21 Aralık 2024

Varoluşun ve unutuşun, unutuluşun tefekkürü!

“Nostalji” esasen düne değil, galiba bugüne dair. Geçmiş bugünde ne kadarcık kaldıysa. Bazen, hatırınıza geldiğinde, çoktan hatıra olmuştur bile!

“Bizi saran geçmişin duygularının, manzaralarının, müziklerinin, insanlarının, ifadelerinin hangi noktaya kadar bizi biz yaptığına dair tespitimiz nostaljidir.”

Böyle bir tanım, bir bakıma doğruysa, nostaljinin “özlem” olması da doğal. Ama burada ikili bir anlam var: Özlem de var; “bizi biz yapan”, yani halihazırdaki “ben” de.

“Beni ben yapanlar” şu anda da olmalı, çünkü “ben” varım. Oysa onlar artık olmadığı içindir “özlem.” O zaman ikisinin, “ben”in ve “özlem”in aynı anda var olabilmesi ancak “şimdi” bende, bizde ne kaldığı, ne kadar kaldığına bağlı. Kalan kadarını özlüyor olmalıyız. Gerisi yok çünkü! Ya unutuldu ya gömüldü!

Tabii ki kayıplarımızı, kimi zaman “eski günler”i özlemle anıyoruz. Ancak bizde kaldığı kadar. “Hatıra” hatırladığın kadar çünkü. Şöyle bir örnek mesela: Ben (ya da siz) elbette anne babanın varlıklarıyla (veya kiminin yokluğuyla) “inşa ettiği” ve üzerine okulun, çevrenin, arkadaşların ekledikleriyle “ben ya da biz” olduk. Bunlara olaylar, kimi sevindirici kimi üzücü, eşlik etti. “Olmaya” devam ettik. Yaşadıkça, olmamız bitmedi. Çünkü yeni insanlar, diyelim evlilikler, çocuklar, iş ortamı, rastlantılar, amaçlar, hayaller, hayal kırıklıkları, çalkantılar, mutluluklar, gerilimler eklendi. “Ben ya da biz” olmaya devam ettik, bir şekilde bir yerde kesintiye uğramamışsa, kesintisiz bir süreçte.

Desen: Selçuk Demirel

O zaman “hepsi” miyiz? Hepsi birden mi? Hepsinin sentezi mi? Eğer doğduğumuz andan itibaren hayatımıza eklenen, eklenen, eklenen; onu çevreleyen, onu çerçeveleyen her şey ve herkes bizi biz yapmışsa, peş peşe… Peki gidenler, yok olanlar, kaybolanlar, geride kalanlar veya geride bıraktıklarımız da “bir şeyler” kopararak, yani bizi biz yapan ne varsa, onları eksilterek bizi de eksiltmiyor mu?

Benim gibi çok küçük bir yaşta babanızı kaybetmişseniz mesela, varlığıyla mı yokluğuyla mı, hangisiyle daha ziyade, beni ben yapanlardan oldu? Şu anda görse, tanışsa, belki tanıyamayacağı birisini mi?

Çok çok daha ileri bir yaşımda, kendim baba iken kaybettiğim annem, mesela… Elbette “beni ben yapan” sürecin, ilk uzun yıllarının en temel aktörü olmalı. Ne kadar, nereye kadar? Onu elbette özlemle anıyorum. Ama yıllar geçtikçe “hatıralar” da benim yanımdan çok belki de onun ruhunun yanına taşınıyor. Unutuluyor. Sevgi, özlem, anmak tabii ki baki. Ancak ne zaman, hangi gün veya dönem, ne diyerek, ne yaparak hayatımda “beni ben yapan” o rolü, o rolleri oynadı? Tamamen gittiğinde, bana kattığı hangi parçalarımı da götürdü? Eğer bunları ayrıntılarıyla hatırlamıyorsam artık, ben o ben değil miyim?

İnsanın en büyük paradokslarından biri, unutarak hatırlaması. Ayıklayarak özlem duyması. Özlemin, özlenen kişinin varlığına kilitlenmesi ama onun hayatımızdaki rollerine dair, en temel şeyler de dahil, nice önemli ayrıntının, tamamen yok olmasa dahi, erimesi. Bir insanı, bir evi, bir şehri, bir okulu, bir günü özlemle anıyor olabiliriz. Ama geride kaldıkça onlar, bize kattıkları da görünmez olabiliyor. Sayabilirsiniz, beni şöyle etkiledi, beni şöyle sevdi, bana böyle öğretti, beni beni beni… diye. Lakin artık yaşadığınız o değil, onlar değil. “Sizi siz yapanlar”dı belki, ama siz artık onlar değilsiniz, orada değilsiniz ve aynı kaldığınızı düşündüğünüz her an bile, çoktan değiştiniz.

