29 Mart 2025
Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığından beri sular durmuyor. O günden bu yana muhalefet kesiminde kitlesel bir protesto ve ona eşlik eden bir siyasal katılım devinimi var. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Cumhurbaşkanı adaylığına ilişkin ön seçimine 15 milyon kişinin oy kullandığı söyleniyor. Yine CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ifade ettiğine göre İstanbul’da 1 milyondan fazla kişi katılmış bulunuyor. Tüm yurtta kitlesel gösteriler devam ediyor.
Seçmenlerin ezici çoğunluğu, oylarına ve dolayısıyla Ekrem İmamoğlu’na sahip çıktıklarını söylüyor. Yaşananlar “serbest seçim hakkı” ile “toplantı ve gösteri yürüyüşü” hakkının kesişimini yansıtıyor. Biri için diğeri, diğeri için biri kullanılıyor.
Bu iki anayasal hakkın kesişiminde “siyasal katılım” talepleri yer alıyor. Nedir siyasal katılım? Özetle hatırlatayım: Siyasal katılım, bireylerin ve grupların siyasal karar alma süreçlerine doğrudan veya dolaylı olarak etkide bulunma çabalarını ifade eder. Bu katılım, seçimlerde oy kullanma, aday olma, siyasi partilere üye olma, mitinglere katılma, dilekçe verme, protesto gösterileri düzenleme gibi çeşitli yollarla gerçekleşebilir. Siyasal katılım, demokratik sistemlerin işleyişinde temel bir unsurdur ve yurttaşların yönetime katılımını sağlayarak meşruiyetin güçlenmesine katkı sunar. Bunların önünü kestiğinizde ise yönetimin meşruluğu kalmaz.
Bu, anayasa hukuku derslerinin girişinde anlattığımız konulardan biri…
Hatta merhum hocamız Erdoğan Teziç’in Anayasa Hukuku kitabını okuyan herkes bilir ki siyasal katılım biçimleri muhtelif biçimlerde kategorize edilebilir. Bu bakımdan demokrasinin temsili yüzünü seçimler oluşturur. Fakat referandum yoluyla da önlerine getirilen metne evet-hayır diyen yurttaşlar “yarı doğrudan” katılım yapabilirler. Diğer bazı ülkelerde buna “halkın kanunları vetosu” veya “halkın kanun teklifi” gibi usuller de eşlik eder. Bunlar da yarı doğrudan katılım biçimleridir. Bizde bu son ikisi yok.
Bunlara ek olarak bir de “yarı temsili” diye kategorize edilen bir küme vardır. O kümenin içinde milletvekillerinin geri çağrılması, dilekçe hakkının kullanılması, istişari (yani bağlayıcı olmayan) referandum ve politik grev sokulur. Bunlarda halkın belirleyiciliğinden ziyade temsilciler üzerinde baskı kurma baskın olduğu için bunlara “yarı temsili” denir.
Belki geçtiğimiz hafta CHP’nin ortaya attığı “kitlesel boykot çağrısı” da böyle düşünülebilir. Bu konuları açalım.
Boykot çağrısı insan hakları hukukunda ele alınmış bir konudur. Bu literatürün ayrıntılarına girecek değilim ama bu konudaki önemli bir mahkeme kararını hatırlatmayı anlamlı görüyorum.
İnsan Avrupa Hakları Mahkemesi (İHAM), boykot çağrılarını ifade özgürlüğü bağlamında özellikle Baldassi ve Diğerleri / Fransa davasında ele almıştır. Bu davanın konusu, İsrail mallarını boykottu. Başvurucular Kolektif Filistin 68 isimli bir gruba üyeydiler ve “Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar Hareketi” olarak bilinen hareketin çağrısını duyurmuşlardı.
