05 Ocak 2025
Hepimizin tanıdığı bir his. Bir iş etkinliğinde meslektaşlarınızla, kalabalık bir şehirde yabancılarla ya da bir kutlamada ailenizle çevrili haldeyken bir anda içinizi derin bir yalnızlık kaplar. Nasıl olur da bu kadar çok insanın arasında, bu kadar yalnız hissedebiliriz? Belki bir kafede, etrafınızda sohbet eden insanların gülüşmeleri arasında tek başınıza otururken, bir otobüste yan yana oturduğunuz ama asla göz göze gelmediğiniz yabancılar arasında, ya da bir telefon ekranının parıltısında arkadaşlarınızın paylaştığı eğlenceli anları izlerken kendinizi dışlanmış hissederken. Bu ikilem modern yaşamın ta kendisidir. Bu, sadece gelip geçen bir duygu değildir üstelik. İlişkilerimizi, toplumumuzu ve giderek artan şekilde dijital yaşamlarımızı nasıl inşa ettiğimizin derin bir göstergesidir de.
Bu sene Türk Dil Kurumu ve Ankara Üniversitesi’nin seçtiği yılın kelimesini görünce pek şaşırdığımı söyleyemem. Kalabalık yalnızlıklar. Havalı bir kitap ismi gibi ama keşke sadece bir kitabın ismi olsaydı. Bir dönem yazdığım kent ve yalnızlık konulu bir makale için araştırma yapmıştım. Yalnızlık üzerine yapılan çalışmaların bize bu karmaşık duygunun yalnızca bir bireysel deneyim olmadığını, derin toplumsal, ekonomik ve psikolojik bağlamlarda şekillendiğini gösterdiğini oradan biliyorum. Örneğin, Julianne Holt-Lunstad, yalnızlığı halk sağlığının en önemli meselelerinden biri olarak ele alıyor. Onun araştırmaları, yalnızlığın fiziksel sağlık üzerindeki yıkıcı etkilerini açıkça ortaya koyuyor. Kalp hastalığından erken ölüme kadar, yalnızlık, modern yaşamın sigarası gibi, fark edilmesi zor ama bir o kadar da tehlikeli. Holt-Lunstad’ın mesajı net: Yalnızlık, tıpkı obezite ya da kronik stres gibi ciddiye alınması gereken bir halk sağlığı sorunu.
Noreena Hertz ise bu durumu daha geniş bir perspektiften ele alıyor. The Lonely Century adlı kitabında, modern kapitalist düzenin bireysel başarıyı yüceltirken topluluk ve dayanışmayı nasıl zayıflattığını sorguluyor. Hertz’e göre, hepimizin “en iyisi” olmak için çabaladığı bu dünyada, topluluk olma duygumuzu kaybediyoruz. Komşularımızın isimlerini bilmediğimiz, meslektaşlarımızla derin bağlar kuramadığımız bu çağ, yalnızlık krizini körüklüyor. Kapitalizmin yükselişiyle, yalnızlık sadece kişisel bir mesele değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal bir sonuç haline geliyor. Sara Konrath ise yalnızlığı empati eksikliğiyle ilişkilendiriyor. Modern toplumlarda empati seviyelerinin azalması, bireyler arasındaki bağları zayıflatıyor ve yalnızlık hissini artırıyor. İnsanların giderek daha az birbirine kulak verdiği, daha az derin bağlar kurduğu bir dünyada, yalnızlık, ilişki kurmanın zorlaştığı bir çağın sessiz çığlığına dönüşüyor. Konrath, yalnızlığın çözümünün empatiyi yeniden inşa etmekte, birbirimizin hikâyelerine yer açmakta yattığını savunuyor.
Bu araştırmacıların bir ortak noktası var, üçünün de yalnızlığı sadece içsel bir duygu olarak değil, geniş toplumsal ve çevresel bağlamlarda ele almaları. Onların çalışmalarını okurken, yalnızlığın her birimizin bireysel hikâyesinde nasıl şekillendiğini görmenin yanı sıra, bu hissin toplumun daha büyük bir aynası olduğunu fark edebiliriz. Başka bir deyişle hepimiz ayrı ayrı evlerde benzer bir duyguda habersizce buluşuyoruz. İşte asıl paradoks budur.
