16 Nisan 2025
Memleketin ruhumuzda yarattığı bitmeyen travma ve hayal kırıklıklarından başka bir ülkeye göç ederek kurtulacağını sananlar burada mı? Çocuklarımız ve kendimiz için farklı bir gelecek ümit ederek, kaplumbağa gibi evimizi üstümüze giyip dünyanın öbür ucuna taşındığımız halde, Türkiye’de yaşanan deprem, yangın ve siyasi felaketler sonrasında Türkiye saati ile yatıp kalkanlar, Youtube’da polisiye dizi kıvamına gelen haber programlarını takip edenler, takip ederken şöyle sağlam söylenenler, gençler içerideyken özgür bir ülkede yaşamanın suçluluk duygusu ile kıvrananlar burada mı peki?
Tamam yoklamayı aldım. Bu köşenin, “40 yıl önce göçtüm, bir daha da arkama bakmadım. Sen de bakma” diyen okurları da var. Gençlikte göçen, işi gücü nedeniyle Türkiye’yi ziyaret etme fırsatı bulamayan, yıllar içinde ülkeden bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kopan ve “oralılaşarak” kendini güvende hissetmeyi tercih eden göçmenleri de çok iyi anlıyorum. Ancak kendi okur örneklemimde memleketin sorunlarını dert eden, çocuklarının dönebileceği bir Türkiye hayali kuran göçmen sayısı, memleketi dert etmeyenlerden daha çok. Ve bu kişiler, yani bizler, böyle zor zamanlarda her lokması boğazımıza takılan duygu aşuresini sindirmekte zorlanıyoruz; öfke, isyan, kaygı, hayal kırıklığı, üzüntü, acı, suçluluk duygusu, utanç…
Peki ne yapacağız? Bu hafta konuğum göç alanındaki lisansüstü eğitimini İsveç’te gerçekleştirerek Stockholm’a yerleşen, dünyanın her yerinden online olarak gerçekleştirdiği seanslarında psikodinamik terapi yaklaşımını, sanat terapisi ve bibliyoterapiyi kullanan, Notabene’den taze “Toprağın Havalanması Gerekiyordu” isimli öykü kitabı çıkan, göçmen psikolog Nur Akpınar. Akpınar’la otorite figürü olarak Türkiye’nin evlatlarına yaşattıklarını, mutsuzluğun ve özgürlüklerin kısıtlanmasının psikolojik sonuçlarını ve olayları uzaktan izlemek durumunda kalan göçmenlerin psikolojisini konuşuyoruz.
- İsveç’e göçme nedeninden başlayalım mı?
Tabi. Otoriter ama sevecen, güven veren ve entelektüelliği önemseyen bir baba figürüyle büyüdüm. Gezi süreciyle birlikte bu mesele evden sokağa, oradan da devlete taşındı. Üniversitenin son yıllarında devletin işlevini, halkı, gücü ve inancı sorgulamaya başladım. Türkiye’nin giderek otoriterleşmesi, bu sorgulamaları daha da yıpratıcı hâle getirdi. 2017’nin başında, OHAL döneminde psikanalize başladım. Hem bireysel hem toplumsal olarak nerede durduğumu anlamaya çalıştım. Aile içi krizlerle ülke genelindeki çalkantılar yer yer iç içe geçti. Kadın kimliğimle barışabilmek, bağımsız bir birey olarak kendi yolumu çizebilmek için gitmek zorundaydım. Otorite figürü artık baba değil, Türkiye olmuştu. Ve bu ilişki giderek patolojik bir hâl alıyordu. Kendimi bu ilişkiden sağlıklı bir biçimde çekip almanın başka bir yolu kalmamıştı. Nihayetinde 2020’de İsveç’e gittim, üç gün sonra tüm dünyada kapanma oldu. O da ayrı bir kaostu benim için. Gidip uzun süre dönememek de başka bir mesele çünkü.
