Yürüyorlar.
Kadınla erkekli, yaşlı genç, çoluk çocuk demeden yürüyorlar.
Sadece yürümüyorlar, arabalarıyla gidiyorlar; otomobillere binmişler, kamyonetlere dolmuşlar, minibüsleri doldurmuşlar, otobüslerle gidiyorlar.
Yüzleri kızarmış, gözleri fırlamış, heyecanlı bir telaş içindeler.
Sahil yolunu tıklım tıklım doldurmuşlar. Araç ve insan kalabalığı kilometrelerce konvoy oluşturmuş. Hepsi aynı istikamette ilerliyorlar.
Kimi koşar adım, ayaklarını sürüyerek; kimi apar topar, bir diğerine omuz vurarak gidiyorlar.
Nerden geliyor, nereye gidiyorlar, kim bunlar?
Bedenlerini saran, gözlerinde büyüyen bu histerik telaş da neyin nesi?
Araçlar korna çalıyor birbirine durmadan. Hummalı kalabalıklar akıyor yol kenarlarından; sanırsın büyük bir kıtlıktan çıkmışlar, sanırsın iki yudum suya hasret, sanırsın bir lokma ekmeğe muhtaç, yenilmiş bir ordunun perişan askerleri bunlar, arkasına bakmadan kaçar gibi gidiyorlar.
Nükleer bir felaket mi var, yeni bir savaştan mı kaçıyorlar, radyoaktif bir sızıntıdan mı yoksa?
Duvarlar yıkılmış, tel örgüler parçalanmış, sanki bir mülteci ordusu gibi ilerliyorlar.
Yollarda bir kaos, bir keşmekeş, salkım salkım kalabalıklar uzanıyor. Yüzler tedirgin, bakışlar keskin, kaşlar derme çatma, gelişigüzel bir güruh halinde ilerliyorlar…
Koşuyorlar!
Durmaksızın koşuyorlar!
Birbirlerini iterek, tünellerden geçerek, çitlerden atlayarak, viyadükleri aşarak yol alıyorlar. Düzensiz, gelişigüzel, talana giden sefil bir ordunun askerleri gibi ilerliyorlar.
Samsun'dan, Sinop'tan, Rize'den Trabzon'dan çıkmışlar yola; Giresun'dan, Ordu'dan, Hopa'dan geçerek, dur durak bilmeden, akın akın geliyorlar.
Kimi açık, türbanlı; kimi modern, muhafazakâr; kimi kadın, hamile; kimi genç, yağız delikanlı, yan yana, peş peşe, art arda yürüyorlar.
Kimi İstanbul'dan gelmiş, kimi Erzurum'dan, kimi Ağrı'dan.
* * *
İşte yavaş yavaş gözüküyor menzil.
Kalabalıklar şimdi daha da heyecanlı, dalga dalga. Birbirini ezerek, biri diğerini geçerek, kornalar çalarak ilerliyor.
İnsanlar aç, insanlar hırslı, insanlar heyecanlılar.
Kimi kucağında çocuk, kimi sırtında çanta, kimi torbasında azık taşıyarak yürüyorlar.
Karadeniz sahil yolunda kilometrelerce uzamış konvoylar; arkası bitmiyor bir türlü, önü gözükmüyor.
Artvin'i, Hopa'yı geride bırakarak, Sarp Sınır Kapısı'ndan geçerek, Batum'a doğru ilerleyerek gidiyorlar.
Kimi arabasını iterek, kimi eşinin elinden tutarak, kimi kucağında çocuğunu taşıyarak...
Acıkmışlar, yorulup terlemişler, kan ter içinde kalmışlar, durmaksızın koşuyorlar.
iphonelara, Huaweilere, Samsunglara koşuyorlar!
Asırlardır bir avuç toprağa hasret gibi, senelerdir aç kalmış, çöllerde susuzluktan kurumuş gibiler.