İnsanın bir diğer paradoksu, unutmaya teşne, unutulmamaya ise düşkün olması. Unutulmak kırıyor, üzüyor, bazen öfkelendiriyor. Henüz ölü değilseniz! Lakin “unutmak” işte “hatırlamak” sayesinde kolaylaşıyor. Çünkü hatırlarken öyle keskin ayıklıyorsunuz ki, o sayede çoğu şeyi “unutmak”ın deposuna atıveriyorsunuz.

Şöyle bir örnek de mümkün mü acaba? Bir sanat eseri; müzik, şiir, roman, resim vb. “Kalıcı” ise, elbette onu yaratan, dünyaya arz eden ismi de bir şekilde “yaşatıyor” ve “unutulmaz” yapıyor. “Bizi biz yapan” nice duygu kaynağı! Fakat etkisi, onun arkasındaki insanın, ne zaman yaşamış ve ölmüş olursa olsun, girdiği insani, bireysel, toplum ilişkiler ve gerilimlerden bîhaber bir etki çoğu zaman. O “varken” dünyayla, ülkesiyle, çevresiyle, yakınındakilerle ilişkisinin etkisi ve etkilenişinin, şimdi eseriyle bizi etkiliyor olsa bile, bizde “yaşaması” neredeyse imkansız.

Hayatımız da öyle. O da bir eser. Doğru, birçok fırça darbesi, birçok mısra, birçok paragraf, birçok melodi, birçok kişi ve olayla da harmanlanmış. Ne var ki “bugün” ve “şu anda” siz o eski “siz”ler değilsiniz artık. Hatırladığınız hatıralar, gidenlerden kalan kırıntılar. Her giden esaslı bir parçanızı götürmüş. Her biten bir parça daha yok etmiş. Her kayıp, kaybettiklerinize eklenmiş. Fakat yaşıyorsunuz. “Bugün”ü yaşıyorsunuz. Hatırlamalar sayesinde daha çoğunu unutarak; hatıraların albümleşmesi sayesinde, geçmişinizin daha çoğunu gömerek. Özlemler sayesinde özlem denizinde kaybolmadan. “Unut” diyen bir komut var sanki; “umut” da oldukça. Sizi bugün siz yapanlar bugüne dair artık!

“Başıma geleni” esasında “öteki taraf”a geçerek, anlatabilmekten ziyade, karşınızda sesli düşünebilmek istedim. Bağışlayın. Ne olursa olsun, unutmalara ve unutulmalara da öfkeyleydi belki! İster unutan ol ister unutulan!

Başa dönersem: “Nostalji” esasen düne değil, galiba bugüne dair. Geçmiş bugünde ne kadarcık kaldıysa. Yok olan onca şeyi ve insanı değil, sizde kalan, kalmasını istediğiniz veya kalmasına geçit verdiğiniz parçacıkları hatırladığınız kadar. Onların kimi de uçup gidene kadar. Bazen, hatırınıza geldiğinde, çoktan hatıra olmuştur bile!

Sonra… sonra ben de gideceğim, kalan ömrünüz uzun ve hayatınız mutlu olsun, siz de… Ve önce üzüntüler, acılar kalacak muhtemelen. Ardından hatıralar. Derken özlem; sizden kalan parçacıklar kadar. Kalanların kendilerinde tutabildiği kadarına özlem!

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Nedense… Çok sıkıntılı!

Geçim şartlarını, düğün şartnamelerini, iş ve işsizlik felaketini, ücret ve maaş sefaletini, kira faciasını biliyorsunuz. Sizin aklınıza geliyor. Ama kiminin aklına gelmiyor bile “nedense.” Sorumluluk “beğenmemek” oluyor; sorumlu da gençler

Büyük devletlerin küçük insanları!

Ülken ve insanların bin türlü acı çekiyorsa, o acının sorumluluğunu ve vicdan yükünü yüklenmezsen, hafiflemiyorsun; tarihe (sadece) “büyük liderler, büyük devletler” olarak değil, “büyük acılar” olarak yazılıyorsun, kazınıyorsun

Elimine oldu gitti!

Türkiye Cumhuriyeti’nin “seçilmiş” başbakanlığını yapan, halkın oyuyla onurlandırılan, kendi yaptığı anayasayla da olsa, üçüncü dönemdir halk oyuyla seçilmiş cumhurbaşkanı olan Erdoğan, keşke Esad’ın gidişi üstüne “İki lider kaldı, diğerleri elimine” demeseydi. Kendini onların yanına kendi diliyle koymasaydı!

"
"