Gelen geçen arabaların ve kamyonların sesinden ayaklarının altındaki apartmanın titrediğini hissediyordu. Arkadan iki yaşındaki kızının mızıltılarını duymasına rağmen her şeyden soyutlayıp kendisini kafasının içinde yaratmak istediği sessizliğin içine atlamaktı en çok istediği. Gözlerini kapadı. Bu kez duyduğu, ufaklığın mızıltıları arasından gelen ortanca kızının sesiydi 'Anne, anne, Halima, boya kalemlerimi geri vermiyor...' . Sessizliği devam etti. Hiç uyumayan, makinaların sürekli bir şekilde homurdadığı bu şehri bir anlığına dondurup sessizleştirdiğini hayal etti. Derin bir nefes aldı. Ahh o ne muhteşem sessiz bir cennetti. Birden arkadan bir kapı çarpılmasıyla birlikte yeniden nerede olduğu anladı. Bu kez henüz ergenliğe ulaşan büyük kızının öfkeli ayak sesleriyle birlikte yarışan çığlığıydı duyduğu 'Offf' diye bağırdı kız 'bu fare ininde sessizce ders çalışacağım bir köşe bile yoook'.
Başından aşağıya kaynar sular boşalmış gibi hissetti, yerinde zangır zangır titredi, bir hışımla kızın yanına gitti ve çocukların şaşkın bakışları altında genç kızın yüzüne bir şamar indirdi. Şamar kızın yüzünde değil sanki kendi yüzünde patlamıştı. Çocukları şaşkınlıktan dona kalmışlardı. Büyük kızı annesine öfkelense mi yoksa onun için kaygılansa mı bir an karar veremedi ama annesinin önünde yığılıp kalıp sonra da göz yaşlarına boğulduğunu görünce yanağının acısını unutup, yere dizlerinin üstüne düşmüş olan kadına sarıldı. Kardeşlerinin üstünde ablalarının annesine gösterdiği acımanın etkisi büyüktü. Gözlerinde sessizce akan yaşlarla, yerde birbirlerine sarılmış anne kızı incitmekten korkarcasına, ayak parmaklarının üzerine basarak sessizce gelip yerde birbirine sarılmış olan iki figürü, bir tehlikeden korumak ister gibi kollarıyla çepeçevre sardılar.
Öylece, sıkıca sarılmış bir vaziyette ne kadar kaldılar Farah, bilemiyordu ama çocuklarının akşam yemeğini henüz yemediğini anımsar anımsamaz, sarmaş dolaş oldukları yumaktan yavaşça doğruldu. Çocuklarına anlatacağı çok şey vardı, onun yerine yemeklerini hazırlamak için odanın diğer köşesindeki mutfak tezgahına yollandı. Çocuklar annelerinin yatıştığını görünce, yeniden sessizce kendi rutinlerine döndüler.
