Eser: Alberto Giacometti
Aydınlanmanın geride kalıp kalmadığına dair tartışmalardan bir süre yakamı kurtarmak istiyorum. Kurtarmak istiyorum, çünkü bütün mahallelerin en ücra köşelerine dahi yayılmış tuhaf bir insan tipinin, bir köşeye sığınmış bir avuç zarif insanın yakasına yapışıp kalmasına hiç olmazsa bir çift laf etmenin zorunluluğundan aklımı kurtaramıyorum. Her gün miktarı ve şiddeti biraz daha artan bayağılıklara yenilerini eklemekten imtina etmeyen fakat olup-bitene yönelik her haklı eleştiriyi hemen sahiplenen insan bolluğunu dünyanın olağan seyrine yormaya gönlüm razı olmuyor.
Politikanın tepeden tırnağa kire bulaştığı ayan beyan ortadadır fakat bunu sürekli dile getirerek kendini pirüpak gösterme kurnazlığına da kanmamak gerekir. Üzerine alması gerekeni üzerine almaya hazır bir insan tipi en çok ihtiyaç duyduğumuz şeydir. İnsanların yapıp-ettiklerinin gerisindeki tine bakınca, Nietzsche'nin kapıya dayandığını öngördüğü nihilizmin kapıyı çoktan açtığı, içeri girdiği ve her tarafı talan ettiği gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Gözlerimi kapatıp, sanki her şey Kant ve berisi zamanlarda kalmış gibi bir ruh haline girmeyi; insanın kendini ve simgesel dünyasını ağır bir sorgudan geçirdiği bir aura hayal ediyorum.
Dişe dokunur hiçbir şey yapmayan herkesin, mutlak değerin bizzat kendisi olduğuna inandığı bir dünyada değersizliğin egemen olması kaçınılmazdır. Ahlakçı nihilistlerin çekip-çevirdiği bir dünyada düşünce ile yaşam arasındaki boşluk uçurum düzeyindedir. Sadece içgüdülerle yaşayan bir varlık olsaydı insan, olanları alkışlayabilirdik. Gelgelelim, bir yandan insanlığın uygarlıkla tanımlanması, öte yandan insanların uygarlığın en basit taleplerini bile boşa çıkarması arasındaki çelişki yaşamın canına okuyacak düzeye gidiyor.
Otorite düşkünü eşitlikçiler, para düşkünü öte dünyacılar, imtiyaz düşkünü hak savunucuları, dayanışma düşkünü hesapçılar, tevazu düşkünü narsistler, halk sevgisi düşkünü teorisyenler… Bilinç yalanlardan besleniyorsa, bilinçdışı keşfe çıkamaz. Değerli yaşamaktan ziyade ideolojik değer yargılarına methiyeler düzüp değersizlik yaratmak… Kendileriyle barışık olmayanlar, neşesi yerinde herkese kılıç çekerek daha iyi bir dünya için savaştığını iddia ediyorlar.
Kant'tan Platon'a düşünülür bir yol vardır
Kant'ın, Aydınlanmayı "insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtuluş" olarak tanımladığını felsefeye aşina olan herkes duymuştur. Varlık olanaklarını berhava eden, ham kalmak için uğraşıp duran, olmamak için adeta mücadele eden, velhasıl en büyük suçu kendine karşı işleyen bir varlığın beraat etmesi için nasıl bir kanıta gereksinim vardır acaba? Kant'ın adını anmak önemlidir fakat onun tespitinin gerisinde uzun bir tarihin uzandığını da görmek gerekir. Sözgelimi Sokrates ve Platon'un el birliğiyle herkesin kulaklarına doldurmak için çırpınıp durdukları o nazik buyruk: "Kendini bil!" Yazık ki "haddini bil" dayatmasıyla işitmeyi öğrenmiş kulakların, "kendini bil" buyruğunun hikmetini duyması mümkün değildir. Kendini bilen, kendi insan oluşuna karşı suç işlemez çünkü.
İşte güçlü bir beraat nedeni! "Kendini bil" ilkesi, kişinin kendiyle ilişkisini temel etik ilişki olarak alır. Bir insan için kendi değerini harcamamaktan, dahası kendini değerli kılmaktan daha büyük ödev ne olabilir ki? Kendini bilmek, kendiyle değerler bağlamında ilişki kurmaktır. Başkasıyla değerler zemininde ilişki kurmak ancak bundan sonra devreye girebilir. Kendi değerini bilmeyenin başkasına değer katması varoluşun seyrine aykırıdır zaten. Dünyaya değer katmak, kendine değer katanların başardıkları bir iştir. Tam da bu nedenle başkasının değerini harcayan, değersiz olduğunu kanıtlar.
Platon "düşünmeyi ruhun kendiyle konuşması" olarak görür. Düşünmek, kendiyle kurulan özsel ilişkidir çünkü. Kavramlara tutunmak, argümanlara yaslanmak, sorular devreye sokmak başkasının varlığını gerektirmez. Ruh büyük ezgilerini, kendiyle dans ettiğinde çalar.
