31 Temmuz 2022

Freya'nın hikâyesi

Yogayı öğrenmek için Hindistan'ın güneyinde Tamil Nadu bölgesinde bir ay kalmıştı birkaç yıl önce. Tapınaklar şehri olarak bilinen Madurai şehrinin dış eteklerine kurulmuş, kalabalık bir maymun ailesinin de ikamet ettiği bir Hindu Tapınağı'nda öğrenmişti yoga'nın inceliklerini

"Selam, Adım Freya, Ann'in tavsiyesiyle geldim" sözcüklerini duydu, bahçe kapısından. Başını çevirdiğinde, bahçe kapısının diğer tarafından, sırtında çantasıyla, selvi boylu, altmışlı yaşlarında bir kadının gülen yüzüyle karşılaştı. Öğleden sonraki sıcaklığı biraz olsun serinletsin diye terası yıkamaya başlamıştı. Dünyanın bir diğer ucu diye tanımladığı Borneo adasının, tabiatın vahşi güzellikleriyle sarmalanmış bir kırsal kasabasında yoga hafta sonlarından birini daha düzenlemişti. Yabancı oldukları bir yerde birbirini tanımayan insanları bir araya getirecek bir etkinlik olduğunu düşünmüştü yoganın. Hem de yeni öğrendiği bilgileri diğerleriyle paylaşma fırsatını da elde etmişti böylece.

Yogayı öğrenmek için Hindistan'ın güneyinde Tamil Nadu bölgesinde bir ay kalmıştı birkaç yıl önce. Tapınaklar şehri olarak bilinen Madurai şehrinin dış eteklerine kurulmuş, kalabalık bir maymun ailesinin de ikamet ettiği bir Hindu Tapınağı'nda öğrenmişti yoga'nın inceliklerini. Tapınakta her sabah beş buçukta kalkıp ya meditasyon ya da sessiz yürüyüşle başlıyorlardı güne. Orada öğrendiği hatha yoga disiplinini şimdi içinde yaşadığı çevreye uydurmuştu. Meditasyon yerine altı buçukta sabah yürüyüşünü eklemişti programına. Cuma günü başlayan etkinliğin ilk gelenlerindendi Fiona. Beş saatlik bir yoldan gelmişti. "Hiç yoga yapmadım, bu benim için ilk olacak" dedi gülerek. "Yoganın yaşı yok. En güzel tarafı da bu, her an, her yaşta yoga yapmaya başlayabiliriz.." diye cevap verdi, yoga öğretenlere özgü standart bir cümleyle.

Bir saat sonra diğer gelenlerle birlikte yoga seansının ilk bir buçuk saatlik bölümünü gerçekleştirdiler. Freya'nın yanı sıra Tawau'dan Kerrilee, herkese Kerrilee'nin sevgilisi olabileceğini düşündürten Sandra, ve uzun boyu ve kulak arkası kestirilmiş saçlarıyla koloni yıllarından kalmış bir gezgin kadını andıran Kathryn, Kudat'tan deli dolu tavırlarıyla Portekizli Karolina ve onun Kadazan ve Çin melezi arkadaşı Fien bu haftaki yoga misafirleriydi.

Ertesi sabah hafta sonu programına koyduğu saat altı buçuktaki yürüyüşe Freya'dan başkası kalkmamıştı. Hindistan'da yoga eğitimini aldığı aşramda sabahın en erken saatinde bahçede bir daire oluşturup, diğerlerinin gelmelerini yarı kapalı gözlerle beklerlerdi. Herkesin bu yürüyüşe katılmasına büyük bir önem verirlerdi orada. Bugün ise diğerlerinin kalkmayacaklarını sezdiklerinden ikisi birlikte, birkaç saat sonra tenlerini kavurucu bir sıcağa dönüşecek olan sabah güneşinin hafif serinliği altında yola koyuldular. İki yanında selden korunmak için iki katlı evlerin dizilendiği, hindistan cevizi ağaçlarının çevrelendirdiği dar toprak yoldan yürüdüler. "Ranau'da evler beton. Bence buradaki evler doğaya daha bir güzellik katıyor" dedi Freya. Ranau Sabah'ın heybetli kutsal dağı Kınabalu dağının yamaçlarına kurulmuş bir kasabaydı ve Kota Marudu kasabasından daha serindi. Köylüler, Sabah'ın bu bölgesi daha fazla yağmur alıp, yılda bir kaç kez sele kapıldığından, zararlarını en aza indirmek için ve sel onlara zarar vermeden akıp gitsin diye iki katlı olan ve ahşap direklerin üstlerine oturtulmuş, bu evlerde oturuyorlardı. Aynı zamanda yüzlerce yılın geleneksel evleriydi bu ahşap evler.

