10 Aralık 2024
Dr. Ezgi Ediboğlu
Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de düzenlenen İklim Zirvesi’nde (tam adıyla 29. Taraflar Konferansı ya da COP 29) yeni iklim finansmanı hedefi belirlendi ve karbon ticaretine imkan sağlayacak piyasa mekanizmalarının kuralları üzerinde anlaşmaya varıldı.
Gelişmekte olan ülkeler grubu G77’nin yılda 1.3 trilyon dolarlık finansman talebine karşın gelişmiş ülkeler, 2035 yılına kadar yılda 300 milyar dolar sağlamaya ‘önderlik etme’ taahhüdünde bulundular. Buna karşın 1.3 trilyon dolar hedefinin metinde bir vizyon olarak yer alması, bir başarı olarak duyuruldu.
Max Planck İnovasyon ve Rekabet Enstitüsü Kıdemli Araştırmacısı Dr. Ezgi Ediboğlu, jeopolitik gelişmeler dolayısıyla bir trilyon dolar hedefini gerçekçi bulmayanlar için dahi 300 milyar doların oldukça düşük bir miktar olduğuna dikkat çekti. Enflasyon da dikkate alındığında yeni hedefin, 10 yıl önce verilen yılda 100 milyar dolarlık hedefe çok yakın olduğunu vurgulayan Ediboğlu, karar metninde 1.3 trilyon dolar çağrısı yapılmasının ise pratikte herhangi bir etkisi olmayacağını belirtti.
Finansman hedefinin düşük olmasının jeopolitik koşullarla ve gelişmekte olan devletler ile gelişmiş devletler arasındaki farkın kapandığı bir süreçte olmamızla ilgili olduğunu savunan Ediboğlu, bu durumdan küçük ada devletlerinin ve en az gelişmiş ülkelerin zarar göreceğini ekledi. ‘Böyle dönemlerde çevreyi önceliklendirmek de zorlaşıyor,’ diyen Ediboğlu’na göre gelişmekte olan devletlerin 300 milyar doları kabul etme nedenleri de bu belirsizlik.
Ediboğlu, COP29’un bir diğer önemli sonucu olan piyasa mekanizmaları hakkında ise net bir değerlendirme yapmanın zorluğuna işaret etti. Devletlerin birbirleriyle işbirliği yapmak için bir mekanizmaya ihtiyacı olsa da, bu sistemin manipüle edilmeyecek ve emisyonlarda artışa sebep olmayacak şekilde tasarlanması büyük önem taşıyor. Ne var ki COP29’da belirlenen kurallar, bunun için yeterli olmayabilir. Ediboğlu, ‘bu şartlarda piyasa mekanizmaları birçok devlet için bir para kazanma aracına dönüşebilir,’ diyor.
COP29’un iki önemli gündem maddesi vardı. Bunlardan ilki ve en önemlisi, yeni toplu sayısallaştırılmış hedefin belirlenmesiydi. Buna kısaca yeni finansman hedefi diyebiliriz. İkincisi ise piyasa mekanizmaları konusunda bir anlaşmaya varılmasıydı.
Yeni finansman hedefinin belirlenmesi meselesi çok önemliydi çünkü bundan önceki hedef 2015 ve 2025 arasını kapsıyordu. 2025 ve sonrası için ise yeni bir hedef gerekliydi. COP29’da 2035'e kadar geçerli olacak yeni bir hedef belirlendi. Eski hedef 100 milyar dolar iken yeni hedef 300 milyar dolar oldu. Talep edilen miktarın bir trilyon dolardan fazla olması nedeniyle bu 300 milyar dolarlık yeni hedef çok eleştirildi.
Açıkçası ne umarsak umalım, ne kadar olumlu bakarsak bakalım, süreci takip edenlerin 1 trilyon dolar hedefine ulaşılmasıyla ilgili gerçek bir umudu olduğunu söylemek zor. Fakat buna rağmen 300 milyar dolar çok düşük bir hedef. Hatta bazı yorumcular haklı olarak şuna dikkat çektiler: Enflasyona vurduğumuzda zaten neredeyse 10 yıl önce verilen 100 milyar dolar hedefine yakın olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim bazı gelişmekte olan devletlerin temsilcileri de bu miktar ilk duyulduğunda ‘şaka mı bu?’ dediler.