Dilsiz ve geveze
Durum buysa, konuşmayı, başkasıyla birlikte düşünmek olarak tanımlamak ne güzel olurdu. Ve fakat, nafile! Kendilerine duydukları eğreti hayranlık nedeniyle ruhu kuruyanların kendini sloganlarla dayattığı zamanlardan geçiyoruz. Hiçbir şey yapamamışlardan az-buçuk fazla şey yapmak bir büyüklük belirtisi alınıyorsa, ortada büyük bir insani felaket vardır. İletişimin hiçbir inceliğini bilmediği için etrafı sorunlara boğanlar, sorunları çözmek için konuşmaya davetiye çıkarıyorlar. Yaşamı çirkinleştiren her insani emareyle karşılaşıyoruz. Gerçek anlamıyla etik ve estetikten yoksun bir ruhun yaşamı çekip-çevirdiği ayan beyan ortadadır; her tarafta aynı kötü koku yaşamın soluğuna karışmaktadır. Caddeler, sokaklar, meydanlar, politik kurumların toplantı salonları, fakülte koridorları, sağlık klinikleri, yayınevi ofisleri, restoran mutfakları…
Aynı aynıyı eleştiriyor, aynı aynıdan yakınıyor. Bu nedenle bir araya gelmek ya da arayı açmak büyük bir hızla tekrarlayıp duruyor. Herkes ihtiyacı kadar ve ihtiyacı süresince etrafı selamlıyor. Hâl bu olunca, Türkiye'nin bilinçdışı şöyle işliyor: Çok sayıda insanın mümkün mertebe uzun süre muhtaç olacağı kişi olmak…
Ruhu kendisiyle konuşmaya mecali kalmamış insanın duyguları eksiktir; çünkü kavramlarla karşılaşmaktan kaçınan, dahası kavram kullanmaya gereksinim duymayan, kullansa da yalan yere kullanan, sanattan etkilenme kapasitesini de yitirir. Duyarlılık ve duyguların kaybı konusunda zaman ışık hızıyla geçmiş gibi görünüyor. Bundan olmalı ki sözle ilişki bakımından iki tür insanla karşılaşır olduk; konuşma becerisini yitiren ya da konuşmanın içini boşaltan. Velhasıl dilsiz ile geveze. Dilsiz kişi, sosyal bir çarkın dişlilerinden biridir. Çark döner, makine işler. Ve fakat, arzu ve keyif de dünyayı terk eder. Geveze ise düşünmenin gücünü askıya almakta becerikli kişidir. O konuşur, her şeyi konuşur. Hiçbir şey bilmediği yerlere giren, az zaman sonra olması gereken yerleri de kirletir.
Dilsiz ile gevezenin ortak noktası mı? İkisinin de kulakları sorulara tamamen kapalıdır. Dilsiz cevap vermeye teşebbüs etmeyi bile beceremezken, geveze dur durak bilmeksizin kendini methetmeyi cevap kılığına sokar. Soru ne olursa olsun, "bir etikamız vardır" diye söze başlar. Gel gör ki buna benzer her ifade hilesini açık eder. Üstelik hukuki yükümlülüklerini yerine getirmeyi bile erdemlerinin bolluğuna yorar. Hiçbir dişin çürüğünü dolduramaz fakat her sokakta dolaşan kanaatleri hakikat diye servis eder. Halbuki dilinin dönüşü, aklının kuraklığını gösterir. Büyüklüğünü kanıtlamaya çalışan her insan küçüklüğünü ortaya serer.
Hiçbir şey anlamıyorlar fakat hiç susmuyorlar
Shakespeare'in soytarıları hep yanlış yerlerde karşımıza çıkarlar; yapmaları gerekeni ihmal edip yapamayacaklarını yapmaya kalkışırlar. Yaşamın hiçbir damarına sızamayanlar, ilgili herhangi bir sorunun hayatı zorlaştırdığını iddia ederler. Okumuş ya da okumamış bütün cahillerin ortak inancı şudur: Düşünmek -ve elbette felsefe- yaşamı karmaşıklaştırır. Kupkuru bir ruhla yaşayanın, büyük bir şevkle hayat dersi vereceğine inanması nasıl bir acının emaresi olabilir acaba? Sloganlarına beslediği bağnazca inancın, kendine yönelik bayağı hayranlığın ağırlığının düşünmeye mecalini tükettiği birine karmaşık gelmeyen bir argüman var mıdır?
Hepimiz şu ya da bu şekilde bilgisiziz; çünkü bilgi, esnek bir ifadeyle, belirli bir sorunun tetiklediği, belirli bir araştırma mecrasında belirli bir yöntemle aranan ve nihayet belirli bir dilsel çerçeveye yerleştirilen yargılara atıf yapar. Gerisi kanaattir, fikirdir, inançtır. Dolayısıyla ancak uzun zaman boyunca sistematik bir eğitim süresince araştırma yaptığımız bir alanda kısmi bir çerçevede bilgi sahibi olabiliriz. Uzmanlık alanımız (elbette işimize emek harcayan bir uzmansak) bilgimizin sınırlarını çizer.