- Ben de 2017’de göç ettim. 2017 yılında Türkiye’den göç eden kişi sayısının bir önceki yıla göre yüzde 42,5 artması tesadüf değil sanırım.
Değil ama benim İsveç’e göçmem bir kaçış değil, bir dönüşüm ihtiyacının sonucuydu. İlginçtir, zamanla İsveç’in yapısında babamın dönüşen hâlini buldum: Baskıcı değil ama hâlâ bazı beklentileri olan; kimliğine karışmayan ama sınırlarını net çizen… Bu benim için oldukça onarıcı oldu. Türkiye’yi ise hâlâ içimde taşıyorum, ama artık başka bir biçimde. Dışındaki katılığın altındaki kırılganlığı daha net görebiliyorum. İtiraf etmeliyim ki onu iyileştirme arzum azalmadı, belki daha da derinleşti. Ama psikanaliz bana şunu öğretti: İstemeyeni iyi edemezsin. Bu ister bir ebeveyn, ister bir eş, isterse bir ülke olsun. Yine de içindeki onarma ihtiyacını başka bir yere yönlendirebilirsin. Ben de bunu psikoterapiye, insanlarla kurduğum bağlara ve üretimlerime yönelttim.
- Göç psikolojisi üzerine odaklanma nedenin nedir?
Göç, kişinin hayatında yaşına, bağlamına ve koşullarına göre çok farklı biçimlerde kırılma yaratabiliyor. Gönüllü ya da zorunlu olarak ayrılıyor gibi görünse de, ben çoğu zaman gerçek anlamda “gönüllü” bir göçten söz edilemeyeceğine inanıyorum. Kalma koşulları ortadan kalktığında gitmeyi seçmek, aslında özgür bir seçim değil. Dediğin gibi, son yıllarda Türkiye’den ayrılan insan sayısı da bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Göç, sadece bir bireyin değil, bir neslin ruhsal haritasını değiştiriyor. Sadece göç edenleri değil; onları karşılayanları, çocuklarını, torunlarını ve hatta yer değiştirmese bile içsel olarak “sürgün” hissedenleri de kapsıyor. Bu alanı seçmemin en temel nedeni, hem kendimi hem benim gibi göç eden ya da içsel olarak yerinden edilmiş hisseden insanları daha iyi anlayabilmek.
- “Toprağın havalanması gerekiyordu” isimli göç hikayeleri kitabının ilk bölümünde karakter bir cinnet anıyla bahçeyi kazıyor, çiçekleri köklerinden kopartıyor. Diyorsun ki “Belki kökleri tekrar toprağı bulacak ama yaşadıkları bu zorbalığı unutmayacaklar.” Memleket sanki başka topraklarda tekrar çiçek açmaya izin vermiyor, ne dersin?
Bu cümleyle travmanın sadece bireyde değil, kuşaklar boyunca iz bırakan bir yara olduğunu anlatmak istemiştim. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi: “Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânı vermez.”Evden taşınmakla evle olan bağımız kopmuyorsa, ülkeyle olan bağımız da kolayca kopmuyor. Evde yangın çıksa, biri hastalansa, kavga olsa aklınız hep orada olur. Gidemeseniz bile yardım etmek istersiniz. Bu kimseye garip gelmez. Türkiye’den fiziksel olarak uzaklaşsak da duygusal olarak hâlâ oradayız. Sevdiklerimiz orada, ama daha da önemlisi “biz” oradayız. Köklerimiz o topraklarda. Dövülsek de sövülsek de kovulsak da, yurt orası. Yurt, bizimle birlikte taşınan bir duygulanım alanı. Zorbalıklar karşısında hâlâ üzülüyor olmamız, iyileşmemiş olmamız değil, insaniyetten kopmamış olmamızın bir işareti.
- Böyle zor zamanlarda Türkiyeli danışanlarında en çok ne gibi duygularla, şikayetlerle karşılaşıyorsun?
