüm bu hafıza/ hatırlama, zorlayıcı deneyim ve anıları, duyguları da anlatmaya çalışıyorum. Zor konular gün yüzüne çıkıyor. Halı altına süpürülen ne varsa konuşulur hale geliyor. Tadilatın yarım kalmış olması da bizi tüm bu konularla çıplak bir şekilde baş başa bırakıyor.
- Oyundaki çatışmaların çoğu geçmişten gelen travmalar etrafında şekilleniyor. Bu travmaları tasarlarken psikanalitik kavramlardan ilham aldınız mı?
Ben çok uzun süre psikanaliste gittim. Yaklaşık 10 yıl kadar. Çok şey öğrendim. Açıkçası herhangi birine, bir olaya, bazen bir nesneye bile bakış açım çok derinleşti. Geçmişi çok önemsiyorum. Hatırlamak benim için çok kıymetli bir konu. Çok fazla şeyi hatırlıyorum. Çok fazla detay hatırlıyorum. Oysa insanlar bazı anılarla baş etmek için insan unutmayı ya da o anıyı değiştirmeyi tercih edebiliyor. Bilinçdışı çok zengin ve eğlenceli bir yer. Yazarken de psikanalizden çokça ilham alıyorum. Bu az önce bahsettiğim arkeoloji konusuna da çok benziyor. Yazarken duyguların arkeolojisini yapıyormuşum gibi hissediyorum.
Deniz Karaoğlu ve Can Kılcıoğlu
- Oyun, komedi unsurlarını da güçlü bir duygusal temelle birleştiriyor. Bu anlatım tarzını tercih etmenizin özel bir nedeni var mı?
Bu tam da benim anlatmayı çok sevdiğim ‘kara komedi’nin tanımı. Hayata böyle bakıyorum. Dualiteye inanıyorum, ikiliğe. Yani hiçbir zaman salt tek bir duygumuz yok. Her durumda yaşadığımız duygu neyse, hemen karşıt bir duyguyu da hissedebiliyoruz. Örneğin bir cenazede çok üzgünken, ağlamaktan bitap düşmüşken bir anda tam karşımızda yine çok ağlamış birini beğenip ‘ne kadar da güzel giyinmiş’ deyip saçımızı düzeltebiliyoruz veya çok mutlu, eğlenceli bir sofradayken ‘keşke ilkokulda sıra arkadaşıma şöyle demeseydim’ diye hüzünleniveriyoruz. Bunlar tam da hayat dediğim yer. Daha önceki işlerimi de kara komedi tarzında yaptım. İlk uzun metrajım Karnaval da bir kara komedi. Çok zengin bir yer kara komedi. Çok zor ve denge isteyen bir alan. Ama dengesini iyi tutturduğunuzda da müthiş keyifli. Seyirci yoğun bir şekilde ağlarken bir anda kahkahalarla gülmeye başlıyor.
Küçük Balkon’da tam olarak bu oluyor. Tam oyunun en dramatik anlarından bir tanesinde Burak karakterinin (Deniz Karaoğlu) aşırı saçma/ komik bir cümlesiyle seyirci ağlarken gülmeye başlıyor ve o anlarda salona baktığımda seyircilerin ‘utanarak güldüğünü’ fark ediyorum. Bir yazar/yönetmen için inanılmaz haz veren bir an bu. Bu bıçak sırtı duyguyu yakalayabilmek çok kıymetli.
- Oyuncu seçiminde sizi etkileyen kriterler neler oldu? Oyuncular karakterleri şekillendirirken sizin vizyonunuzla nasıl bir uyum sağladı?
Öncelikle çok şahane üç oyuncuyla çalışıyorum. Nazlı Senem Ünal, Vildan Atasever ve Deniz Karaoğlu. Müthiş bir uyum içerisinde bir süreç yürüttük.
Açıkçası ben metin konusunda çok çalışıyorum. Epey detaylı yazıyorum. Aylarca uğraşıyorum. Karakterleri yaratırken de, olay örgüsünü yazarken, diyalogları oluştururken de öyle. Biraz titizim metin konusunda. Bu anlamda metni teslim edebileceğim, bu karakterleri oynaması için gönlümün rahat olabileceği kişiler bulmak istedim. Karakterini yargılamayacak, eğlenebilecek ve aslında uyumla anlaşabildiğimiz oyuncular bulmaya çalıştım ve tam olarak öyle oldu. Muhteşem bir kadro oldu. Hem üçü de çok iyi oyuncu hem de müthiş bir uyum içinde çalışıyoruz. Ama gülme krizlerine de giriyoruz. Yani aslında çok derinlikli bir iş yaparken, çok yüksek derin ve ağır duygularla çalışırken keyifle hep beraber ‘boş yapabilmek’ çok keyifli. Gözlerimiz dolu dolu gülme krizindeyiz hep.