Bu arada karar metninde, devletlerin 1.3 trilyon dolar finansman sağlanmasına katkıda bulunabileceklerine dair bir ifade de yer alıyor. Buna dair bir çağrı yapılmış olsa da aslında bir anlamı yok. Birçok gazete bunu bir başarı hikayesi gibi sundu fakat aslında bu doğru değil; pratikte herhangi bir etkisi olmasını beklemiyorum.
Finansman hedefinin düşük olması üzerinde etkisi olan faktörlerden biri, artık gelişmekte olan devletlerle gelişmiş devletler arasındaki gelişmişlik farkının kapandığı bir süreçte olmamız. Bu da bir sürü devletin kendini geri çekmesine neden oluyor. Uzun süredir Çin, Hindistan, Brezilya gibi bir sürü gelişmekte olan devletin güçlendiğine tanık oluyoruz. Bunların yanı sıra Arap dünyasında Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi hem çok zengin hem de çok fazla salımdan sorumlu ülke var. Bunların iklim finansmanına destek olmaması, hatta üstelik bu finansmandan faydalanabilecek olmaları, gelişmiş devletler için sıkıntılı.
Bu durum ciddi tartışmalar yaratıyor. ‘Tüm bunlardan kim zarar görüyor,’ derseniz, en başta küçük ada devletleri geliyor. Okyanuslarda küçük küçük birçok ada devleti var ve bunların kendi ekonomilerine yön verme veya iklim değişikliği ile savaşma imkanları yok. Bunun yanı sıra Birleşmiş Milletler’in (BM) ‘en az gelişmiş devletler’ kategorisinde yer alan 45 ülke de benzer durumda. İklim eylemi için bu ülkelerin kesinlikle finansmana ihtiyacı var.
Bir sürü küçük ada devletinin iklim hedefleri, şartlı hedefler. Diyorlar ki ‘şu kadar azaltım yapabilmek için şu sistemi kuracağız, şöyle bir birim açacağız, şöyle bir proje geliştireceğiz, fakat bunları ancak bize iklim finansmanı sağlarsanız yapabileceğiz’. Gelişmekte olan ülkelerdeki birçok proje, iklim finansmanı sağlanması şartına bağlı. Bu ülkelerin samimiyetle finansmana ihtiyacı var.
Öte yandan iklim finansmanının net bir tanımı yok. Örneğin bu finansman sadece kamu kaynaklarından mı gelecek, yoksa özel sektör de dahil olacak mı? Belli değil. Her anlaşmada tekrar kararlaştırılıyor.
Paris Anlaşması, Madde 9.3 kapsamında ‘iklim finansmanı’, kamu kaynakları ile sınırlı değil. Fakat ‘sadece kamu kaynaklarından 300 milyar dolar verilecek,’ gibi bir karar almak mümkündü. Böyle bir hedef Paris Anlaşması’yla çelişmiş olmazdı, yalnızca daha spesifik bir hedef koymak anlamına gelecekti; yapılamadı. COP29’da kararlaştırılan 300 milyar dolar hem miktar olarak çok az hem de her kaynaktan gelebilecek.
Oysa gelişmekte olan devletler, iklim finansmanının genelde kredi olarak verilmesinden oldukça şikayetçiler. Kredi verildiğinde, bazı gelişmiş devletlerin ve bankaların, iklim finansmanı sağlamaktan kâr ettiğine dair eleştiriler yapılıyor. Buna karşın COP29’da bu sorunu çözmeye yönelik bir karar alınamadı. Dolayısıyla bu 300 milyar doların nasıl verileceğinin ucu açık; muhtemelen yine kredi ile devam edecek.