Bu kampanya, Uluslararası Adalet Divanı’nın 9 Temmuz 2005 tarihli tavsiye kararının ardından, Filistinli sivil toplum kuruluşlarının çağrısıyla başlatılmıştı. “Uluslararası Hukuka ve İnsan Haklarının Evrensel İlkelerine Uyana Kadar İsrail'e Karşı Boykot, Tecrit ve Yaptırım Çağrısı” isimli metin şöyleydi:
“... Güney Afrikalıların apartheid'a karşı mücadelesinden esinlenerek ve uluslararası dayanışma, ahlaki tutarlılık ve adaletsizlik ve baskıya karşı direniş ruhuyla; Bizler, Filistin sivil toplumunun temsilcileri olarak, dünyanın dört bir yanındaki uluslararası sivil toplum örgütlerini ve vicdan sahibi insanları, Apartheid döneminde Güney Afrika'ya uygulananlara benzer şekilde İsrail'e karşı geniş boykotlar uygulamaya ve elden çıkarma girişimlerini hayata geçirmeye çağırıyoruz. Sizleri, İsrail'e karşı ambargo ve yaptırımlar uygulanması için kendi devletlerinize baskı yapmaya çağırıyoruz. Vicdanlı İsraillileri de adalet ve gerçek barış adına bu çağrıyı desteklemeye davet ediyoruz. Bu şiddet içermeyen cezalandırıcı tedbirler, şu yollarla İsrail Filistin halkının devredilemez nitelikteki kendi kaderini tayin hakkını tanıma yükümlülüğünü yerine getirinceye ve uluslararası hukuk kurallarına tam olarak uyuncaya kadar sürdürülmelidir:
Aktivistler, bu etkinliler sırasında “Yaşasın Filistin”, “İsrail'den ithal edilen ürünleri boykot edin”, “İsrail ürünlerini satın alırsanız Gazze’deki suçları meşrulaştırırsınız, İsrail hükûmetinin politikalarını onaylarsınız” gibi ifadeler kullanmışlardı. Çok geçmeden, alışveriş merkezlerinin binalarında İsrail ürünlerinin boykot edilmesi için çeşitli resim, gravür, amblem vb. araçlarla bu çağrıyı yaygınlaştırmaya çalıştıkları için yargılanmaya başladılar. Davada; halkı, ekonomik ayrımcılığa teşvik ve ırkçı nefrete tahrik etikleri iddia edildi.
Bu temelde yapılan yargılamanın sonucunda her biri 1.000 Avro kadar para cezasına mahkûm edildi.
Fransa’da bu kararın onanması üzerine konu İnsan Hakları Avrupa Mahkemesine (İHAM) taşındı.
İHAM;
- Tüketicileri İsrail ürünlerini almamaya teşvik etmeyi amaçlayan bir kampanyanın ekonomik ayrımcılık ve/veya ırkçı nefret olarak görülmesinin suçta ve cezada kanunilik ilkesine uymadığını söyledi.
- Ayrıca, “boykot her şeyden önce protesto yoluyla görüşlerin ifade edilmesidir” diyerek konunun ifade özgürlüğüyle ilgili olduğunu da vurguladı.
- Öncelikle ve temkinli bir duruşla, kamu gücü kullanan muktedir siyasilerin ayrımcı saiklerle yaptığı boykot çağrıları için farklı sonuçlara ulaşılabileceğini kaydeden Mahkeme, bir politikayı eleştirmek üzere ve baskı kurma amaçlı siyasal katılım açısından durum durumunun farklı olduğunu söyledi. Yani bir bakıma anti-Semitist (Yahudi düşmanı) boykot çağrılarına (bkz. Willem/Fransa kararı) mesafe koydu ama anti-Siyonist boykot çağrılarına geniş bir alan açtı.
Sonuç itibarıyla anılan vakada boykot çağrısı yaptığı için para cezası kesilen başvurucuların ifade özgürlüğünün ihlal edildiği sonucuna varıldı. Irkçılık veya nefret söylemi üretmeyen bir boykot çağrısına geniş koruma tanıyan karar, Türkiye açısından da nesnel etki doğurmaktadır. Yani bağlayıcı niteliktedir.
Bu bakımdan söz konusu siyasal katılım aracı uluslararası insan hakları hukuku yönünden de kabul aldı.
Grev, yani “çalışanların belli bir amaçla toplu iş bırakmaları” farklı biçimlerde tezahür eder. Grev prensip itibarıyla ekonomik amaçlıdır. Bu bağlamda çalışanlar ekonomik ve sosyal haklarını korumak veya iyileştirmek amacıyla topluca işi bırakırlar. Grev çoğu kez toplu sözleşme süreçlerinde bir baskı kurma amacını güder. Bazen uyarı grevleri veya iş yavaşlatmalar da söz konusu olabilir. Fakat grev dendiğinde genellikle ücretler ve çalışma koşullarında iyileşmeler ana gündemdir.
Bununla birlikte bir de “dayanışma grevi” veya “politik grev” denen grev biçimleri vardır.