Bu tür dönemlerde en sık karşılaştığım duygular; kaybetme korkusu, yoğun kaygı ve suçluluk hissi oluyor. Belki de Mülksüzler’deki o çarpıcı sözle özetlemek gerek: “İçeri kapamak, dışarıda bırakmak, aynı şey.” Türkiye’de olmak ya da olmamak, kaygıyı ve yas duygusunu ortadan kaldırmıyor. Hatta yurtdışında olan danışanlarda buna bir de “hayatta kalmanın” suçluluğu ekleniyor: iyi bir yerde yaşıyor olmanın, güvende olmanın suçluluğu.
- Deprem, Kartalkaya’daki otel yangını ve son yaşananlar güçlü tetikliyiciler değil mi?
Çok. Böyle zamanlar seanslarda benzer temalarla daha sık karşılaşıyorum. Çünkü bu tür krizler sadece bugünü değil, geçmişten gelen “güvende olamama” temalarını da tetikliyor. Deprem ya da yangın gibi olaylar yalnızca fiziksel değil, simgesel olarak da yıkıcı. “Anne nesnesi” ya da “otorite figürü” olarak görülen devletin, tam da ihtiyacımız olduğu anda orada olmaması, ya da daha kötüsü, ihmal ya da yanlışlar yoluyla zarar vermesi, bireyde temel güven duygusunun ciddi biçimde sarsılmasına yol açıyor. Bu noktada Melanie Klein’ın “kötü nesne” kavramı devreye giriyor. İyileştirmesi, yatıştırması gereken figür tam aksine travmayı derinleştirince, birey bir tür nesne bölünmesine gidiyor. “Sevmek” ile “nefret etmek” aynı anda mümkün olmuyor ve ruhsal dünya çatışmaya giriyor.
- Belirsizlik de var...
Buradaki belirsizlik, yani “ne zaman, nerede, nasıl bir felaket olacak ve nasıl karşılanacak” sorularına yanıt verememek, Winnicott’un “holding” yani “tutulma” kavramını düşündürüyor. Bu kavram, bebeğin ihtiyaç duyduğu anda tutulamaması durumunda nasıl parçalanmış bir benlik yaşantısına maruz kalabileceğini anlatır. Benzer biçimde, yetişkin bireyler de toplumsal travmalarda tutulamadıklarında, parçalanma ya da dağılma tehdidi hissediyorlar. Kaygı işte tam da buradan yükseliyor: Hem geçmiş travmaların yankısı hem de gelecek karşısındaki çaresizlikten.
- Göçmenlere çözüm önerilerin nelerdir? Duyguları regüle edip, günlük hayata devam edebilme yolları nedir?
Öncelikle bu duyguların çok anlaşılır ve yerinde olduğunu bilmek gerek. Böyle zamanlarda yaşanan suçluluk, öfke, çaresizlik gibi duygular, onlardan hemen kurtulmamız gerektiğini dayatan kapitalist zihniyetin değil, vicdanın ve insanlığın göstergesidir. Ama elbette bu, duyguların içinde savrulmak gerektiği anlamına da gelmez. Eğer kişi bedensel ya da zihinsel tükenme noktasına geldiyse, meşguliyeti azaltmak gerekebilir: Uyku, beslenme, dinlenme, doğayla temas, sevdiklerimizle bağ kurma gibi temel yaşamsal işlevleri yeniden düzenlemeye odaklanmak önemli.
En önemlisi yalnız olmadığımızı bilmek, yardım istemekten çekinmemektir. Sevdiklerimizle konuşmak ya da profesyonel bir destek almak bu dönemleri daha az yıpratıcı hale getirebilir. Duygularla temas etmek; onları bastırmak ya da parlatmak değil, anlamak meselesi. Ne diyorlar, neye işaret ediyorlar, bizi nereye çağırıyorlar? Asıl iyileşme, bu sorulara kulak verildiğinde başlıyor.
- Türkiye’de araştırmalarla da kanıtlanan genel bir mutsuzluk var. Bununla nasıl başa çıkılabilir?