Eskiden Sabah'ın yerli halkı, misyonerler ve sömürgeciler yeni dinleri getirmeden önce, yeni evlenip çoluğa çocuğa karışanların çoğalmasıyla sürekli bir şekilde ahşap odalar eklenen ve kendilerine katılan her aileyle uzayıp giden "uzun ahşap evler"de yaşarlarmış. Yabancı tehlikelerden korunmak için. Sömürgeciler, adadaki gleneksel "kafatası avcılığını" önlemek için birkaç köyde bu uzun evlere silahlarıyla dalıp tüm köy halkını silip süpürmüşler. Bu uzun evlerin eli silahlılar için kolay av olduğunu, başlarına gelen bu trajik olaylardan öğrenmiş olmalıydı Sabah ahalisi.

Sabah'ın bu bölgesinde halen uzun tahta evlere rastlamak mümkün. Geçenlerde tanıştığı Dusun aşiretinden bir genç kız ailesinin halen bu evlerden birinde yaşadığını ama gençlerin artık bu evleri ilkel bulduklarını, şimdilerde kendilerine ait küçükte olsa iki katlı minik evler yaptıklarını anlatmıştı ona. Gelen sel üst kata uğramadan gelip gitsin diye yerden en az bir buçuk metre yükseklikte yapılan odun direklerin üstlerine oturtulmuş evlerdi bunlar...

Önünden geçtikleri tahta evin camsız penceresinden bir kız çocuğu başını merakla sabahın o saatinde köyde yürüyen iki yabancıya doğru uzattı "Hello" diye seslendi küçük kız. "Hello" diye karşılık verdiler. Freya hemen fotoğraf makinasını çalıştırıp küçük kızın gülümseyen yüzünü resimledi. "Peki sen, sıkılmıyor musun burada? Günlerini nasıl geçiriyorsun?" diye sordu birdenbire. Sıkılmamayı öğrenmişti son bir kaç yıldır. "Yoga dersleri veriyorum, bazen bir şeyler yazmaya çalışıyorum" diye yanıt verdi. Yazma konusunda kesin ifadeler kullanmaktan kaçınırdı. "Aaa öylemi?" dedi Freya "Ben de bir kitap üstüne çalışıyorum. Benim değil aslında. Babamın yenilerde keşfettiğim mektupları.Yüzlerce mektubu derleyip toparlamaya çalışıyorum. Borneo'da bu işi kabul etmemin sebebi bu mektuplar aslında. Yoksa çocuklarımı, köpeğimi ve kocamı bırakıp gelmezdim. Çocuklar diyorum da hepsi yetişkinler şimdi, en küçükleri İrlanda'da üniversitede okuyor. Kocama gelince, utanarak söylüyorum ama onu bırakmaktan çok köpeğimi arkada bırakmak üzdü beni..." Bunları çabucacık söyleyivermişti. 

Freya'nın sesi uzaktan yavaşça çınlayan ahenkli bir müzik gibi geldi kulaklarına. Elini kaldırıp, biraz ötede karşılarındaki muz ağacının tepesinde sessizce bekleyen Sabah'a özgü devasa Guguk Kuşu'nu gösterdi. Eskiden yerliler, kırık çıkık kazalarına maruz kaldıklarında, bu Guguk kuşunun yavrusunu bulup, bacağını kırdıktan sonra yuvasına bırakırlarmış ve anne Guguk kuşunun yavruyu nasıl iyileştirdiğini gözlemlermiş her gün. Guguk kuşu yavrusunu hangi bitki ile iyileştiriyorsa onlarda o bitkiyi arayıp bulurlarmış. Sanki tüm bunları Freya'ya söylemiş gibi ekledi;"Yerlilerin hâlâ Guguk kuşunun yavrusunun bacağını kırıp, annesinin onu nasıl iyileştirdiğini gözlemlediklerini inanabiliyor musun?' Freya şaşkınlık içinde ona baktı. Konu dışında bir şey söylediğinden mi yoksa gerçekten duyduklarının şokundan mı bilemedi. Altmışlı yaşların derinleşen çizgilerinin pekiştirdiği güzel yüzü, sanki onun bacağını kırmışlar gibi acıyla kırıştı. "Ah bilmiyordum. Buranın insanlarının mantığını anlamak zor kuzum. Bir yerlerde okumuştum, eskiden öldürdükleri insanların kafalarını eve getirirken, çocuklarını da kaçırıp evlat edinirlermiş. Çocukların tavanda asılı kafataslarına bakıp bakıp ağlamalarını anlayamazlarmış. Zavallı çocuklar! Onların, her gün tavandan asılı bir bambu değneğine bağlanmış çürüyen kafataslarını seyrettiklerini düşünemiyorum." Gözleri yaşlarla doldu Freya'nın. "Öte yandan şimdi, bu insanların cana yakınlığını, yardımseverliğini gördükçe, eskiden kafatası avcılığı yaptıklarına inanmakta zor be kuzum." Britanyalılara özgü olmayan "Kuzum'u kullandığından olsa gerek hemen ısınmıştı Freya'ya.