Belki 12-13 sene önceydi. İş yerinde, yani üniversitede, geç saate kadar çalışıyordum. Balat sahiline bakan odamdaydım, 4. katta. O zamanlar manzaranın değerini pek bilmezdim; kim bilir kaç akşamı o odada, işler arasında kaybolarak geçirmişimdir. Hava serindi, pencereden içeri hafif bir rüzgâr süzülüyordu. Sadece gece lambasının loş ışığında sınav kağıtları okuyordum. O gün teslim etmem gereken işlerim vardı ve yetiştirme telaşındaydım. Saat epey ilerlemişti. Koridorda yankılanan ayak sesleri bile çoktan kesilmişti. Binada benden başka kimse kalmamış gibiydi, sessizliğin ağırlığı içime çöküyordu. Sonra oda dahili telefonum çaldı. Arayan, bir arka binada oturan arkadaşımdı. Ne yapıyorsun? diye sordu. Daha cevabımı dinlemeden bir radyo frekansı verdi bana, şimdi hatırlamıyorum ama Radyo ODTÜ olmalı. Açsana, dedi. Sevdiğim bir şarkı çalıyor sanmıştım ama bir an çalanı hatırlayamadım. Ne bu? diye sordum. Bilmiyorum dedi, sadece aynı frekansı dinleyelim istedim. Ve sonra biz, iki ayrı odada, birbirimizi görmeden aynı şarkıları, aynı reklamları, aynı spikeri dinledik. Kelimelere gerek yoktu.
Aynı anda aynı duyguyu paylaşmanın, kolektif bir ritimde buluşmanın gücü büyük. İnsan, yalnızca bir birey değil, paylaştığı, hissettiği ve senkronize olduğu anlarda bir topluluğun parçası olduğunda tamamlanıyor. Belki de bu yüzden, futboldan hiç anlamayan birinin bile önemli bir maçın tribün görüntülerini izlerken gözleri dolar. Yani benim. O kalabalık, yalnızca bir spor karşılaşmasını değil, ortak bir tutkuyu, aynı anda atan bir kalbin gücünü yansıtır çünkü. İstanbul’da bir sokak müzisyeninin şarkısına eşlik eden onlarca yabancı, bir anda aynı melodide buluşur ve kendi hikâyelerinden sıyrılarak bir bütünün parçası olur. Ya da bir konser salonunda herkesin bir ağızdan söylediği nakarat, tiyatro salonunda aynı anda güldüğümüz o küçük an. Asıl bizi bir araya getiren şey, kalabalık yalnızlığın tam karşıtı olan bu kolektivite duygusudur. O aynılık anı. İnsan en çok buna ihtiyaç duyar, ortak bir ritimde, ortak bir duyguda buluşmaya. Bu anlar, bizi birbirimize görünmez iplerle bağlar ve o iplerin varlığı, yalnızlığımızın sessiz ağırlığını hafifletir.
Yalnızlık, bir boşlukta oluşmaz; genellikle en erken deneyimlerimizden köklenir. Ebeveynlerimizle ve bakım verenlerimizle kurduğumuz ilişkiler, yetişkinliğe taşıdığımız duygusal şablonu şekillendirir. Bazıları için, çocukluk travmaları ya da o erken bağlarda eksik kalan güven duygusu, başkalarına yakınlaşma korkusunu besler. Zamanla bu kalıplar katılaşır, gerçek bağlantılar kurmayı riskli ya da imkânsız hale getirir. Bugünün hiper bağlantılı dünyasında sosyal medya, yalnızlığın çaresi olarak pazarlanıyor, ancak çoğu zaman bunun tam tersini sunuyor. Bağlantı kurmak için tasarlanmış platformlar, yalnızca yüzeysel etkileşimleri teşvik ediyor, beğeniler, paylaşımlar, hızlı mesajlar, derinliğe sahip olmayan, sahte bir yakınlık hissi yaratıyor. Algoritmalar ve onay yanlılığıyla beslenen bu dijital serap, topluluk hissini yalnızca yanıltıcı bir şekilde sunuyor. Sonuç? Sürekli etkileşim çağında büyüyen bir yalnızlık salgını.