Bir diğer mesele ise bu miktarın 2035’e kadar hedeflenmiş olması. Bir önceki hedefte, 2015’ten itibaren yılda 100 milyar dolar verilmesi amaçlanıyordu. Bu ilk defa 2022’de başarılabildi. Dolayısıyla 300 milyar dolar hedefi 10 yıllık değil de beş yıllık olsaydı, değişen koşullara göre hedefi yükseltebilmek adına daha mantıklı olabilirdi. Ancak maalesef gelişmiş devletler buna bile ikna edilemedi. Bunun önemli bir nedeni, küresel trendlerde büyük bir değişim yaşanıyor olması.
Amerikan seçimlerinin COP29 üzerinde oldukça olumsuz bir etkisi oldu. Trump yeniden başkan seçildi ve eğer bu seneki müzakerelerde Trump’ın atadığı müzakere heyeti olsaydı, muhtemelen bu 300 milyar dolara da yazı olmayabilirlerdi. Bu olasılık, ciddi korku yarattı.
İkinci olarak şu an Avrupa’da bir ekonomik kriz var. Sağ partilerin yükselişi ve programlarında iklim değişikliğinden olumsuz söz etmeleri, Avrupa’dan gelen finansmanın da azalması riskini doğuruyor.
Aynı zamanda dünyada devam eden savaşlar var. Bu bence büyük bir çelişkiye de işaret ediyor. Örneğin COP28’de her sektörün sebep olduğu emisyonlar hakkında konuşulmaya çalışıldı; fakat savaşlar görmezden geliniyor, çevresel etkilerini hiç bilmiyoruz. Bu yıkımın ardından da yeniden yapılanmayla ilgili ayrı giderler söz konusu olacak.
Bu savaşların bir diğer sonucu da ülkelerin işbirliğine daha az açık hissetmeleri, kendilerini daha fazla korumaya almaları. Böyle dönemlerde çevreyi önceliklendirmek de zorlaşıyor. Küçük ada devletlerinin ve en az gelişmiş devletlerin de bu belirsizlik nedeniyle 300 milyar doları kabul ettiklerini düşünüyorum.
COP29’da piyasa mekanizmaları üzerinde anlaşıldıCOP29’un ikinci önemli gündem maddesi ise piyasa mekanizmalarıydı. Piyasa mekanizmaları derken şunu kastediyoruz: Bildiğiniz gibi devletler, karbon salımlarını ne kadar azaltacaklarına dair sözler veriyorlar. Piyasa mekanizmaları, bu hedefleri yerine getirebilmek için devletlerin birbiriyle işbirliği yapması olarak düşünülebilir. Bunun en önemli ve en bilinen yöntemi ise karbon transferi; yani ülkelerin veya şirketlerin karbon kredisi alıp satmaları. Bununla ilgili mekanizmalar, piyasa mekanizmaları olarak tanımlanıyor. Bu çerçevede üç ayrı mekanizmadan bahsediliyor: İlki, iki devletin kendi arasında anlaştığı bir mekanizma. İkincisi, iklim değişikliği rejimi altında kurulacak bir yapı ve bu yapının öngördüğü usullerle yapılacak bir ticaret. Son olarak da piyasa mekanizması sayılmayan farklı işbirliği yöntemleri. Bununla da teknoloji transferi gibi, daha proje bazlı yöntemler kastediliyor. Piyasa mekanizmaları aslında 1997 tarihli Kyoto Protokolü’nün 2005’te yürürlüğe girmesinden bu yana uygulanıyor. Kyoto’nun en çok uygulanan mekanizmasının ismi ‘Temiz Kalkınma Mekanizması’ idi fakat sonuçları oldukça kötü oldu. Bir sürü sorun yarattığına ve hatta emisyonların artmasına sebep olduğuna dair çalışmalar var. Burada karşılaşılan soruna ‘çifte sayım’ deniyor. Emisyon azaltımı sağlandığında belli miktar karbon kredisi ortaya çıkıyor ve bu alınıp satılıyor. Ancak aynı azaltım, hem krediyi satan hem de alan ülkenin verilerine işlendiğinde, bir birim azaltım sağlanmışken iki birim azaltım sağlanmış gibi görünüyor. 2015 tarihli Paris Anlaşması’nda da piyasa mekanizmaları kurulmasından bahsedildi, ancak Kyoto’da yaşanan sorunları engelleyecek bir yöntem kurmak, bir teknik altyapı oluşturmak gerekiyordu. Dolayısıyla aslında 2015 yılından beri bu uygulamanın nasıl olacağı tartışılıyor. Glasgow’da düzenlenen COP26 ile birlikte, üzerinde tartışılabilecek bazı kurallar ortaya çıkmaya başladı. Geçen yıl Dubai’deki COP28’de bu konuda epey yol alındı; hatta nihayet kurallar üzerinde anlaşılabileceğine dair de bir beklenti oluşmuştu ancak yapılamadı. O yüzden de bu sene COP29’da alınan ilk ciddi karar, piyasa mekanizmaları üzerinde anlaşmak oldu. |
