02 Mart 2025
Genelde Milano’ya daha ucuz havayollarıyla gidenler, Bergamo Havalimanı’na iniş yapar. Ki şehrin havalimanının adı bile “Bergamo Milano.” Hani “Budget Airline” tabir edilen Ryanair, Indigo, Jet2; ya da bizden A Jet, Pegasus gibi uçaklar inip kalkıyor buraya.
O yolcular çoğunlukla hiç bilmiyorlar nereye indiklerini. Hedefleri bambaşka çünkü. Milano’da yapılacaklar, görülecekler, alınacaklar, seyredilecekler; hayat onlar için daha tempolu bir arenada. Hayaller daha farklı bir boyutta.
Benim amacım ise hiç Milano’ya gitmek değildi. Bilerek ve isteyerek Bergamo’ya geldim. Kaldığım süre boyunca Milano’ya uğramadım bile. Beş tam gün, bu güzel şehri keşfettim. İnsanlarla tanıştım, çok güzel yemekler yedim. Belki Verona’ya giderim diye plan yapmıştım; hani Romeo ve Jülyet’in şehri. Çok da güzel olurdu; ama ona bile fırsatım olmadı. Eğlenmek, gezmek, öğrenmek için ille de en büyük şehirde olmak gerekmediğini; zamanda derinleşmenin en tatmin edici seyahat olduğunu çoktaaaan öğrenmiştim…
Bergamo, Alpler’in eteklerine kurulu, İtalya’nın Lombardiya bölgesine bağlı bir şehir. Özellikle son yıllarda çok popüler olan Como gölüne ve ondan daha az bilinse de en az Como kadar güzel olan Iseo’ya çok yakın. Maalesef Milano’nun dillere destan kirli havasından nasibini alsa da, hala bir miktar daha temiz. Tabii trafik, kalabalık ve pahalılık karşılaştırılamaz bile. Bergamo, hala sakin, kaliteli ve basit bir hayatın yaşanabileceği, yolları tertemiz olan bir şehir. Kuzeyde oluşu itibariyle asfaltlar düzgün, alt yapısı çok bakımlı ve sağlam. Hastaneler, polis, devlet daireleri ciddi bir şekilde çalışıyor. Şehrin halkı, bu sistemin iyi işlemesi için elinden geleni yapıyor. Bir tarafıyla Milano’nun hafif uzakça bir semti gibi konumlansa da, aslında “biz ayrı dünyaların şehirleriyiz güzelim” havasından ödün vermiyor. Bergamo, “ben böyleyim ve böyle kalırım” diye ısrarla direttiğini çok net hissettiriyor.
Diyeceksiniz ki “amma da edebiyat yapmışsın, şehir konuşur mu”.
Elbette konuşur.
Şehirler, havyanlar, eşyalar, hatta giysiler; her şey konuşur.
Pantolonun izi, kilonun nerede toplandığını söyler. Ayakkabının fazla aşınmış sağ iç topuğu, yanlış basıldığını anlatır. Sallanan sandalye ayakları, hayata karşı saldırgan tutumun doğru olmadığını fısıldar. Sinmiş ve saldırgan bir ev hayvanı, her zaman olmasa da, pasif agresif ve biraz şizoid kişilikli bir sahibi olduğunun habercisi olabilir. Sokakları çöplerle dolu, ağaçların dalları kırılmış bir şehir, sadece ağlar. “Ben ne yaptım, nerede hata ettim, bu insanlara neden öğretemedim” diye hıçkırarak ağlar…
Bergamo aynen şöyle diyor: “Zenginlik ve şatafat arayanlar, nereye gideceklerini biliyorlar. Ben burada doğayı, parkları, eski binaları ve kurumları koruyorum. İnsanlarıma doğru ve kibar bir şekilde hizmet veriyorum, karşılığında da şevkat ve ilgi istiyorum. Çok şükür seviliyorum ve korunuyorum da”.
Giuseppe Donizetti, büyük müzisyen, Bargamo’da doğdu. 30 yıla yakın bir süre, Osmanlı topraklarında yaşadı, “Paşa” ünvanıyla onurlandırıldı. Müsika-i Hümayun, yani bildiğimiz Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kurucusu, aslında uluslararası üne sahip müzik adamı Donizetti Paşa.