Modern yaşamın baskıları, başarı, üretkenlik, mükemmeliyet, yalnızlığın yükünü daha da artırıyor. Kendimizi parlatılmış versiyonlarımızla sunmamız, durmadan başarmamız ve hep bir adım önde olmamız gerektiği söyleniyor. Çoğu kişi için bu mükemmeliyetçilik, savunmasız olmanın önünde bir engel haline geliyor. Oysa duygusal yakınlık, kusurları, karmaşıklığı ve eksiklikleri gerektirir ve görünüşe odaklı bir toplum, bu özelliklere çok az yer bırakıyor.
Yine de umut var mı bunu konuşalım asıl. Ya da artık umut çözüm derseniz, umudun yerine neyi koyalım, onu anlayalım. Bilimsel bir yaklaşım olacak elbette ama yalnızlıkla mücadele, kökenlerini tanımak ve farklı bir yol seçmekle başlayabilir. Güçlü bir destek ağı oluşturmak ister topluluk etkinliklerine katılarak ister profesyonel rehberlik alarak olsun, büyük bir fark yaratabilir. Bu, savunmasız olmayı göze almak, deneyimleri ve korkuları paylaşmak, mükemmeliyet yerine otantikliği önceliklendirmek anlamına gelir. Böyle yaparak yalnızca bağlantıyı değil, aynı zamanda daha derin bir özdeğer hissini de geri kazanırız. Bu konuda yapılmış yeni yakın tarihli bir çalışmanın bulguları, kalabalık alanlarda yalnızlık hissinin arttığını gösteriyor. Kalabalıklaşma, bireylerin kişisel alanlarını sınırlayarak bağ kurma kapasitelerini olumsuz etkiliyor. Demek yalnızlık duygusu bireyin sosyal ve fiziksel çevresiyle dinamik bir ilişki içinde. Yalnızlık, sadece bireysel bir deneyim değil, çevremizdeki insanlara, mekanlara ve doğaya olan yakınlığımızla şekillenen bir süreç. Araştırma, yalnızlık ile kalabalıklaşma, sosyal içerme algısı ve doğayla temas gibi faktörler arasındaki ilişkiyi derinlemesine incelediğinde, sosyal kapsayıcılık ve doğayla temasın yalnızlık duygusunu azalttığını ortaya koydu. İnsanların kendilerini sosyal olarak kabul edilmiş ve desteklenmiş hissetmesi, yalnızlık hissine karşı güçlü bir koruma sağlıyor. Özellikle, doğayla temasın sosyal kapsayıcılıkla birleştiğinde yalnızlık hissini daha da azalttığı bulundu. Doğal ortamlar, bireylerin yalnızlık hissini hafifletirken aynı zamanda bir topluluğa ait olma duygusunu güçlendirebiliyor. Bu bulgu, yeşil alanların sadece fiziksel sağlık için değil, duygusal refah için de önemli bir rol oynadığını gösteriyor.
Edebiyat ve sinema, “kalabalık yalnızlık” kavramını keşfetmek için eşsiz bir zemin sunuyor. John Malkovich Olmak’taki karakterlerin bir başkasının zihnine girme arzusu, Lost in Translation’daki Tokyo'nun ışıklı karmaşasında kaybolan duygusal bağlar ve Amerikan Sapığı'ndaki modern bireyin soğuk yabancılaşması, hep bu temanın katmanlarını açığa çıkarır. Bana kalırsa bu konu, bireyin hem kendisiyle hem de çevresiyle kurduğu kopuk ilişkiyi derinleştiriyor ve hatta hepimiz neden Nordik Noir türünü seviyoruz, onu da açıklıyor.