Bu kadar yaygın bir mutsuzluk, sadece bireysel değil, toplumsal ölçekte bir ruhsal çöküşün göstergesidir. Görülmemek, duyulmamak, muhatap alınmamak—bireyleri terapiye getiren temel nedenlerdir. Aynı şey bugün toplumun tamamı için geçerli. Bu yüzden sık sık söylüyorum: Türkiye’nin kendisi terapiye gitmeli. Bugün Türkiye’de hissedilen mutsuzluk uzun süredir süren belirsizlikten, güvensizlikten ve bastırılmış duygulardan besleniyor. Bu da toplumsal ölçekte bir “gerçeklik kayması” yaşandığını düşündürüyor.
- Gerçeklik kaymasından kastın nedir?
Psikanalitik açıdan ifade edecek olursak: Gerçekle bağın zayıfladığı, yaşananların anlamlandırılamadığı, güvenilecek bir zemin kalmadığı bu gibi durumlar bireysel psikozun yapısına çok benzer. Birey dış dünyayla baş edemediğinde içe çekilir ya da kendine sahte ama güvenli gelen bir gerçeklik kurar. Toplumlar da aynı savunmayı geliştirebilir: Tutunacak anlatılar ararlar; bazen komplo teorileri, bazen kurtarıcı figürler, bazen de topyekûn inkâr. Bizi iyileştirecek olan, birlikte anlam üretme kapasitemizdir. Görülmek, duyulmak, birinin “evet, bu çok zor” diyebilmesidir. Tüm bunlar iyileştiricidir. O yüzden terapi yalnızca bireye değil, topluma da gerekir. Sessizce çatlamaktansa, konuşarak çatlaklardan ışık sızdırmak daha iyidir.
- Gençlerde gelecek kaygısı var. İçinden geçtiğimiz süreç gençlerin psikolojisini nasıl etkiliyor?
Hiçbir duygu “kötü” değildir; hepsi hayatta kalmamızı sağlayan sinyallerdir. Korku, tehlikeyi fark etmemizi sağlar. Kaygı, bazen bizi harekete geçirir; ders çalıştırır, önlem aldırır. Ancak bu duygular çok yoğunlaştığında ve kişiyi eylemsizliğe sürüklediğinde, müdahale gerekir. Yani kaygı, patolojikleştirilmeden önce duyulmalıdır. Çünkü psikanalizde biliriz: Bastırılan duygu geri döner—ya semptomla ya eylemle. Bugünün gençleri bastırmak yerine; kaygılarını, öfkelerini, kırgınlıklarını dile getiriyorlar. Bu çok kıymetli çünkü bastırmak değil, ifade edebilmek iyileştiricidir.
- Çok da haklı nedenleri var değil mi?
Kesinlikle! Ancak gençlerin yaşadığı bu kaygı, sadece bireysel değil, tarihsel ve toplumsal bir zemine dayanıyor. Sürekli ertelenen adalet beklentisi, belirsiz bir gelecek, değersizleştirilen emek… Tüm bunlar, öznenin iç dünyasında boşluk, anlamsızlık, yetersizlik gibi derin yankılar bırakıyor. Psikanalitik kurama göre “Bir çocuğun en temel ihtiyacı, dünyasının güvenilir olduğuna inanmasıdır.” Bu güven sarsıldığında, yerini gelecek kaygısı alır.
Ben bu durumu civcivin yumurtadan çıkmasına benzetiyorum: Kabuk çok sertse, civciv kanatlarını yeterince hareket ettiremez ve dışarı çıkamaz. Kabuk çok inceyse ya da biri onu erken çıkarırsa, bu kez kanatları yeterince gelişmez. Gelişim için optimum zorluk gerekir. Bugünün gençleri çok sert bir kabuğu kırmaya çalışıyor. Sorun yalnızca kabuğun kalınlığı değil; aynı zamanda bu mücadelenin kriminalize edilmesi. Ses çıkarmaya çalışan gençler haksızca damgalanıyor. Oysa onlar sadece nefes almak istiyorlar.