1820’lerin sonunda İstanbul’a gelen Donizetti, kurulan modern ordunun bando teşkilatını oluşturdu. Ölümüne kadar da yönetti. Osmanlı Marşı olarak kullanılan “Mecidiye Marşı”nı, o besteledi.
Neyse, çok uzatmayayım. Ama Donizetti’nin öyle güzel bir hayat hikayesi ve dallanıp budaklanan bir örgüsü var ki. İlgilenirseniz, okumanızı tavsiye ederim. Napolyon’un orduları da, müzik dersleri alan Abdülmecid de, Pera’ya gelen Fransız opera grupları da öyküye dahil oluyor. Şahane bir dönem filmi tadında, 19. yüzyıl esintisi yaşanıyor. Kardeşi olan Gaetano Donizetti de çok meşhur bir müzisyen. Hatta, küçük şehir Bergamo’nun operası bile var, ve operanın adı da Gaetano Donizetti.
Havalar daha sıcak olsaydı, bol bol trekking, göllerde yüzme ve kano yapardım. Soğukta ve gri havada doğa yürüyüşü beni çok açmıyor. Aslında her şeye rağmen o eşofman giyilmeli, o yola gidilmeli, biliyorum; ama kış vakti, istemedim. Şehirde kalmayı, caddelerde yürüyüp meydanlarda oturmayı tercih ettim. Dedim ya, şehir de güzel güzel konuşuyordu. Huzur vardı, yumuşaktı, çok kibardı. İyi geldi bana bu medeniyet. İtalyan sosunda İsviçre mi desem, öyle bir şey işte.
Bergamo’nun tepesindeki Citta Alta ile geziye başladım. Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Yukarı Şehir, dar sokakları ve şaşırtıcı derecede ilginç dükkanlarıyla bir günü alıyor. Meydanlardaki cafe’lerde, hava izin verdiği sürece, saatler geçiyor. Bayılıyorum tembel tembel oturmaya. Yan masalarla laflamaya, garsonlarla şakalaşmaya…
Eski Şehirdeki kiliseler, katedral, meydanlar çok güzel. Zindanları görmek için özellikle vakit ve çaba harcamak gerekiyor. Kahverengi tonlarındaki Eski Şehir’e, Citta Bassa, yani Aşağı Şehir’den finüküler ile çıkılıyor. Tabii yürümek isteyenler için çok güzel bir yol. Venedik Duvarları’nın yanından, yavaş yavaş Piazza Mercato delle Scarpe’ye gidiliyor.
Venedik Duvarları, 6 kilometre uzunluğunda, şehri çepeçevre sarıyor. 1501 yılında inşa edilmeye başlanmış. 5 asırdan uzun bir süredir, artık mecazi anlamda olsa da, şehri düşman işgallerinden koruyor.
“Şuncacık şehirde müze mi olurmuş” diye düşünmüştüm.
Oyyy, ne ayıp etmişim!
Carrara Akademi, 16. Yüzyıl İtalyan resimlerinden nefes kesici bir koleksiyon sunuyor. Rafael, Bellini, Lotto; göz göze, nefesim değecek kadar yakından geçtiğim birkaç tablo. Avrupa’nın en değerli, en bilinen koleksiyonlarından biriymiş meğer. Daha önce gezi kitaplarında gözüme çarpmamış, ben atlamışım ya da. İnsan gezdikçe, okudukça, konuştukça öğreniyor canlar.
Bu “canlar” da ne yahu? Kendime gülüyorum bazen. WhatsApp grupları yazışma dili, elime ve beynime işliyor işte.
Carrara Akademi’nin yarattığı süper etkiden sonra, büyük beklentilerle şehrin diğer müzesine yollandım. İkisi de çok yakınlar zaten. Giderken bir hayli heyecanlandım, sabırsızlandım.
Maalesef Modern Sanat Müzesi, benim için biraz hayal kırıklığıydı. Çok tırışka “şey”ler vardı, büyük kısmının sanatsal değerini ben pek anlayamadım galiba. Sergilenme biçimi de son derece sakildi. Nedense burası olmamış. Bence yeterince önem vermemişler. Diğer müzeyle çok gururlanıyorlar, burası güdük kalmış. Ama yine de “gitmişken görülür kategorisi”nden şöyle bir uğranır.