Kalabalık yalnızlık demişken, Zadie Smith’in NW Londra ve Jenny Erpenbeck’in Gidiyor Gitti Gitmiş kitapları bu temanın farklı yüzlerini ortaya koyan önemli eserler arasında. Smith’in romanında Londra’nın çok katmanlı ve kozmopolit yapısı içinde bireylerin hem birbirlerinden hem de kendi kimliklerinden uzaklaşması, şehrin sunduğu çeşitliliğin bir yandan nasıl birleştirici, bir yandan da ne kadar yabancılaştırıcı olabileceğini düşündürüyor. Londra’nın kalabalığına rağmen karakterlerin birer yabancı gibi hissetmesi, “kalabalık yalnızlık” kavramının çarpıcı bir yansıması. Jenny Erpenbeck ise bambaşka bir yaklaşımla bireysel hikâyeleri toplumsal bağlamlara yerleştiriyor ve yalnızlığın modern toplumda nasıl derinleştiğini gözler önüne seriyor. Onun anlatımında yalnızlık, sadece bireysel bir deneyim değil; toplumsal, tarihsel ve politik bağlamlarla iç içe geçmiş bir mesele. Erpenbeck’in metinleri, dayanışma eksikliğinin yalnızlığı nasıl şekillendirdiğini düşündürürken, bu eksikliğin yarattığı boşlukta bireylerin hayatta kalma çabalarını da tartışmaya açıyor. Ancak bana kalırsa, Zadie Smith ve Jenny Erpenbeck’i aynı terazide tartmak pek mümkün değil. Smith, geniş bir okur kitlesine hitap eden, modern toplumun çelişkilerini erişilebilir bir dille anlatmayı başaran popüler bir yazar. Erpenbeck ise, daha yoğun, daha katmanlı bir anlatımla toplumsal meselelerin derinlerine inen bir ses, çok iyi bir edebiyatçı.
Az evvel neden Nordik Noir örneği verdiğim konusunda da birkaç lafım olacak, bu aralar o konuya biraz kafa yoruyorum. Bu türün başarısı, bireysel yalnızlık ile kolektif hafıza arasındaki çatışmaya dayanıyor. Kuzey yapımlarının melankolik atmosferleri, sert kış manzaraları ve kasvetli toplumsal yapıları, bireysel kırılganlıkların toplumsal baskılarla nasıl birleştiğini anlatıyor ve ana tema hep aynı; yalnızlık hem bireysel hem de yapısal bir sorun. Nordik Noir, yalnızlığın kişisel bir travma olmanın ötesinde, toplumun bir aynası olduğunu gösterir ve hikâyelerin derininde yatan mesaj, yalnızlığın çözümünün kolektif kurtuluşta olduğudur.
Dijital dünyanın yalnızlık üzerindeki etkisini göz ardı etmek mümkün değil. Sherry Turkle’nin Alone Together: Why We Expect More from Technology and Less from Each Other adlı dilimize henüz çevrilmemiş olan kitabı, dijital teknolojilerin insan ilişkileri üzerindeki derin etkilerini tartışır. Kitap, özellikle teknolojinin, başta iletişim araçları olmak üzere, insanları birbirine daha bağlı hale getireceği vaadini nasıl yerine getiremediğini sorgular. Turkle, teknolojinin bizi fiziksel olarak bir araya getirebildiğini ancak bu bağların yüzeysel ve geçici olduğunu vurgular. Turkle’nin temel tezlerinden biri, dijital teknolojilerin bireyler arası derin bağların yerini, anlık, hızlı ve yüzeysel etkileşimlere bırakmasına neden olduğudur. Kitap, sosyal medyanın ve mesajlaşma uygulamalarının, samimi ilişkiler kurma kapasitemizi azalttığını savunur. Özellikle gençler arasında görülen, hep bağlı olma halinin, derinlemesine düşünmeyi ve yalnız başına kalmayı nasıl engellediği üzerinde de durur. Turkle’ye göre, bu durum yalnızca bireyler arasındaki bağları zayıflatmakla kalmaz, aynı zamanda kişinin kendisiyle kurduğu ilişkiyi de etkiler. Bir diğer önemli tez, teknolojinin insanların duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için makinelerle, örneğin sosyal robotlarla bağ kurmaya yöneldiği bir dönemi işaret etmesidir. Turkle, bu durumu “yarı zamanlı bağlanma” olarak adlandırır ve bunun gerçek insan ilişkilerinin yerini alabileceği yanılgısını eleştirir. Kitap, teknolojinin bizi bir araya getirmek yerine, insan ilişkilerinden kaçınmanın bir aracı haline geldiğini tartışır.