"Yaa" diye devam etti Freya "Bu mektupları bulmak hayatımı alt üst etti diyebilirim. Yıllarca başlarına gelen en önemli ve dramatik şeyi biz çocuklardan ölene kadar sakla, akıl alacak gibi bir şey değil" diye kendi kendine mırıldanıp, başını iki yana salladı.

Freya'nın annesi de babası da doktormuş. Okulda tanışıp, sevgili olmuşlar, okul bitince de evlenmeyi planlamışlardı. Ama bu planlar, İkinci Dünya Savaşında Japonya'nın, Britanya'nın o yıllarda sömürgesi durumunda olan Malezya üçgenini işgal etmesiyle yarım kalmıştı.

Britanya Singapur'daki askeri hastaneye doktor istihdam ediyormuş. Freya'nın babası Dr. Smiley o yıllarda ülkesi için görevini yapma sorumluluğundan mı, yoksa zorunlu tutulduğundan mı olsa gerek, nişanlısını geride bırakıp askeri bir gemiyle Singapur'a gelmiş. Dr.Smiley Singapur'a gelir gelmez ya iklimin alışık olmayanlara amok deliliği verecek kadar sıcak ve nemli olmasından ya da evlenmek üzere olduğu sevgilisini belki de bir hiç uğruna arkada bıraktığını anlamanın depresyonundan olsa gerek, sevgilisine her gün düzinelerce mektup yazmaya başlamıştı.

Freya annesi öldükten sonra bu mektupları küçük bir sandığın içinde bulmuş. Mektupların çoğu, özlem ve aşk dolu mektuplarmış. Fakat binlerce mektubun içinde gümüş sigara tabakasına sarılı mektubu bulunca olayın seyri değişmiş. Tabaka darbelerden yamulmuş,mektubun üstünde ise Japon damgası varmış ve mektubun dili şimdiye kadar okuduklarından farklıymış. Aşk ve özlemle başlıyor arkasından Freya'nın ve kardeşlerinin hiç birinin o güne kadar bilmediği bir trajediden bahsediyormuş. Bunu öğrenmek için elli yıl beklemeleri gerekmişti artık orta yaşlarını da geçmiş olan çocukların. Mektubu okur okumaz fırlatıp atmış elinden Freya. Sigara tabakası kayıp odanın diğer tarafındaki dolabın altına girmiş. "Yarım saat yerimden kalkamadım biliyor musun' dedi yaşlı gözlerle Freya. Ses vermektense başını salladı. Hikayenin arkasını merak etmişti. Eve on dakikalık yolları kalmıştı ama Freya'nın anlatacaklarını merak ettiğinden yolu uzatmaya karar verdi. Daracık bir patikaya girdiler. Etraflarında kahverengi munia kuşları cıvıldaşıyordu.

Freya devam etti, "O sigara tabakası olmasaydı her şey çok farklı olacaktı biliyor musun? Biz çocuklar var oluşumuzu bir sigara tabakasına borçluyuz düşünebiliyor musun?" Freya'nın annesi Jane, nişanlısı gemiye binmeden önce ona bir gümüş sigara tabakası armağan etmiş. Bu tabaka, Dr. Smiley'in yanından hatta göğüs cebinden hiç ayırmadığı bir aksesuar olmuştu. Japonlar, Malezya ve Singapuru işgal ettiklerinde Dr. Smiley'in çalıştığı hastane yaralı asker ve sivillerle dolmuş. 