Dayanışma grevi, doğrudan kendilerinin ekonomik ve sosyal haklarıyla ilgili olmayan bir konuda, başka bir emekçi grubunun hak mücadelesine destek olmak amacıyla yapılan grevdir.
Politik grev ise çok daha geniş bir kümeyi anlatır; Ekonomik veya işyeri koşullarıyla doğrudan ilgisi olmayan, siyasi bir taleple veya siyasi bir protestoyla yapılan grevdir. Genellikle hükûmet politikalarına, yasal düzenlemelere, siyasi rejimlere veya kamu otoritelerinin kararlarına karşı yapılan iş bırakma eylemleridir politik grevler. İşte, grevin bu türü, anayasa hukuku kitaplarında siyasi katılım aracı sayılır ve yarı temsili demokrasi başlığı altında verilir.
Şu anda tartışma konusu olan grev türü politik grevdir. Konu, Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan ve ardından adaletsizliğe veya ekonomik ve sosyal sorunların tamamına karşı tepkinin uzantısı olan bir bağlamda tartışılmakta ve hükûmete siyasi baskı oluşturmak istenmektedir.
Peki bu grev türünün hukuki durumu nedir?
Aslında 1982 Anayasası’nın ilk hâlinde politik grev açıkça yasaklanmıştı. Anayasa’nın 54’üncü maddesinin 7’nci fıkrası aynen şöyle idi:
“Siyasî amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz.”
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin özgürlükçü olduğu iddiaları taşıdığı zamanlarda bu hüküm Anayasa’dan çıkarıldı. 2010 yılında yapılan değişikliğin gerekçesi şöyle takdim edildi:
“Maddeyle, tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmeler ile çağdaş demokratik toplumlarda çalışma hayatını düzenleyen ve genel kabul gören evrensel ilkelerle bağdaşmayan, grev ve lokavt hakkına gereksiz sınırlamalar getiren, 54 üncü maddenin üçüncü ve yedinci fıkraları yürürlükten kaldırılmaktadır. Söz konusu hükümlerin kaldırılmasıyla, sendikal haklar ile grev ve lokavt hakkının kullanılabilmesi bakımından, ileri bir adım atılmış olmaktadır.”
Yani politik grev yasağı, grev hakkına getirilen “gereksiz sınırlama” olarak tanımlandı. Meydanlarda da emekçilerden oy istenirken bu tanıma sığınıldı, bu çerçevede propaganda yapıldı. Sonuç itibarıyla bu yasak Anayasa’dan çıkarıldı.
Gereği kanunlara yansıtıldı mı? Ona hayır!
6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda grevin tanımı dar kalmaya devam etti. Grev, işçiler açısından toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması hâli ile sınırlı bırakıldı. Kamu çalışanları açısından ise greve hiç yer verilmedi.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün ilgili komitesi bunu eleştirdi. Hükûmet, Komite’ye gerekli yasal değişiklikleri yapacağını söylemişti ama yapmadı.
Komite şöyle demişti:
“Siyasi grevler, genel grevler ve sempati grevlerin yasaklanması ile ilgili olarak, Hükümete göre Anayasal değişiklik gerektirdiği için bunlar reforma dahil edilmemiştir, Komite bir kez daha, sendikaların kendi üyelerinin çıkarlarını etkileyen sosyal ve ekonomik konularla ilgili destek amacı ile eylem yapabilmeli ve destekledikleri ilk grevin yasal olması koşulu ile sempati grevleri başlatabilmesi çağrısını yapmakta ve hükümetten sendikaların bu tür eylemlere başvurabilmesi için atılan ya da tamamlanan adımları bildirmesini rica etmektedir.”
Diğer pek çok mesele gibi bu mesele de askıda kaldı.
AYM’ye bu ihmali başta görmezden geldi. Fakat bireysel başvurular yoluyla esneklik getirdi. Mahkeme, memurların dahi böyle bir haktan bütünüyle mahrum kalamayacağını vurguladı. Ordu, emniyet vb. türden istisnai hâllerde daha katı bir tutum takılacaksa da sendikaların böyle bir çağrıda bulunması hâlinde bu çağrıya uyan çalışanlara ceza kesilemeyeceğini söyledi.
Bu, çok sayıda İHAM kararı ile de koşut bir yaklaşımdı.
