26 Şubat 2024

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Arşivlerle hemhâl olmayı pek seven Taner Ay’ın “edebî kazıları” devam ediyor. Edebiyatımızda ne yazık ki unutulmuş “şahsiyetleri” anlattığı kitaplarından sonra odak değiştirmiş, İstanbul’u eski usul üç parçaya bölmüş (Kadıköyü, Tarihî Yarımada ve Beyoğlu/Pera) ve kütüphanelerde yeterince dirsek çürütüp, yeterince toza maruz kaldıktan sonra bu kez şehrin kültürel topografyasını yeniden “haritalamaya” girişmiş. Bu işin ilk ürünü olan “Kadıköyü Kitabı” (Ötüken Neşriyat, 2024) yakınlarda raflarda yerini aldı. Semt semt, sokak sokak gidilen bir izleğin bize anlattığı bir kültürel “muhitler”, edebî “mahfiller” kitabı olarak da düşünülebilir Edebiyatın Kadıköyü. Burada “Kadıköyü” kullanımına özellikle dikkat çekmek isterim, Taner (eski arkadaşımdır, ilk ismiyle hitap edebilirim) bölgenin ismini özgün hâliyle kullanmaya özen gösteriyor, artık kısaltılmış hâlini kullandığımız Kadıköy yerine Kadıköyü’nü kullanmayı tercih ediyor. Aslında, 1960’lara kadar birçok yazar bu imlâyı kullanırdı ama artık pek kullanan kalmadı. Bu yazı çerçevesinde, müellife ve kadim yazarlara saygı mahiyetinde ben de Kadıköyü olarak kullanacağım.

“Deneme” başlığı altında yayımlanan bu yazıların bazıları daha önceden gazetelerde, farklı dergilerde parçalar hâlinde yayımlanmıştı; bu arada, serinin bir sonraki, yani tarihî yarımadaya odaklanan kitabın da sona erdiğini biliyorum (üç kitapta tamamlanacak bu serinin genel başlığı Edebiyatın İstanbulu), sanırım yaza doğru yayımlanmış olacak ama şimdilik elimizdeki kitaba odaklanalım. Kazılan arşivlerden elde edinilen veriyle somut bir haritalamaya dönüşen özgün ve edebiyatımız bağlamından “biricik” bir çalışma bu. Çalışmayı “biricik” kılan, bir “malumat” toplamı olmaktan kurtaran tabii ki kullandığı metodoloji; şehrin somut haritasını kullanan bu yöntem hem fiziksel bir gerçekliğe (mahallelere, sokaklara) işaret ediyor hem de bu insan evrenindeki simgesel düzen, anlam topografyası hakkında bize ipuçları sağlıyor. Akademik bir çalışma değil tabii ki, birçok farklı okuma elveren edebî bir dili ve anlatımı var. Farklı okumalara “açık” bir metin, bir eskizler kitabı. Anlatılar, Kadıköyü’nün farklı mahallelerinde yaşamış, sokaklarda ikamet etmiş, artık zar zor hatırlanan mekânlarında zaman geçirmiş, birbirleriyle tanışmış, temasa geçmiş, birbirlerini sevmiş, küsmüş, nefret etmiş ya da fark bile etmemiş edebî şahsiyetleri Kadıköyü’nün haritasına yerleştiriyor.

Burada önemli olan, bu şahsiyetlerin tekil bir yaşam sürmemeleri, “toplumsallaşırken” kendi dar-gruplarını (“mahfillerini)”, devamında daha geçişsel, diğer mahallelere (buna şehrin diğer mahallelerini, hatta ülkenin diğer şehirlerini de ekleyebiliriz) uzanan, geniş-sosyolojik cemaatlerini (“muhitlerini”) oluşturmaları. Edebiyat tarihi aynı zamanda bir sosyolojik cemaatler tarihidir. Ve bu yöntem sayesinde, okurken (sokaklarda dolaşırken) “mahfiller” ve “muhitler” belirmeye başlıyor. Şehri yukardan bakan kamera seyrine devam ediyor, bazen bir sokakta ya da bir mekânda duraklıyor, bazen de birkaç sokak öteye sıçrayabiliyor: bu “kuşbakışın” tesadüflere asla düşmeyen bir iradesi, bir yönü var. Örneğin, sosyal hiyerarşiler, tarzı hayatlar hep akılda, unutulmamış. Kadıköyü’nün daha “alafranga”, daha “monden” diyebileceğimiz güneydeki mahallelerinden (Kadıköyü denince bugün ilk akla gelen) başlayan yazılar, devamında bugün “Cadde” olarak bilinen, hâli vakti yerinde insanların oturduğu doğuya doğru yöneliyor, Bostancı’dan sonra ise sosyal hiyerarşi şekil değiştiriyor, nispeten daha az gelirli insanların oturduğu (unutmayalım, anlatılan şahsiyetler bağlamında daha çok 1930-1980 yılları arasında geziniyoruz) o günün daha çeperde kalan mahallelerine doğru devam ediyor. Yine de Kadıköyü’nün güneyi, her daim daha “alafranga” ve de batılı.

