Rusya, 15. yüzyıl... Güneş ağarmak üzereyken sokaklar, çan sesleriyle inlemeye başlar. Meydanın tam ortasında, genç bir prensesin cesedi yatmaktadır. Çar, soruşturma başlatır ancak fail bulunamaz. Yüzlerce insan zindana kapatılır. Hızını alamaz, bu kez çanı çalanlar bulunsun ister, bulur, meydanda saatlerce kırbaçlatır. “Suçlu” bulunmuş, “gereği” yapılmış, “adalet” sağlanmıştır.
Otoriterlik, toplumda sorgulanamaz bir itaat yaratmayı gerektirecek eylemlerin kararını vermekten geçer. Böylece emirlerden giderek sual olunmaz. Herkes, o hiyerarşi içerisinde yerini bilir, itiraz etmeyeceğini, kararları sorgusuz kabul etmesi gerektiğini de… Tahakküm altındaki varlığına şükredecek hale bile gelir. Etmeyip ne yapacak? Çoğunlukla başka şansı yoktur.
Otoritelerin, bu düzeni sağlamak için yüzyıllardır başvurduğu yol bu. İkinci adımda birbirine önyargılı gruplar yaratmak, sonra iktidarına karşı çıkanlar arasından günah keçilerini bulmak ve onları toplum gözünde şeytanlaştırmak var. Ve asla değişmeyen gelenekleri, hatalarını asla kabul etmemeleri ve sorumluluğu o düşmanların üzerine atmasıyla devam edip gidiyor...
Şimdi bu en temel bilgiyi kenara koyup, devam edelim: Binlerce yıllık otoriter anlayışa karşı çıkıp, bu düzen böyle gitmesin diye, yanlışa yanlış dedi diye, “Sen sus” diyorlar. Pardon, hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüsten…
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, “Silivri’yi kapatalım” dedi. Tolga Şardan’ın gözaltı günlerini anlattığı yazısında Silivri’ye kendi aralarında “Şampiyonlar Ligi” dediklerini öğrendiğim günden beri, içim sızlar. Lige bak. Dünyanın en büyük gazeteci, aydın, düşünür hapishanesi.
Gazeteci Suat Toktaş tutuklandı. Neden tutuklandığı konusunu bir kenara bırakıp soralım: Ölçüsüz bir tedbir değil mi? İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında açılan davalar ve soruşturmalara sürekli bir yenisi daha ekleniyor. Her bir davanın, mahkumiyet ihtimali açısından siyasi bir sonucu olabilir. Beş yeni mezun teğmenin Mustafa Kemal Atatürk’e bağlılığını ilan etmelerine kızıp, ihraç edilmelerine neden olmak orantısız bir gösteri değil de nedir?
Modern dünya anlayışı dediğimiz şey esasen toplumu tanımak, bilmek ve öngörmek üzerine kuruludur. Ancak siyaset, yüzyıllardır tehdit ve dışlama mekanizmalarıyla yürüyor. O yüzden her devirde her otoritere en az bir ‘öteki’ lazım. “Kötü olanı”, “tehlikeli olanı”, “huzur vermeyeni” bulacak, gerekirse yaratacak, onları tehdit ettikçe toplum gözünde gücüne güç katacak. Yani kendisine çeşit çeşit günah keçisi bulacak. Ve bu olağan şüpheliler, asıl probleme bakmamıza engel olacak.
Eğer gözümüzü meşgul edecek bu olaylara dalarsak, suçun ortadan kalktığını varsayacağız çünkü. Ama esasında suç, baktığımız yerde olmayacak.
“Suçlu bulma motivasyonu” Türkiye’de bu yüzden ışık hızıyla yol alıyor. Olaylar itinayla “sıra dışıymış” gibi yapılıyor, “sıra dışı” olanlar hedefe koyuluyor, en sert şekilde cezalandırılması için koşuşturuluyor.
Yazıktır.
Günah keçisi, yansıtma demek, insan savunma mekanizmasının da en tehlikeli gücü. Toplum yönetiminde, birini ya da birilerini düşman ilan etmek için uygulanıyor. Yani kusura bakmasınlar ama ben siyasetçilerin ya da hüküm verenlerin işlerini yaparken psikodinamik kökenlere baktığını, stratejik kararlar alırken toplum felsefesinden feyz aldıklarını falan da düşünmüyorum. Terimlere, literatüre bakmak havalı ama pratik değil. Şahit de olamadık böyle bilimsel, derinlikli, düşünsel bir seviyeye. Gereğini çok düşünmeden, olağan olan buymuş gibi, sıradanmış gibi, olması gerekenmiş gibi yaptıkları çok açık değil mi? Kimse kendini kandırmasın.