Para kazanma aracına dönüşebilirTüm bu mekanizmalarda şirketlerin nasıl bir rol oynayabileceğini netleştirmek de önemli çünkü bu yeterince iyi anlaşılmıyor. Devletlerin birbiriyle anlaştığı ilk yöntemde, özel şirketlerin de işe dahil edilmesi mümkün. Bu kararı her devlet, kendi karbon kredilerinin yönetimiyle ilgili olarak verebilecek. Fakat şirketlerin takibi ve şeffaflığı bu mekanizmanın dışında kalacağı için, kötüye kullanma konusunda ciddi endişeler var. İklim değişikliği rejiminin kendi kurduğu piyasa mekanizmasında ise şirketlerin de katılabileceği açıkça ifade ediliyor. Genel olarak piyasa mekanizmaları konusu oldukça tartışmalı; netlikle ‘iyi’ veya ‘kötü’ diyebilmek zor. Öncelikle şu bir gerçek ki eleştirilerin çok haklı olduğu birkaç nokta var. Diyelim ki siz emisyonları çok düşük olan bir ülkesiniz, yani emisyonlarınızı azaltmak gibi bir derdiniz yok ve esas sorununuz iklim değişikliğine uyum. Belki iklim değişikliği nedeniyle ülkeniz sular altında kalacak. Böyle çok sayıda küçük ada devleti var. Bu durumda, kendi emisyonlarını azaltamayan büyük bir devlet gelip karbon haklarından satın alabiliyor. İki ülke bu şekilde kendi arasında anlaşabiliyor. Şu anda bu şekilde anlaşabilecek altyapıya sahip birkaç devlet var. O kadar teknik bir mesele ki çok az sayıda ülke bunu yapabiliyor. Ama düz mantıkla düşünecek olursak, ciddi emisyona sebep olmayan birçok az gelişmiş ülke veya küçük ada devleti var. Böyle olunca ne oluyor? İsviçre veya Almanya gibi bir ülke gidip buralardan kirletme hakkı satın alıyor ve kendi emisyonlarını düşürmek zorunda kalmıyor. Öte yandan bu alım-satım işlemi olmasaydı o küçük devletin salım yapıp yapmayacağı da belli değil. Kısacası bu uygulama bir yerde emisyonların artmasına bile sebep olabiliyor ve bu nedenle de haklı olarak çok eleştiriliyor. COP29’da alınan yeni karara ilişkin en önemli endişe de maalesef bu: Çifte sayımın tam olarak önüne geçecek kurallar belirlenmiş değil. Bunun yanı sıra hesap verebilirliğe dair de hiçbir şey yok. Ancak yine de bu kuralları acilen kabul ettiler. Bu şartlarda piyasa mekanizmaları birçok devlet için bir para kazanma aracına dönüşebilir. Gelişmiş ülkeler de bir kısım yükümlülüklerini az gelişmiş ülkelere aktararak beş-on yıl zaman kazanabilirler. |
Ancak aynı zamanda şöyle de bir gerçek var: Birçok şirketin ve devletin, çok kısa süre içinde emisyonlarını çok ciddi şekilde azaltması gerekiyor. Bunların bu sürece adapte olabilmeleri için bir planlama, yatırım yapma, sonuç alma dönemleri var. Örneğin güneş enerjisine yatırım yapacak vs. Devletler için de durum aynı. Bu planlama döneminde ekonomilerini çat diye durduramazlar, bu gerçekçi değil. Yani hem ekonomilerinin çok ciddi etkilenmemesi için hem de bu süreci yönetebilmeleri adına bazen bu gibi destekler almaları gerekiyor. Öbür türlü ne söz verirlerse versinler tutamayabilirler ya da hiç söz vermeyebilirler.