İtalyan mutfağını anlatmayacağım, biliyorsunuz.
Burayla ilgili birkaç işe yarar bilgi paylaşayım: Efsanevi dondurma “Stracciatella”, ilk kez Bergamo’da yapılmış. Yanılmıyorsam 1960 yılında. İlk yapıldığı dondurmacı Colle Aperto’da, hala açık.
Vanilyayla çikolata parçalarının karışımı enfes bir tat. Bir defa mutlaka yenmeli. Ama stracciatella yiyip diğer lezzetleri es geçmek, ciddi haksızlık olur. Üç top dondurma 6 euro; İstanbul’daki dondurmacılar çok daha pahalı. Hatta geçen yaz Bodrum’da, Yalıkavak’ta, yanımda üç top dondurmaya 600 lira verdiler. Lokanta falan değil, yanlış anlaşılmasın. Küçük, “ponçik” bir dondurmacıydı. Ponçik ponçik kazıklamak üzere gülümsüyordu!
Zaten Paris’te kruvasan daha ucuz, İspanya’da balık yemek çok daha ucuz, Yunanistan’da içkili, eğlenceli bir gece, İstanbul’un üçte bir fiyatı. Alıştık artık, İstanbul en pahalı!
Unutmayayım; bir de bu bölge, İtalya’nın peynir üretiminde çok isim yapmış bir bölgesi. Değişik, çok lezzetli peynirler var. Yemeden, almadan dönmek olmaz…
Yolları Bergamo’ya düşecek meraklı gezginler, zaten nerede ne yenir konularında sıkı bir araştırma yaparlar. Sadece içimde kalmasın, yazıya bürünsün diye en can alıcı yerleri paylaşayım istiyorum…
Benim beş günde üç kere gittiğim yer, Pizza Dipinta oldu. Gerçekten sulu sulu Napoli pizzaları, bol soslu makarnalarla karbonhidrat severlerin rüyası!
Taoicchino Taverna Begamasca ve Il Coccio da denenebilir. Eski Şehir’deki Baretto, muhteşem bir deneyimdi. Çalışanlar ve sahipleri çok misafirperver insanlar. İzzet ve ikramın sonu gelmiyor. Küçük kaplarda ara sıcaklar ve tatlılar, hep müesseseden masamızı şenlendirdi.
Neyse canlar, İtalya işte.
Üç yıldır öğrenmeye çabaladığım dilin konuşulduğu ülke. Her şey iyi hoş, gittiğim her sefer çok mutlu oluyorum da, bir rahatsızlığım var. Bu İtalyanlar, benimle hemen İngilizce konuşmaya başlıyorlar. Dillerini öğrenmek için kan ter içinde çabalayan bu adama, iki cümle İtalyanca laf edip mutlu olma hakkını çok görüyorlar…
Ne diyelim?
Ci vediamo, alla prossima volta!
Fatih Türkmenoğlu kimdir? "Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı. ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası. |
Bu geç kalmış bir yeni yıl konseriydi. İstanbul bembeyaz örtülere bürünmeden, karlar altında kalmadan az evvel gerçekleşti. “Klasik müzik sevmem, operadan hiç hazzetmem” diyenlerin bile bin bir duygu durumuna bürünüp, avuçları kızarırcasına alkışladığı bir gece oldu…
Silivri, İstanbul’un bir ilçesi, ama nasıl böyle bambaşka bir havası olabilir; anlayamıyorum. Bir tarafıyla apartmanlar, iş yerleri, dükkânlar; sanki Bakırköy. Bir tarafıyla da deniz kenarı, sahil yolu, sakin emekli kahveleriyle bir küçük Balkan şehri. Hatta neredeyse Ege adası…
Şöyle hızlıca bir kelimelik Kopenhag özeti yapıvereyim önce: Huzur. Tüm şehir, insanlar, mekanlar, mimari, hatta sabahın homurtulu uyanışı, barlar, okullar; her yer. Huzur, huzur, huzur!
© Tüm hakları saklıdır.