Gelgelelim uzman olarak değil, insan olarak yaşarız. Öyleyse bilgiye gereksinim duyarız fakat büyük ölçüde bilgisizizdir. İşte bu, insanın trajedisidir. Ve fakat, trajedinin bilincinde olmak bir değerdir. Değerli insanın ideali her şeyi veya çok şeyi bilmek olamaz; hemen hemen hiçbir şey bilmediğinin bilincine ermek olabilir. Cahilliği bilgisizlikle ilişkilendirmek yanlıştır. Bilgisiz olmayan insan yoktur ama cahil olmayan insanlar vardır. Cahil, bilgisiz kişi değil, bilmediğini bilmeyen kişidir.
Sokratesçi-Platoncu etik ile Kantçı Aydınlanma, insanlar arası ilişkinin değer zeminine işaret eder. İnsan olma konusunda ortaklığımız, arzu, yetenek ve becerilerimizin denkliği değil, kendimizin ve başkasının değerini koruma olanağına sahip olmamızdır. İşte, insanı kendinden bir amaç olarak konumlandıran şey budur. Ve bu bakımdan, yalnızca bu bakımdan eşitlikten söz edilebilir. Kant'ın, insanların etik birlikteliğinden bir amaçlar krallığı kurma idealinin üzerinden iki küsur yüzyıl geçmişken, devasa bir ergenler topluluğunun büyük bir iktidar kurmuş olması hüzünlendiricidir. Ergenlik, bir dönemden çok bir ruh hâlidir; insan olanaklarını kullanmama ya da daha güçlü bir biçimde kullanmama hâli... Ne var ki son zamanın ergeni bunun ötesine geçer; kendini gerçekleştirme arzusu taşımamakla kalmaz, en yetkin insan olduğuna inanır. Argümanın geriye itildiği bir dünyada "kuru gürültü"nün derin anlam olarak alınmasından daha doğal ne olabilir? Durmadan konuşuyorlar; araştırdıklarından değil, utanmadıklarından.
Ağrısız hastalıklar, hastasız hekimler
Bedensel herhangi bir ağrı, sözgelimi bir diş ağrısı belirgin bir belirtidir; önlem almaya davet eder. Gelgelelim bilinçdışı hastalıklarının, bilinç ve adap eksikliğinin ağrılı bir belirtisi olmadığından, yaşama sevincine haset duyan insanların bir tedavi mercii araması beklenemez. Bilinç ve bilinçdışındaki marazların ağrılı bir belirtisi olsaydı, Nietzsche'nin evinin önü, içlerinde her meslekten insanın olduğu hastalarla dolup taşardı. Bunu çok derin hissetmiş olmalı ki, filozofları "kültür hekimleri" olarak betimler. Egemen kültürün yarattığı insan tipinin dili, yanlış anladığı düşünürleri terennüm ederken, ruhu geldiği köyün ahlakına göre işler. Etraf bunlarla dolup taşıyor. Kendini bilmezin konuşma hevesi, hissederek yaşayan kişinin dilini bağlar. Cahil konuştukça alimin dili tutulur. Bundandır ki cahile yazılmış bir kitap yoktur.
İnsan ezbere korkuyor; korkularının nedenlerini yanlış yerlerde arıyor. Zamanımızın çoğunu insanda eksik olan şeyi bulmaya harcadık. Oysa "insanda ne eksik olsaydı, dünya daha iyi olurdu" sorusuna odaklanmamız daha verimli olabilirdi. İhtiraslara boğulmuş bir bilinçdışı ile inanç ve ideolojinin ayartmasıyla yoldan çıkmış bir bilinç devre dışı kalsaydı, insanın yükü ne çok hafiflerdi kim bilir! Bunu sanat, özellikle edebiyat ve sinema yüz yıllardır göstermek için her yolu deniyor. İnsanların birbirine sokulmaları, birbirlerine ilaç olmalarından değil, bir cehennem yaratmış olmalarındandır. Baş belasından kurulan bir yakınlık, başa bela bir yakınlıktır. İnsan kazanma çabası büyük ölçüde kendini kaybetmekle sonuçlanır. Diğerleri, kullanabilecekleri kimseleri avlamaya çıkan insan tüccarlarıdır. Zira iyiler randevusuz buluşur.
Yavuz Adugit kimdir?
Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde mezun oldu. Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarını Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde tamamladı.
Aynı üniversitede Araştırma Görevlisi olarak çalıştı. Araştırmacı öğretim üyesi olarak Amsterdam Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde bulundu.
Halen Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde çalışmaktadır.
Ağırlıklı olarak etik, estetik ve sinema üzerine çalışmalar yapmaktadır.
|