25 Ocak 2016

Dostum Mustafa'yı yazdım; sizin için değil, kendim için...

Bir kraliçeyi de, her gün seksen kere gördüğü kişiyi de aynı iştahla gözünü dikip dinleyen insandı Mustafa...

Mustafa Koç konusunda yazacağım size.  Ama bildiğiniz, hep okuyageldiğiniz gibi değil. Sizin için yazmayacağım yazıyı. Kendim için yazacağım. İhtiyacım var çünkü. Çok yakın bir dostluk ve sırdaşlık yaşarken, en son ölümünden iki gün önce baş başa iki saat gördüğüm Mustafa’yı pat diye kaybediverdim.

Üstelik, o, tüm Türkiye’nin biricik evladı, Mustafa’sı. Dolayısıyla, yasını tutma sırası bana gelmiyor. Gelememesinden gurur duyuyorum. “Kaybediverdim” yazmak dahi ukalaca ve sahiplenici duruyor, göçüp giden ruh Mustafa’nınki kadar çok hayata değen bir ruh olunca. Sevenleri sel olunca, dostumun tabutunu omuzlayamadım. Mezarına bir karış toprak atmak için sonradan gitmem gerekti. Buna rağmen, bir kapanış yaşayamadım. Hemen hemen her gün mesajlaşırdık. Şimdi onun numarası hatıra olarak duruyor telefonumda. Bu tür bir durumu sindirmeyi öğrenmemişim daha önce. Allah’ın sevgili kuluymuşum. Hep sıralı ölüm tecrübe etmemi nasip etmiş yaradan. 40 yaşımda, ilk defa, beraber yaşlanacağımı düşündüğüm bir dostumu kaybettim ve bunu hazmetmeyi öğrenmek durumundayım. Bu yüzden, göğüs kafesimin içini patlatacak gibi dolduranları yazıya dökmeye karar verdim.

Kalp krizi haberini aldığımda Tuzla’da bir müvekkil toplantısındaydım. Derhal Amerikan’a doğru yola çıktım. Yolda, Arçelik Genel Müdürü Hakan Bulgurlu ve Ümit Boyner ile haberleşip durdum. Çaresizlik içinde, iyi olduğunda onunla okuruz diye, “Sana bu mesajı sen hiç iyi değilken ve ben hastaneye yetişirken yazıyorum. Bu mesajı okuyacaksın. Yaşlanacağız” diye SMS gönderdim ona saat 10:00’da. Salı akşamı bir yandan Davos’tan, Ankara’daki toplantısından, İran’daki fırsatlardan, Las Vegas’taki fuarda gördüğü teknolojilerden, Silikon Vadisi'ndeki şoförsüz Google arabasından, benden istediği bazı hukuki görüşlerden ve Küba tecrübelerinden, bir yandan da nasıl yaşlanacağız konularından dem vurmuştuk çünkü. Bana purolar getirmiş, onları vermişti. İnsanların Küba’da iyi yaşlandığından, mutlu yaşlılar gördüğünden bahsetmişti. Mutlu yaşlılarla fotoğraflarını göstermişti telefonundan. Böyle olmak lazım, sohbeti etmiştik. Yazın yapacağımız dalışların planlarını yapıp kış gitsin yaz gelsin yakınmalarına yürümüştük.