Uluslararası hukukta şunun anlamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum: Bir devleti çok zorlarsanız, yapmaz. Kyoto’da tam olarak bu yaşandı; ülkeler gerçekleştiremeyecekleri taahhütlere imza atmadılar. Kyoto Protokolü döneminde sadece 2008-2012 için bağlayıcı hedefler kabul edildi, 2012-2020 hedefleri ise ironik olarak 31 Aralık 2020'de yürürlüğe girdi ve haliyle de uygulanmadı. ABD, Kyoto'ya hiç taraf olmadı ve bazı COP'larda rejimi bilerek zora soktu. Zaten Paris Anlaşması da bu yüzden her devletin kendi taahhüdünü vermesi üzerine kurulu. Diğer türlü, Kyoto gibi bağlayıcı taahhütler olduğu zaman, ilerleme kaydedilemedi.Dolayısıyla bu süreçte devletlerin ilerleyebilmek için çok zorlanmasından sonuç alınamayacağını ve işbirliğine ihtiyaç duyacaklarını akılda tutmak lazım. Ancak geçmişteki kötü deneyimlerden öğrenmek, çifte sayımı engellemek çok önemli.
Yeni finansman miktarı belirlenmesi ve piyasa mekanizmalarına dair kurallarda anlaşılması, COP29’un iki temel meselesiydi. Bunlarla birlikte diğer iki önemli konu olarak ise 2025’te ülkelerin iklim hedeflerini güncelleyecek olması ve fosil yakıtlardan çıkış meselesi sayılabilir.
Dubai’deki COP28’de enerjiyle ilgili çok ciddi kararlar alındı. İklim değişikliğinin temel sebebi olan fosil yakıtlar, ilk defa bir COP kararına girdi; fosil yakıtlardan ‘uzaklaşma’ kararı alındı. Bu konunun Azerbaycan’da nasıl yönetileceği meselesi çok önemliydi çünkü COP süreçleri yıldan yıla devam eden süreçlerdir; hemen hiçbir konu tek bir yılda bitmez. Fakat maalesef bu iki konuda da neredeyse hiçbir gelişme olmadı. Ne devletlerin iklim hedeflerini güçlendirmesiyle ne de fosil yakıtlardan çıkışla ilgili elle tutulur bir gelişme yaşanmadı. Bunların tamamı önümüzdeki seneye ertelendi.
COP süreci çok eleştiriliyor, bununla ilgili de şuna dikkat çekmek istiyorum. Normalde, uluslararası hukukta bir konuyla ilgili bağlayıcı bir anlaşma yapılır ve o uygulanır. İklim değişikliğinde böyle bir yöntem uygulanmadı. Rejim, bir çerçeve anlaşmayla kuruldu ve sonraki yıllarda taraflar her yıl bir araya geldi. Bu buluşmalarda yeni kararlar alındı ve Kyoto Protokolü, Paris Anlaşması gibi yeni anlaşmalar yapıldı. Konu hakkında ne uluslararası bir örgüt kuruldu ne de anlaşmaların uygulanmasıyla ilgili gidilecek bir mahkeme oluşturuldu. Bu anlamda uluslararası çevre hukuku, kendine has gelişen bir yapı oldu.