 

Haritalamada yön esastır. Güneyin de bir de “kuzeyi” var ve kuzeyin asıl ruhunu Üsküdar’da buluruz. Üsküdar, geleneksel kültürün öne çıktığı, daha muhafazakâr, daha mütedeyyin bir mahal. Bu bölgede gezinirken, ister istemez “güney”deki monden, alafranga havayla bir karşılaştırma yapma durumunda kalıyoruz. Peki, tamamıyla “alaturka” bir bölge mi Kuzey, değil tabii ki, oranın da “sayfiye” mahalleleri var (biraz önce belirttiğim gibi, anlatının tarihsel kesiti 1930-1980 arasını kapsıyor) ve onlar Üsküdar’ın daha kuzeyinde yer alıyor. Artık pek bir şey anlam ifade etmese de, “sayfiye” önemli bir nosyondu o dönemde. Kadıköyü’nün güneyi için iki tür yerleşimden söz edilirdi: her mevsim yaşanan ve sadece yazları gelinen evler.1970’li yılların sonuna, o bölgedeki dört katlı bina sınırlaması kalkana kadar Avrupa yakasında yaşayan hâli vakti yerinde aileler için Kadıköyü ve Adalar, sadece yazları gidilen bir sayfiye bölgesiydi. Buna karşın Üsküdar, köklü muhafazakârlığına ilaveten “sayfiyesi” olmayan, yaz kış yaşanan bir hayata işaret ediyordu. Üsküdar, muhafazakâr kültürünün Tarihi Yarımadadaki akrabası olarak da görülebilir. Peki, “sayfiye” olarak nitelendirebileceğimiz mahalleler yok mudur Anadolu yakasında? Vardır tabii ki, ama buralar Üsküdar’ın kuzeyinde Boğazın kıyısındaki “köyler” olarak da düşünülebilir.

 

Biliyorum, tarihin çok da uzak olmayan bir dönemden söz ediyoruz ve bu yazıları okuduğumuzda tuhaf, hatta tekin olmayan bir hisle baş başa kalıyoruz. Sahiden de “tarih” bu ülkede neden bu denli hızla akıyor ve bir üç kuşak sonra bir tür “nostalji” oluyor? Cevap, kontrolsüz nüfus hareketlerinin İstanbul sosyolojisini durmaksızın değiştirmesinde, “yeni” gelenlerle uyum sağlamaya çalışan şehrin sosyal coğrafyasının allak bullak olmasında olabilir. Bu şehrin nüfusu sadece sürekli olarak değişmiyor, aynı zamanda kültürel olarak da “melezleşiyor”. Bir fikir versin diye yazayım, 1935’te nüfus 740 Bin kadar, 1950’lerin başında ilk kez bir milyonu geçiyor, şu anda belki de yirmi milyon. Şehrin sokakları belki yerinde duruyor ama oradaki apartmanlar azmanlaşıyor, o evlerde yaşayanların sayısı katlanıyor, velhâsıl şehrin topografyasına sürekli patlamalar, heyelanlar, küçük çaplı depremler oluyor, olmaya da devam etmekte. İşin aslı, her zaman “çok kültürlü” (bazıları nefret etse de deyimden, her daim “kozmopolit”) bir şehir olma durumunda İstanbul, merkezî otorite bunu bin türlü yöntemle yok etmeye çabalasa da demografik değişim karşısında elinden bir şey gelmiyor. Örneğin, “gayrimüslimleri” bir türlü azaltsanız da gelen “müslimler” homojen kalamıyor, onlar da çeşit çeşit, bir düzene girecekleri de yok! Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”. Çok da uzak olmayan bir gelecekte kolayca unutulabilecek bu “izler”, fiziksel olarak varlığını sürdüren o sokakların “derin” tarihinden silinip gidecek. Orada yaşayanlar için o sokaklar, o mahalleler çoktan görünmez hâle gelmiş zaten. Taner Ay, bir belgeselci gibi yitip giden “zamanın” peşinde, o haritayı yeniden çizmeye çalışıyor. İyi de yapıyor, ilerde elimizde sadece böyle metinler kalacak!

 

Kitabın bir eksiği var mı diye düşünüyorum. Örneğin, yazılarda kullanılan kaynakçayı kitabın sonuna ya da her bir yazıya eklese, daha iyi olmaz mıydı? Olabilirdi belki ama, sanırım kaynakçanın uzunluğu kitaba bir kitap daha katardı. Peki, her yazıya kapsamlı bir kaynakça eklenmeli mi? Hem evet hem de hayır. Araştırmacı olarak cevap verirsem, eklenmeliydi derim ama bir deneme okuru için bunun hiçbir önemi yok. Kitabın en büyük artısı, içinde bolca kullanılan zengin görsel malzeme, fotoğraflar, gazete kupürleri. Yine de bence çok ciddi bir eksiği var: en azından kitabın sonuna eklenebilecek bir Kadıköyü haritası. Ya da hiç olmazsa, aralara anlatılan sokakları gösteren küçük haritalar konabilirdi. Ayrıca, kitabın ebatları, içindeki resimleri görme, anlama bakımından yeterince büyük değil. Bu hayat pahalılığında, bu kağıt fiyatlarıyla ancak bu kadar oluyor diyebilirsiniz ve ne yazık ki, haklısınız.

Yazarın Diğer Yazıları

Abdallar kaldı mı?

Düğün “çaldıklarında”, onlara verilen ve “Abdal yemeği” diye bilinen yemeğin aslında ya beğenilmediği için konuklara servis edilmeyen ya da yemekten artanlar olduğunu da biliyoruz. Kimsenin kız vermek istemediği, aç kaldıkları zamanlarda, komşu köylerden yardım alamayacaklarını bilen, ezilen, sıkça aşağılanan bir aşiretin mensuplarıdır Abdallar

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor

"
"