İsterik çığlıklar atarak, birbirine omuz vurarak; yorulmuş, bitap düşmüş, nefes nefese kalarak, çılgınlar gibi koşuyorlar.
iPhone 14'lere, Huawei P40'lara, Galaxy A14'lere doğru koşuyorlar...
* * *
Karadeniz hırçın, dağlar puslu.
Araçların radyolarından tek adamın talimatları yükseliyor;
Emir büyük yerden; dağlarda, vadilerde yankılanıyor sesi:
"Katma Değer Vergisi yüzde 18'den 20'ye çıktı, duyrula! Yurt dışından alınan telefonların kayıt harcı ise 20 bin lira ola!"
Yürüyorlar.
Yüreklere zerk olunmuş korkunun gölgesine sığınarak yürüyorlar, ağızlarında belli belirsiz bir utancın sessizliği, susarak ilerliyorlar.
Ellerinde dövizleri yok, pankartları da öyle.
Slogan atmıyorlar, adalet ve hukuk peşinde değiller, hak aramıyorlar.
Bir mitinge gider gibi değiller, türkü söyler gibi neşeli, hiç değiller.
Sofrası küçülmüş de küçülmüş, aş için, ekmek için, grev hakkı için yürümüyorlar.
Kursağından çalınan ne, bilmiyorlar.
Lokmamız niye küçüldü diye sormuyorlar.
Bu ceberut düzeni yaratan kim, umursamıyorlar.
Sorular sormayı çoktan unutmuşlar.
Haksızlığı, ahlaksızlığı, arsızlığı kanıksamışlar.
Çocuklarının geleceği nesil nesil çalınmış, umursamamışlar.
Niye, nasıl, neden diye sorgulamayı unutmuşlar.
En çok boyun eğmeyi, en iyi biat etmeyi öğrenmişler.
Refleksleri körelmiş, sinirleri ölmüş, hissizleşmiş bir güruha dönüşmüşler.
Sesi kısılmış, değerleri körelmiş; daha çok şükretmesi öğretilmiş, çaresiz bırakılmış insancıklar.
Rüzgâra karşı yürümeyi unutmuş, ruhunu seslere hapsetmiş, bedenini rüzgârın akışına bırakmış sessiz, hareketsiz, ölü; yeri geldiğinde tehlikeli kalabalıklar.
Camilerde kutsanmış, dualarla beslenmiş; hep yok sayılmış, hep onuru kırılmış, hep gururu örselenmiş; her şeyiyle teslim alınmış, acz içinde bırakılmışlar.
Zihin dünyası ele geçirilmiş, sesleri bastırılmış, sözcükleri prangalı, düşünceleri tutsak.
Yüzlerinde boyun eğmenin, susmanın, kabullenmenin dayanılmaz ezikliği.
Düşürülmüş bir toplumun çaresizliği.
Bizim büyük çaresizliğimiz.
Yusuf nazım kimdir?
Yusuf Nazım (1962) Hanak-Ardahan doğumlu. 1984 yılında Ankara'da, Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği Bölümü'nü bitirdi. Uzun yıllar bilişim sektöründe çalıştı.
1992-1999 yılları arasında Özgür Gündem, Özgür Ülke, Emek, Evrensel, gazeteleriyle; Gerçek ve Evrensel Kültür dergilerinde deneme, öykü ve yazıları yayımladı.
2007 yılında Hayat Televizyonu'nun ilk kurucuları arasında yer aldı. 2010'da bilişim sektöründeki profesyonel çalışmasını sonlandırdı.
2011 yılından itibaren Cumhuriyet, Radikal, Evrensel, Özgür Gündem ve Birgün gazeteleriyle; T24 ve Bianet platformlarında yazıları; Evrensel Kültür ve İnsancıl Kültür Sanat dergilerinde öykü ve denemeleri yayımlandı.
2012-13 yıllarında Güneydoğu'da Diyarbakır, Batman ve Van illerinde çekilen Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin genel koordinatörlüğünü yaptı.
Öykü kitapları Kızak (Evrensel Basım Yayın, 2012) ve Leyla'yı Beklerken (İnkılap Kitabevi, 2017).
|