Amerikan Hastanesi’ne vardığımda, yakınlarının alındığı odaya götürdüler beni ve kapıdan girdiğim anda üzerime “Başımız sağolsun”lar geldi. Bir süre bekledim orada. Dostlarla şaşkın şaşkın birbirimizin suratına baktık. Bu esnada, ismi lazım değil birisi, dışarı çıkıp vefatı basına açıklamış. Nereye akıtacağımı bilemediğim isyan enerjimi için için o kişiye kızarak söndürmeye çalıştım biraz. “Sen aile misin yoksa doktor musun? Ne sıfatla bu açıklamayı yapıyorsun?” sorularıyla kendimi hararetlendirmeye çalıştım ama, dişimin kovuğuna gitmedi. Daralmaya devam ettim. Emmedi isyanımı bu numara. Çıktım. Kapıda bir basın ordusu vardı. Aralarından geçip Amerikan Hastanesi'nin köşesindeki büfeye gittim. İçeri girdim. Dışarı çıktım. İçeri girdim. Dışarı çıktım. İçeri girdim. Büfeci “Abi al” dedi. Bir bardak su uzatmış. Suratımda ne gördüyse. İçtim onu kana kana. İçerken, Mustafa’nın hep benim soğukkanlılığımı övmesi aklıma geldi. Amma yalanmış benim soğukkanlılığım, kendimi ne yapacağımı şaşırdım, diye düşündüm.

Sonra, Mustafa’yla sohbetin insana amma iyi geldiğini, insanı nasıl yücelten bir tavrı olduğunu düşündüm. Sonra da, daldım gittim düşüncelere. Ben gergin olduğumda derin dalış manzaraları düşünürüm. Onunla dalışlarımızı düşündüm biraz. Kaptanı ve dostu Sarı, beraber daldığımız dalış ustası Deniz, geçen yaz amma neşeli dalış yerleri bulmuşlardı bize. Hatta yakın arkadaşlarından Ömer’le beraber bir dalışımda adam 62 metrede bağdaş kurup meditasyon yapmaya karar vermişti de çıkışta bunu anlattığım Mustafa’dan “vurgun yiyip yemediğini dalıştan çıkışta sigara içerek anlamaya çalışan adamlarla dalmak istediğinden emin misin?” diye bir soru almıştım.

Sibel Can’dan “Sen Gelmez Oldun”u da Joe Dassin’den “L’été indien”i de aynı keyifle dinleyen, bir kraliçeyi de (hakikaten kraliçe; Kraliçe Beatrix Wilhelmina Armgard) her gün seksen kere gördüğü kişiyi de aynı iştahla gözünü dikip dinleyen insandı Mustafa. Bunu kendisine söylediğimde yine beni yüceltme işine girmiş, “asıl sen hiçbir söyleneni unutmuyorsun”larla bambaşka cepheden kontratağa kalkmış, bir an bile kendi hasletleri üzerinde durmamıştı. Herkesteki samimiyeti ve muhabbet unsurunu yakalayan, insana kendisini iyi hissettiren, karşısındakine odaklanan, daima yüreklendiren bir tavrı vardı Mustafa’nın. İnsana iyi gelirdi.

Şimdi o yok.  Bugün ona yakışan şekilde toprağa verdik. Badem gözlü olduğunu yaşarken de bildiğimiz birisinin badem gözlü olduğunu tekrar tekrar söyleye söyleye, birbirimize yaslana yaslana uğurladık onu. Türkiye toplumunun her kesiminden insan, onun ölümünde asaletle hüzün duymayı bildi. Çekişmelere sokulduğumuz, adım başı birilerinin “bunlar”laştığı bir dönemde, şifalı bir kucaklaşmayı hüzünde yaşadık. Allah rahmet eylesin. Cennetine kabul eylesin. Onun gibi insanlarla tanışmayı bize, ruhu onunki gibi olan insanların çoğunlukta olduğu bir dünyada yaşamayı da çocuklarımıza nasip etsin. Amin.

Yazarın Diğer Yazıları

Baskı arttıkça cesaretin ve iyimserliğin artması hakkında Kanun Hükmünde Kararname

Baskının yoğun olduğu toplumlarda, toplumun genel olarak eksikliğini çekmesi muhtemel olan unsur, cesaretten ziyade iyimserliktir

Türkiye’den el çektirmek

Demokrasi, kendi verdiğimiz tankların işgalini engellemek için onların önüne yatabilme özgürlüğü müdür?

Anayasa nedir, ne değildir? Başkanlık Sistemi neye yarar? 'Türk Tipi' ne değildir?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın şu anda Türkiye’de yapmak isteyip de yapamadığı ne vardır?