Dolayısıyla politik grev konusunun kategorik bir yasak içinde olduğunu söyleyemiyoruz. Fakat grevin konusuna ve iş bırakanın sektörüne göre değişkenliklerin olabileceğini söyleyebiliriz.
Bu saydığım siyasal katılımı sağlayan iki eylem biçiminin ifade ve örgütlenme özgürlüğü haklarının birer parçası olduğu açık. Konunun bu temelde kavranması bir zaruret.
Bir de yerindelik ve güç meselesine gelelim.
Boykotun, toplumsal değişim ve siyasi baskı oluşturma amacıyla kullanılan bir araç olduğu şüphesiz. Ancak bu yöntemin etkili olabilmesi için geniş bir toplumsal katılım ve uzun süreli bir dayanışma gerekiyor. Özellikle tüketim boykotları, kapitalist sistemin doğası gereği, tüketimin başka alanlara kaydırılması veya bireysel düzeyde yapılan tercihlerin etkisiz kalması gibi durumlarla karşı karşıya kalıyor. Tek başına bir ekonomik baskı aracı olarak düşünüldüğünde boykotlar genellikle simgesel bir anlam taşıyor ve yaratılan farkındalık, toplumsal baskıyı (bence) somut bir dönüşüme çevirmekte yetersiz kalıyor.
Ben, çok sayıda nedenle boykotları etkisiz, hatta beyhude bulurum ama şimdi burada eylem kırıcılık yapacak durumda değilim. Belki başka zamana üzerinde durulabilir bunun…
Öte yandan, grevler çok daha etkili bir araçtır. Grev, doğrudan üretim sürecini kesintiye uğratarak ekonomik hayatı felç etme potansiyeline sahiptir. İşçilerin toplu olarak iş bırakması, hem işverenler hem de devletler üzerinde muazzam bir baskı yaratır. Tarihsel olarak grevlerin, emekçi haklarının kazanılması ve ekonomik adaletin sağlanmasında en etkili yöntemlerden biri olduğu bir gerçek.
Hele hele politik grevler, siyasi karar alıcıları doğrudan etkileyebilecek güçte bir toplumsal mobilizasyon sağlar. Bu bağlamda, grevler sadece ekonomik hak mücadelesi değil, aynı zamanda demokratik taleplerin haykırıldığı bir direniş aracıdır. Tüketim alışkanlıklarının yarattığı ortaklığa rağmen emekçiler bir sınıf olarak birlikte hareket etmeye çok daha meyyaldir.
Öyle ya, özellikle sosyalistlerin işçi sınıfına bu kadar değer atfetmesi bundan... Yoksa kaşından gözünden, emekçileri çok bilinçli veya mücadeleci olmalarından değil….
Emekçiler üretmediğinde yaşam duruyor ve muazzam bir zor gücü devreye giriyor.
Ancak Türkiye’de grev hakkının kullanılabilmesi için gerekli olan sendikal örgütlenme düzeyi oldukça geride. Sendikaların zayıf yapısı, grevlerin örgütlenmesini ve etkili bir biçimde uygulanmasını ciddi şekilde zorlaştırıyor. Yasal düzenlemelerdeki eksiklikler ve mevcut sendikal yapıların dağınıklığı, grevin güçlü bir araç olarak kullanılmasının önünde büyük bir engel. Dolayısıyla, Türkiye’de etkili bir grev hareketi yaratmak için öncelikle sendikal örgütlülüğün güçlenmesi gerekiyor. Bu da bugüne kadar muhalefet cephesinde hâkim olan kimlikçi yaklaşımın ve post-modern savların en baştan gözden geçirilmesini gerektiriyor.
Tolga Şirin kimdir?Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda profesör olarak çalışmaktadır. Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı. TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir. Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı. Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir. Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır. |
Çocuklar toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullanıp protestolara katılabilirler mi? Protesto toplanmalarında "izin" alınmaması disiplin cezası gerektirir mi?
Hukukun sistematik olarak örselendiği zamanlarda, “rutinini” koruyan bir yargıç aslında neyin hizmetindedir?
Gösterilerde maske takmak, tek başına bir suçun ya da şiddet eyleminin göstergesi değildir. Aksine, kimi zaman anayasal hakların bir parçası ve güvencesidir. Yasa koyucunun amacının kamusal güvenliği korumak olduğunu varsaysak bile, bu amacın gerekçesiyle araç arasında ölçü bulunmalıdır
© Tüm hakları saklıdır.