Deniz Karaoğlu’nu çok eskiden tanıyordum. Yönettiğim bir klipte oynamıştı, 15 yıl önce. Sonra hep bir yerlerde bin kere karşılaştık. Müthiş bir oyuncu. Çalışması da çok keyifli. 1 yıl önce ilk okuma yaptığımızda ‘beraber metin okuyalım mı’ diye çağırmıştım. O kadar iyi okudu ki, metinde Burak karakterini daha çok yazdım. Karakterin metindeki yeri arttı. Şimdi oyunun denge unsuru, o ince kara komediyi sırtlanan karakter oldu. İyi ki de oldu. Deniz sahnede hiç konuşmadığı, sadece tanık olduğu yerlerde dahi o kadar ‘o an orada’ yaşıyor ve gerçekten dinliyor ki, sadece çalışırken değil izlerken de çok keyif alıyor insan.
Nazlı Senem Ünal | Küçük Balkon oyunundan
Nazlı Senem Ünal aşırı disiplinli ve komik biri. İlk tanıştığımızda cafede o mor çayını içerken tam olarak Nehir’i oynayabilir dedim. Bir kere ikizler burcu. Hem kendi hayatına sahip çıkmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyor. Hem de eğlenmeden iki adım atamıyor ve müthiş rahat çalıştığım biri oldu.
Vildan Atasever’le tanıştığım ve çalıştığım için çok şanslıyım. Kendiliğinden, hayatı tüm detaylarıyla gören ve dinleyen biri. Sahnede de hayatta olduğu gibi. Bu müthiş bir sahicilik yaratıyor. Ayrıca Vildan ve Nazlı birbirine fiziken hiç benzemeyen ama gerçekten iki kardeş gibi enerjiye sahip bir ikili. Hem süreç içinde birbirlerine çok sarıldılar, hem de çok çalıştık. Sahnede gerçekten bir abla-kardeş izliyoruz.
Üç oyuncumuzla da çalışmak çok çoğaltıcı ve eğlenceli bir deneyim oldu.
Vildan Atasever
- Siz aynı zamanda sinema da yapıyorsunuz. Tiyatro oyunu yazıp yönetmek ile film senaryosu yazıp yönetmek arasında nasıl farklar gördünüz? Klişe bir soru da sıkıştırayım araya; hep Orson Welles, Ingmar Bergman gibi isimler üzerinden iyi tiyatrocudan iyi sinemacı olur mu ya da tam tersi tartışmaları yapılır, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben sinema okudum. 18 yaşımdan beri film yapıyorum. Kendimi bildim bileli yönetmenim. Hep sinema aracılığıyla hikâyeler anlatmayı tercih ettim. Kısa filmler yaptım, uzun metraj film çektim, reklam çekiyorum. Ama disiplinlerarası çalışmayı da çok seviyorum. Video işlerim de var, fotoğraf işlerim de var. Oyunculuk yaptım, hâlâ ara ara yapıyorum. Bir serginin senaryosunu yazıp yönettiğim de oldu. Bana ilham veriyor bu çeşitlilik. Tiyatro da bu disiplinlerden biri ama tabii çok kuvvetli bir yer. Çok ateşli, çok yüksek enerjili, çok dinamik, çok değişken.
Bu hâl bana çok iyi geliyor. Bu değişimin içinde olmak. Benim için sinema ve tiyatro metinle ilgili. Yazdığım bazı metinler sinemaya çok yakışıyor. Bazı metinler ise tam tiyatro metni. O yüzden kendimi yenileyebildiğim, heyecanlanabildiğim ne varsa orada oluyorum. Tiyatro benim üretme yaratma heyecanıma ateşime çok iyi geliyor. Yani yaratıcılığıma, içimdeki ateşe neresi iyi geliyorsa orada buluyorum kendimi. Tiyatro bu duyguları çok yüksek yaşayabildiğim bir yer. İyi ki var.