Bu günlerden birinde Japon askerler hastaneye fırtına gibi dalmış, o sırada Dr. Smiley ameliyat odasında bir operasyon gerçekleştiriyormuş. Hastanede kim varsa hasta doktor hemşire bahçeye çıkarmışlar. Hastane sakinleri henüz başlarına geleni tam kavrayamadan askerler grup halinde üstlerine gelip önlerine geleni süngülemeye başlamışlar. Dr. Smiley bir süre sonra gözlerini açtığında, kendini bir et yığınının içinde bulmuş. Ellerine değen ıslaklık kendi kanı ve üstüne düşen bir vücuttan akanlarmış. Eline göğsüne götürdüğünde ise göğsüne doğru çökmüş sigara tabakasını hissetmiş. Sevgilisinin hediye ettiği sigara tabakası ilk süngü darbesini almış, arkasından üç dört kere daha süngülenmiş. Aradan saatler geçtikten sonra Japon askerler yeniden dönüp, ölüleri yaralılardan ayırmışlar. Bu kez her nedense geride kalanları öldürmekten vazgeçmişler ve onları o yaralı halleriyle yakındaki esir kampına yürümeye zorlamışlar. Yolda düşenleri süngüleyip öldürmüşler, hayatta kalanlar ise savaş esirleri kampına götürülmüşler ve Avustralya ordusundan askerler gelip onları bir deri bir kemik halde bulana kadar ömürlerinin iki yılını bu kampta geçirmişler. "Kamptan çıktığında kırk kiloymuş biliyor musun?" diye devam etti Freya, gözlerinde yaşlarla. "Britanya'ya geldiklerinde babam dua etmiş, annemin onu elinde Britanya bayraklarıyla karşılamaması için! O kadar nefret etmiş savaş politikalarından ve onlara olanlardan!" Göz yaşlarını elinin tersiyle sildi. "Tüm bunları hiç birimize anlatmadılar, babamın anneme yazdığı mektupların söyledikleri şeyler bunlar. İşte bu yüzden buradayım. Hem bu mektupları derleyip, savaşla gölgelenen aşk hikayelerini ortaya çıkarmak hem de bu mektuplardan sonra hiç tanımamış olduğumu düşündüğüm babamın ayak izlerini sürmek için!"

Ellerini havaya kaldırdı "Merak işte" dedi gülerek. "Kediyi merak öldürürmüş derler ya... Bende sandıktan çıkan mektupların daha derinini araştırmak için Borneo'nun uzaaak, derinliklerindeyimmm. Ne bulacaksam artık..." Sesini kalınlaştırıp ellerini derin ormanlık bir alanda yol açıyormuş gibi önünde bir sağa bir sola savurdu. "İyi ki de gelmişim, gelmeseydim, seni ve diğerlerini tanıyamayacak ve yogayı kaçıracaktım." Birden uzun boyunu bir söğüt dalı gibi eğip başını ona doğru yaklaştırdı. "Kuzum ne tuhaf insanları çekiyor buraları ya! Olacak iş değil! Senin yoga organizasyonuna gelenler bak. Hepsi bir tuhaf. Kendi ülkelerinde tutunamayanların hepsi birlik olmuşlar NGO işlerinde çalışmaya çıkmışlar kuzum!"

"Peki ya biz?" diye sordu alacağı cevabı pekala bilerek. "Aklımızdan zorumuz olmasa burada olmayız be kuzum" dedi Freya gülerek.

Bu sabahın uzun yürüyüşünde, köyü çevrelen iki nehir ve etrafındaki sazlıklardan fışkıran doğal yaşam gözlere bayram ettiren bir şenlikti. Kulaklarında Freya'nın hikâyesi, bir sazlıktan diğer sazlığa konarak kendileriyle dalga geçen kahverengi minicik munia kuşları, bülbüller, saksağan robin, kahverengi guguk kuşu onlara selam veren kuşlardandı, ya da onların farkına varabildiklerinden birkaç tanesi.

Yazarın Diğer Yazıları

Terk edilmenin ölümcül ağırlığı

Ne yazık ki başka bir dünya var mıydı, onu bile bilmiyordu. Bildiği sadece içinde bulundukları durumun biçareliğiydi. O yüzden olsa gerek, bir gün kafesin dışından kendilerini seyredenlerden bir çift elin uzanıp onu o kıvrıldığı çaresizlikten koparıp aldığında ve montun içindeki vücudun sıcaklığını hissettiğinde anlamıştı başka bir dünyanın varlığını

Farah'nın global bir dünyada çalışma hüsranı

Farah, trafiğin vızıl vızıl aktığı Şangay'ın en yoğun yollarından birinin yanı başında şimdiden köhneleşmeye yüz tutmuş, bir gökdelende, fare deliği diye tanımlanabilecek apartmanındaki tek pencerenin önünde durup bir an dışarıda akan trafiğe odakladı gözlerini...

Toprağa devinimli kadınlardı

O bilge kadınların öngöremediği, kilden yarattıkları hayatın son bulacağıydı. Haber vermeliydi. Bir şeyler yapılmalıydı. Tüm gücünü cılız bacaklarına vererek geriye bilge kadınların hayatlarına doğru durmaksızın ama onlara hiç ulaşamadan koşmaya başladı...