Farah, mutfakta çocukları için körili patates samosaları yaparken hayatının son beş yılının tamamen bir yanlış düşüncenin arkasında koşturulmuş bir boşluk olup olmadığını düşündü. Beş altı yıl önce, İngiltere'nin kuzey bölgesinde, genelde Pakistanlıların mesken tuttuğu, küçük bir kasabanın belediye binasında sekreter olarak çalışıyordu. Kocası kendisi gibi Pakistan asıllıydı ve şoförlük yapıyordu. Zengin değillerdi ama kendilerine yetecek kadar kazanıyorlardı yani hayat düzenli ama bir o kadar da monotondu. Öneri ilk önce kocasından geldi. Global bir dünyada yaşıyorlardı ama hayatın yavaş aktığı bu küçücük kasabaya sıkışmışlardı. Özellikle Farah, global dünyada kıymetli olan bir pasaporta, İngiliz pasaportuna ve kendi anadili Urdu, Pakistan dilinin yanında İngilizceye de sahipti. Diğer ülkelerde iş yapan o kadar çok İngiliz şirketi vardı ki onlardan birinde iş bulabilirlerdi. Kocasının tüm bunları onun kafasına sokarken, aslında bundan sonraki sorumluluğun sadece kendisinin üstüne yıkılacağını, henüz Farah bilmiyordu. Bir süre sonra, kağıt üstünde vakıf olarak ta geçen bir holdingde iş buldu Farah. Bir çok ülkede faaliyet gösteren bu holding, kağıt üstünde aileye değer veren ve farklı kültürlerden olan bireyleri bünyesinde barındırmakla gurur duyan bir şirketti. Aynı zamanda çalışanlarına dünyanın farklı ülkelerinde çalışıp, o ülkelerin kültürlerini tanıma imkanı veriyor, karşılığında da iyi bir maaş öneriyordu. Dünyanın bir çok ülkesinde eğitim ve danışmanlık hizmeti veriyordu. Bulunmayacak bir fırsat diye düşünmüşlerdi ikisi de. Çocuklar İngilizce ve Urdu dilinin yanında Çince de öğrenecekler, bu ülkenin kültürüyle de kaynaşacaklardı.
Ülkeye gelir gelmez, kağıt üstünde gösterdikleri kazancın, gerçek rakamların çok uzağında olduğunu öğrendi Farah. O maaşı kazanabilmek için haftanın yedi günü, Çin'in diğer şehirlerine seyahat edip, oralarda çalışıp, zamanının çoğunu hızlı trenlerde yolculuk ederken telef etmesi gerekiyordu. Başta bir süreliğine buna katlanabilirler diye düşündüler ikisi de. Kocası iş bulamadığı için çocuklara bakacaktı, iş bulduğunda ise Farah hem çalışma zamanını çocuklara göre ayarlar, hem de bir bakıcı da bulabilirlerdi. Gerçek onların düşündükleri gibi gelişmedi. Ülkeye gelmeden uluslararası bir şirkette iş bulamadığı için, kocası Kısmet'in Şangay'da iş bulması imkansız hale gelmişti. Çinlilerin yabancı iş istihdamından anladıkları sadece ve sadece beyaz tenli, renkli gözlü yabancıların işe alımıydı. Çin'de iş yapan kağıt üstünde çok kültürlü olduklarının üstüne basarak belirten batılı holdingler, operasyonlara geldiklerinde ise tamamen o ülkelerin kıstaslarını kullanıyorlardı. Bunların içine ise ırkçılık, ayrımcılık, hiçbir tazminat ödemeden toplu işten çıkartma gibi bilumum şeyler giriyordu. Arkadaşlarından biri geçen yıl şirketin, ana dili İngilizce olmayan yabancıların çoğunu, Çin'in vizelerini yenilemediği gerekçesiyle işten çıkarttığını söylemişti. Arkadaşı bunu öyle bir tavırla söylemişti ki diğerleri işten çıkarılırken onun niye işe alındığını şaşırdığını Farah anlamıştı. İçinden bir öfke de yükselmişti. Sadece rengi kendisiyle aynı değil diye onun ana dili İngilizce olduğunu kestirememişti. 'Ama ben doğma büyüme İngiltereliyim, Bradford'tan!' diye cevabını vermişti, Farah. Diğeri, özür niyetine, 'Biliyorsun, işte, ne demek istediğimi...' demişti. 'Evet, çok iyi biliyorum...' demişti. İçinden geçen ise, faşizmin ve ırkçılığın devletleşmeden önce bireylerin kafalarında şekillendiğiydi.