Son 30-40 yılda kurulmuş bir rejimden bahsediyoruz ve şu anda bütün dünya devletleri, iklim değişikliği nedeniyle yasalarını değiştirmeye çalışıyor. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin üye sayısı, BM’nin üye devlet sayısından daha fazla. Bu kadar büyük etkisi olan ve sıfırdan yaratılmış bir model üzerinden giden bir uluslararası hukuk denemesi ile karşı karşıyayız. Bence bunu, bağlayıcı bir anlaşma ile elde edemeyebilirdik.
Ne kadar çok kriz çıksa da, ekonomik kriz yaşansa da, Trump gibi biri ABD’ye başkan seçilse de rejim bir şekilde devam ediyor. Ancak her COP’tan müthiş bir sonuç beklemek, çok çevreci sonuçlar vermesini beklemek, hayalperest bir yaklaşım.
Aşağı yukarı 200 devletten söz ediyoruz. Rusya ve Suudi Arabistan gibi, birçok gelişmeyi engellemeye çalışan devletler var. Diğer yanda Avrupa Birliği gibi, herkese etik değer öğretmenliği yapan fakat aslında finansman sağlamayan devletler de var. Tüm bu devletlerin aynı kararlar üzerinde anlaşması gerekiyor; bu müthiş bir uğraş. Uzlaşmaya dayalı bir süreç söz konusu olduğunda, bir diktatörlükte olacağı gibi hızlı sonuç alınamıyor. Ancak bu COPların işe yaramadığı, etkili olmadığı anlamına da gelmiyor.
COP’a demokratik olmayan veya fosil yakıt üreticisi olan ülkelerin ev sahipliği yapması da çok eleştiriliyor. Aslında COPlara ev sahipliği yapacak ülkeler şöyle belirleniyor: İklim rejiminde dünya, beş coğrafi gruba ayrılmış ve COP her sene başka bir coğrafi bölgede gerçekleşiyor. O bölgeden devletler aday oluyorlar ve ev sahibi, oybirliği ile belirleniyor. Sonuç olarak bunlar BM’ye üye, kabul görmüş devletler ve bir şekilde yönetiliyorlar. Ev sahipliği yapmaları da oybirliği ile kararlaştırılmış. Burada devletlerin yönetim şekli üzerinden itiraz etmek, üstenci bir yaklaşım. Bunların yapıcı yorumlar olduğunu düşünmüyorum.
Öte yandan ev sahibi ülkenin COP süreci üzerinde önemli etkisi var. Mesela Azerbaycan süreci çok kötü yönetti ancak bunun sebebi yönetim biçimi miydi, emin değilim. Nitekim Birleşik Arap Emirlikleri de demokratik değil ancak COP28’i kötü yönettiklerini düşünmüyorum. Yine Danimarka, 2009 yılındaki COP’u oldukça kötü yönetmişti. Müzakere alanına kimse sığmadı; bizim gibi dışarıdan gelen temsilcileri dahil etmediler. Bir sürü antidemokratik uygulama yapıldı. Dolayısıyla süreci doğrudan ev sahibinin rejimine ya da ekonomik yapısına bağlamak doğru bir yaklaşım değil.