Bu kitabı okurken aklıma gelenlerden biri de Durkheim’ın anomi kavramı. Durkheim bu kavramla, modern toplumların bireyleri topluluk bağlarından uzaklaştırarak nasıl yönsüz ve yalnız bir hale getirdiğini anlatır. Geleneksel normların ve değerlerin çözülmesiyle birlikte, insanlar artık yalnızca toplumdan değil, kendilerinden de uzaklaşıyor. Toplumun içinde, kalabalıkların tam ortasında, hem herkesle olmak, hem hiç kimseyle olamamak. Durkheim’ın tarif ettiği bu anomi hali, hâlâ bireysel ve toplumsal yalnızlığımızı anlamak için güçlü bir rehber.
Aradan geçen uzun yıllar ve sayısız toplumsal dönüşümün ardından, metodu katletmek pahasına bu kez Robert Levine’le kalabalığın yalnızlık üzerindeki etkisine odaklanıyorum. Levine’ın çalışmaları, yoğun nüfuslu şehirlerin insanları fiziksel olarak bir araya getirirken, aynı insanları nasıl duygusal olarak birbirinden kopardığını ortaya çıkarıyor. Mesela, bir metro istasyonunda, yüzlerce insanın arasında sıkışmışken hissettiğimiz o garip boşluk duygusu. Herkesin var olduğu ama kimsenin kendisi olarak orada olmadığı o anlar. Bu, yalnızlığın en sivriltilmiş hali. Durkheim’ın toplumsal düzenin çözülmesiyle ilgili düşündürdükleri ve Levine’ın şehir hayatının karmaşasında buldukları arasında, bir yandan kopukluk bir yandan da tanıdık bir süreklilik var. Onların sözleri arasında dolaşırken, zamanın bu iki farklı noktasında bile yalnızlık hissinin değişmediğini görmek hem düşündürücü hem de ürkütücü geliyor bana. Asıl korkutucu olan ise bu yalnızlık hissinin artık içselleşmiş bir düzen gibi görünmesi.
Belki de Antik Yunan’a, insanın kolektif bir varlık olarak tanımlandığı o köklü düşüncelere dönmeliyiz. Aristoteles, insanı zoon politikon, yani sosyal bir hayvan olarak tanımlarken, onun bireysel varoluşunun ancak bir topluluk içinde anlam kazandığını savunuyordu. Ancak bu sadece fiziksel bir topluluk değildi; duyguların, değerlerin, hikâyelerin paylaşıldığı bir bütünlük anlamına gelen bir yapıydı. Antik mitolojide de yalnızlığa bir çare arama arzusu vardı. Prometheus’un insanlığa ateşi getirmesi, sadece onları karanlıktan kurtarmak değil, aynı zamanda onları birbirlerine bağlayacak bir ışık yaratmaktı da. Aynı en sevdiğim çocuk kitabı Fredrick’te olduğu gibi. Kolektifin gücü, o ateşin aydınlattığı bir masanın etrafında oturabilme hayaliydi.
Diyeceğim o ki, belki de çözümlerden biri Prometheus’un ateşinde gizlidir, ortak bir duyguyu, bir fikri ya da bir hikâyeyi paylaşabilmek tahminimizden çok imkânı barındırır. İnsan olmanın özü, yalnız başımıza değil, birbirimize dokunduğumuz, bir arada hissettiğimiz anlarda saklıdır. Ve belki de kurtuluş, o bağları yeniden örmek için çabalamaktan geçer.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |
Kızıma anlatacaklarım var, ama sanırım önce kendi cevabımı bulmam gerekiyor
2025, hepimiz için yeni filizlerin, derinleşen köklerin ve içimize dolan ışığın yılı olsun
Aile fotoğrafları, ideal aile miti ile aile hayatının yaşanmış gerçekliği arasındaki çelişkinin tam ortasına yerleşir
© Tüm hakları saklıdır.