Bir süre sonra, Çin'de iş bulamamaktan ve evde çocuklara bakmaktan sıkılan kocası Kısmet, eşyalarını topladığı gibi İngiltere'ye geri döndü. Farah, iki çocuğuyla global bir dünyada kala kaldığı yetmezmiş gibi, kocası gittikten hemen sonra üçüncü çocuğuna hamile kaldığını da anlamıştı. Olsun diye düşündü, cesurdu. Çocuklarına bakacak parayı kazandığı sürece tüm zorluklarla baş edebilirdi, etmesine ama bu işte sabit bir geliri olamayacağını ülkeye gelir gelmez anlamıştı. Dahası dünyanın bir diğer ucundan diğer bir ucuna freelance* serbest çalışan olarak uçmuştu ve bundan zerre kadar haberi yoktu, buraya gelmeden önce. Sözde diğer ülkelerde eğitim çalışmaları yapan, ve sırtını bir taraftan İngiliz devletine dayamış bu şirket, global dünyadan derlediği kalifiye çalışanlarının sigorta paralarını bile ödemiyordu, yani herkes hiçbir sigorta güvencesi olmadan 'sıfır sözleşme saatlerine' göre çalışıyordu. Pratik bir kişiliğe sahipti, Farah. Bazıları gibi ah vah edip hiçbir şeyi değiştiremeyeceğine, değişen şartları kabul edip ona göre kendini uyarlamakta yarar vardı. Hemen çocuklarına bir bakıcı buldu, ve bundan sonraki zamanını neredeyse yılın her gününü, çocuklarından uzakta ama onlar için çalışarak geçirdi. Kocasının onu bilinmez bir yerde yapayalnız bırakıvermesi, sanki ona daha çok güç vermişti. Doğru diye düşündü, çocuklarıyla birlikte zaman geçiremiyordu ama onlara yetecek parayı kazanıyor, hatta birazını da biriktirebiliyordu. Ayrıca kocası Kısmet'in ondan uzakta olması daha iyiydi. Böylece çocukların sorumluluğunu tek başına alıyordu ama aynı zamanda İngiltere'de kendisini sık boğaz eden Pakistanlı ailesinin yakınlığını da çekmek zorunda değildi. Hayatın tüm zorluklarına tek başına göğüs gerecekti. İlk defa hayat ne kadar zor olsa bile Pakistanlı bir kadın olarak kendini bağımsız hissediyordu. Hissettiği bağımsızlık ve rahatlama, dünyanın bir başka ucunda hiçbir güvencesi olmadan çalışmaya değer gibi gelmişti Farah'ya Çin'e geldiği ilk yıllarda. Pakistan ve İngiltere dışında hiçbir yerde yaşamış değildi daha önce.
Hamileliğinin son günlerinde, şirketin çalışanları için yaptığı sağlık sigortasının, doğum masraflarını karşılamadığını öğrendi. 'Olsun' dedi, içinden. Ruh halini bozmaya gerek yoktu, yılın her günü çalıştığından dolayı birikmiş parası vardı. Kocasının vize alamadığından dolayı doğumuna gelemeyeceğini öğrenince biraz morali bozuldu. Doğumdan birkaç hafta sonra yeniden yoğun bir şekilde çalışmaya geri döndü. İş yeri, doğum izni bile vermemişti. İşe gitmediği her gün para kaybedecekti. İngiltere'deki annesi ve babası, iş yerinin doğum izni bile vermediğini öğrenince şaşa kaldılar. İkisi de yirmi yıl önce emekli olmuşlardı. Bugünün çalışma koşullarını onlara anlatmak deveyi hendek atlatmaktan zordu. Hiçbir finansal ve manevi güvence vermeden bir şirketin insanları kendi ülkelerinden alıp, binlerce kilometre uzaklıktaki, yaşam biçimi, kültürü, politikası tamamen farklı yerlerde çalıştırmak için götürdüklerine inanamıyorlardı. 'Yaşam dramatik bir biçimde değişti, artık başımızı sokacak bir evimiz bile olmadan ölene kadar çalışmak zorundayız' demişti, annesine telefonda.