Dr. Ezgi Ediboğlu kimdir? Dr. Ezgi Ediboğlu, İstanbul Üniversitesi’nde Hukuk lisans derecesini tamamladıktan sonra çevre hukuku alanında avukatlık yapmış ve Marmara Üniversitesi’nde Kamu Hukuku Yüksek Lisans programına katılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı’ndan yüksek eğitim için burs aldıktan sonra Marmara Üniversitesi’ndeki eğitimini askıya alarak Birleşik Krallık’a taşınmış ve burada Aberdeen Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarını tamamlamıştır. Yüksek eğitiminde ana olarak Birleşmiş Milletler iklim değilikliği rejimi ve çevreye duyarlı teknolojilerin transferinin olası hükümetler arası yöntemlerine odaklanmıştır. Doktora sonrası iki yıl kadar Türkiye’de akademisyenlik yapmış ve aynı zamanda 2021/22 Mercator - İPM Araştırmacısı olarak İstanbul Politikalar Merkezi bünyesinde ‘İklim Değişikliğiyle Mücadelede Teknolojik Yol Haritası: Türkiye İçin Bir Öneri’ adlı projesini yürütmüştür. Türkiye’de bulunduğu sürede çalışmalarına Türkiye’nin iklim değişikliği rejimi altındaki durumunu da eklemiştir. Konu hakkında çalışmaya KAHİP ve kurucu üyelerinden biri olduğu Gıdanın Durumu Derneği gibi sivil toplum kuruluşları ile devam etmektedir. 2023 yılının başlarından beri Max Planck İnovasyon ve Rekabet Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı olarak çalışmaktadır. Uzmanlık Alanları: Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Rejimi; Çok Taraflı Çevre Anlaşmaları; Teknoloji Transferi; Uluslararası Çevre Hukuku; Uluslararası Örgütler Hukuku |
İklim Masası Hakkında İklim Masası, basına bilimsel temelli iklim haberleri servis etmek amacıyla kurulmuştur. İklim değişikliğini, ekonomiden tarıma, biyoçeşitliliğe etkilerinden toplumsal sonuçlarına, tüm yönleriyle ele almayı hedefleyen bir haber ajansıdır. Bilim insanları tarafından İklim Masası için kaleme alınan haber metinleri, gazetecilere ve basın kuruluşlarına ücretsiz servis edilir. Gazeteciler, haberi hazırlayan bilim insanını ve İklim Masası'nı referans göstermek kaydıyla, metinlerin tamamını veya bir kısmını kullanmak ve metinlerden alıntı yapmak konusunda özgürdür. İklim Masası, iklim değişikliğiyle ilgili basında yer alan haberlerin nicelik, nitelik ve konu çeşitliliği bakımından gelişmesini hedeflemektedir. İklim değişikliği konusundaki çalışmaları daha görünür kılmayı, yeni araştırmalara ilham vermeyi ve iklim değişikliği konusunda üretilen akademik bilgiyi bir araya getirerek gazeteciler için güvenilir bir bilgi kaynağı oluşturmayı amaçlar. |
* T24, İklim Masası köşesini herhangi bir kurumdan karşılık almadan yayımlamaktadır.
Gönüllü karbon piyasalarını düzenleyecek kuralların standartlaştırılması, uzun süredir tartışma konusuydu. İklim Zirvesi’nde nihayet anlaşmaya varıldı ve Birleşmiş Milletler destekli gönüllü karbon piyasalarının oluşturulması için önemli bir adım atıldı. Önümüzdeki dönemde, bu piyasalara dair süregelen sorunları çözmek mümkün olacak
Yeni yapılan bir çalışma, iklim değişikliği nedeniyle Türkiye’de zeytin üretimine en uygun alanlarda daralma beklendiğine işaret ediyor. Dünyanın önde gelen zeytin ve zeytinyağı üreticilerinden olan Türkiye’de, üretimin en yoğun olduğu Ege Bölgesi, en büyük risk ile karşı karşıya. Bugün Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerinin kıyılarında yoğunlaşan zeytinciliğe elverişli alanların kuzeye, iç kesimlere ve daha yüksek rakımlara doğru kayması bekleniyor
İklim değişikliğinin olumsuz etkilerine daha dirençli hale gelmek için hayata geçirilmesi gereken ‘uyum’ politikaları, bugün hala yeterince önceliklendirilmiyor. Uyum için ihtiyaç duyulan finansman ile sağlanabilen miktar arasında en az 187 milyar dolar fark olduğu hesaplanıyor. Uzmanlar, küresel ısınmayı sınırlandırmayı başarsak dahi ortadan kalkmayacak bazı sorunlar ile karşı karşıya olduğumuzu vurguluyor. Bu nedenle hem uyum için daha fazla finansman ayrılması hem de gelişmekte olan ülkelerin bu finansmana erişiminin kolaylaştırılması gerekiyor
© Tüm hakları saklıdır.