Hepimizin doğuştan getirdiği ve kurtulamayacağımız bazı özelliklerimiz var. En temeli isyan, en iyisi itiraz. Acıkınca ağlamıyor mu bebekler? Yemeği beğenmeyince tükürmüyor mu? Rahatsız bir şey giydirirseniz bağırmaya başlamıyorlar mı? Büyüyüp yetişkin olduğumuzda sesimizi çıkarmamamızı, uyum sağlamamızı isteyenlerin derdi ne peki? Niye sorun çıkarmamamızı istiyorlar? Düşünmek için doğduk. Konuşmak için. İtiraz etmek için. Ben senin yaptığın o yemeği, giydirdiğin o giysiyi beğenmiyorum kardeşim. Beğenmeyenler senden değil, beğenenler mi senden?
İşteee, tam bu noktada, bir şeyler başardıklarına, yönetebildiklerine, “biz” yarattıklarına emin olmaları lazım. Düzeni sağlamak zorundalar. O yüzden hemen bir temizlik, bir arınma yapılması şart. Otoriteye sıkı bir itaat istendiği için, koydukları kurallara ve verdikleri emirlere sorgusuz sualsiz bağlılık ön şartlarını koyuyorlar masaya, sonra vur vur inlesin, yer gök dinlesin. Ne dediysek o.
Düşmanlar nasıl şeytanlaştırılıyor, şeytanın ağzı açık kalır.
Bu arada, o düşman da birbirini yiyor bu kaosta. Gazeteci Fatih Portakal, Barış Pehlivan’a ses kaydını izinsiz yayınlayamazsın dedi diye mahalle karıştı. Şeceresinden vurdular, sen zamanında geri bastın, ama biz hep buradaydık dediler. Bu da ayıp. Karşı taraf “Kör göze parmak soksalar birbirine sırt veriyorlar, tebaa gibi davranıyorlar, bir konuda birini desteklemek her konuda desteklemek anlamına gelmez, bu cahilliktir” diyordunuz yeri gelince?
Hukuk, adaletin yansıması. Adaleti de hukuk aracılığıyla bizatihi insanlar sağlıyor. O zaman, adalet, hukuku uygulayanların şahsi amaçlarına göre şekillendirilir mi? İşte burada yeniden literatüre bakmakta fayda var. Bağıra bağıra hayır demenin karşılığı yok artık malum. Ceza adaleti ikiye ayrılır: Cezalandırıcı ve ıslah edici. Her ikisinde de “misilleme” yapmak olası. Birini hedef konuma getirebilir, ceza vererek acı çektirmeyi amaçlayabilirler. Ayağını denk almasını sağlamak isteyebilirler. Ben demiyorum, ceza hukuku felsefesi diyor. Bu sosyal hakimiyeti geliştirmenin yolu; tebaada bu hiyerarşiyi kabul ettirmek, tüm alt grupların gerekirse korkuta korkuta tahakküm altına alınmasını sağlayacak fiziki simgeler yaratmaktan geçiyor. Bakınız Silivri soğuktur.
O zaman cezalar, yasaya ve felsefesine uygunsa, şu sorunun yanıtını nerede arayacağız: Yasal adaletsizliğin önüne nasıl geçeceğiz?
Konsensüs sağladığımız bir adalet tanımımız yok. Adalet duygumuz da... Tragedyalarda seyirci, oyunun kahramanlarıyla birlikte acı çekiyor, korkuyor, yaşananları kendi yaşıyorcasına tepesinde hissediyordu. Tiyatro vasıtasıyla bir ahlaki pratik yaşanıyordu. Bugün dev bir ülke, aynı tragedyada buluştuk.
Ve tarih bize gösteriyor ki, adalet ile intikam arasında inanılmaz güçlü bir ilişki var. Bunun aracı olarak da hukuk kullanılabiliyor. Bu baskıdan nasıl kurtulacağız, çıkışı nasıl bulacağız? İşin kötüsü bu oyunu değiştirebilecek olanlar da ya çok yetersiz ya da görevini yapmıyor.
Zaten malum, bizim bizden başka düşmanımız yok. Ne yapıyorsak kendi kendimize vuruşa vuruşa yapıyoruz.
Yine Sartre, yine bize çok uygun, yine tek cümlede durum özeti: Cehennem başkalarıdır.
Şükran Pakkan kimdir?
Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.
Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülün de sahibidir.
Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.
Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.
|