Farah'nın her şeye rağmen kaybetmek istemediği pozitif ruh hali, onu bir gün terk ediverdi. Çin'de başlayıp, sonra da dünyanın geri kalanını kasıp kavuran, yüz binlerce insanın ölümüne neden olan, ve dünya ülkelerinin ekonomilerini alt üst eden kovid bulaşıcı hastalığı, Çin'de kontrol altına alınmış, çocuklar yavaş yavaş okullarına dönmüşlerdi. Kocası Kısmet, iki yıl sonra onlara yeniden kavuşabilmek için, İngiltere'den yola çıkmış ama yolda Kovid'e yakalanarak Pakistan'a gitmek durumunda kalmıştı, ve oradaki salgından dolayı da ne zaman ülkeden çıkacağı belirsizleşmişti. Çalıştığı şirket kovid süreci boyunca, çalışanlarına sadece asgari ücret verdiğinden, Farah çocuklarıyla birlikte daha ucuz olan, bu küçücük köhne apartmana taşınmak zorunda kalmıştı.
Farah'nın çalıştığı şirket, İngiltere hükümetinden kovid sürecinde en az üç kez finansal yardım almasına rağmen, iş işleyişinde dijitalleşmeye gidildiği gerekçesiyle yüzlerce çalışanını işten çıkarmaya başladı. Dijitalleşmeyle birlikte, ülkeye getirdiği yüzlerce kalifiye çalışana ihtiyacı yoktu artık şirketin. Dünyanın başka bir yerinde, hiç evinden çıkmadan başka birine, yok pahasına aynı işi yaptırabilir, hem de internet, elektrik, bilgisayar gibi masraflarını da o yok pahasına çalışan kişiye ödettirebilirdi. Şirket işten çıkarttıklarına, çalıştıkları sürece asgari ücretin beş altı katı para kazanıp, şirkete de milyonlarca Yuan kazandırmış olmalarına karşın, Çin'in asgari ücreti kadar tazminat veriyor ve ülkelerine uçuş parasını bile karşılamıyordu.
Birden kendini yersiz ve yurtsuz hissetti Farah. Çok kültürlü, global bir dünya düzeni diye yıllardır reklamı yapılan bir sistemin tuzağına apansız yakalanan milyonlarca genç erkeklerden ve kadınlardan birisi oluvermişti. Kendisi iki kültürün ve iki farklı dilin içine doğmuş ve sonunda da sermayenin iş gücünü karşılayan 'sıfır sözleşme saatlerine' göre çalışan global bir işçi olmuştu. İçi boş bir umut olan ve sadece sermayeyi elinde tutan küçük bir azınlığın zenginliğine zenginlik katan bir yalana kanan milyonlarcasının içindeydi şimdi. Ahh nereye kaybolmuştu işçilerin haklarını savunan işçi sendikaları? Nereye kaybolmuştu çalışanların hakları için holdinglerin karşısında çatır çatır savaş veren sendika temsilcileri. Onlar da mı sermayenin kuyruklu yalanına kanmışlardı? O yüzden mi dünyanın her yerinde devinimsiz mumyalara dönüşmüşlerdi?
Küçücük mutfağında körili patates samosalarını kızartırken, düşünceleri, içinde hissettiği hüsrandan, çocuklarının nasıl bir dünyaya büyüyeceklerine kaydı genç kadının. Ruhunu, göz yaşlarına dönüştüremeyeceği bir çaresizlik sardı. Dünyanın her yerinde aynı çaresizliği hisseden kadın ve erkeklerin birbirlerinden yalıtılmış sessiz çığlıklarını tam yüreğinin içinde hissetti Farah. Sadece bir grup körleşmiş aç gözlünün dünyayı 'karanlığın yüreğine' dönüştürmesine itiraz edilmeliydi. İtiraz etmek ise hemen şimdi bulunduğu yerden, kendisinden ve çocuklarını bilgilendirmekten başlıyordu. Elinde taze samosalarla çocukların yanına geldiğinde, sesinde yepyeni bir heyecanla 'size anlatacaklarım' var dedi.