- Toplumun önemli bir kısmı bu süreçte gençlerin içeride olmasına itiraz etti, haklarini savundu. Bu da bir şeydir, diye umuyorum.
Evet. Bu yüzden yalnızca psikolojik destekten değil, kolektif tanıklıktan da söz etmeliyiz. Gençler “görülmediklerinde” yalnızca güvensizliğe değil, daha da yıkıcı olan bir duyguya savrulurlar: hiçlik hissine. Bizim görevimiz bu bakışı yeniden açmak, “buradayız” diyebilmek. Onların çabasını tanımak, öfkesini meşru bulmak, hayatta kalmaya çalıştıkları alanları desteklemek. Kabuk ne kadar kalın olursa olsun, dayanışma varsa umut da vardır.
- Toplumda yaratılmaya çalışılan “korku ve susturma psikolojisi”nden bahseder misin biraz.
Korku, çok güçlü bir kontrol mekanizmasıdır. Bireyi sessizliğe, geri çekilmeye ve yalnızlaşmaya iter. Ama daha önemlisi, kişinin kendi algısına ve hafızasına güvenini sarsar. Susturulan yalnızca ses değil, zamanla düşünce de olur. Ve bu, sadece dışarıdan değil, içeriden gelen bir sansüre dönüşür. Kendi iç sesini de kısarsın. Fakat şunu unutmayalım ki korku, yalnızca dışsal koşullarla değil, onun karşısında titreyen zihinlerle büyür. Onu en çok büyüten, ondan en çok korkandır.
- Ne güzel söyledin...
Psikanaliz bize gösterir ki, bastırılan hiçbir şey yok olmaz. Bastırılan duygu, düşünce, hakikat; semptom olarak, kriz olarak ya da ani patlamalarla geri döner. Toplumsal ölçekte ise bu bastırma; kuşaklar arası aktarımda kaygı, utanç, suçluluk ve değersizlik duygularıyla kendini yeniden üretir. Sürekli diken üstünde yaşamak, bir tür hipervijilans halidir; yani sürekli tehdit algısıyla yaşama durumu. Bu da bireyin yalnızca duygusal değil, bilişsel işleyişini de etkiler: Karar almak zorlaşır, sorumluluk almak riskli hale gelir, dayanışma kurmak tehlikeli hissedilir. İnsanlar yalnızlaşır ama bir araya gelme ihtiyacını da daha yakıcı bir şekilde hisseder.
- Sessizlik kimsenin işine yarayan bir şey değil, yani...
Sessizlik kimilerinin hayatta kalma stratejisi. Ama aynı zamanda ruhsal çürümenin de zeminidir. Çünkü ifade edilemeyen duygu birikir, biriktikçe sertleşir, katılaşır ve sonunda kişinin iç dünyasında bir ağırlık haline gelir; depresyon, kaygı bozuklukları, dissosiyasyon, değersizlik hissi gibi formlarda ortaya çıkabilir. Toplumsal düzeyde ise kendini ifade etmekten vazgeçmiş, sorumluluk almaktan korkan ama aynı zamanda suskunluğundan utanan bir kuşak bırakır geride. O yüzden korkuya ve suskunluğa karşı en güçlü panzehirlerden biri tanıklıktır. Birbirimize tanık olmak. “Seni duyuyorum, seni görüyorum, sen haklısın” diyebilmek. Çünkü insan ancak ötekinin tanıklığında gerçekliğini kurabilir.
Ayşe Acar kimdir?Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor. |
Son yıllarda Türkiye, Sırbistan, Macaristan, Polonya, Fransa, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer birçok ülkede “post-truth” yani “hakikat sonrası” kavramı, demokrasi, kamu güvenliği ve medya güvenilirliği üzerinde onarılması zor yaralar açıyor. Peki bu dönemi nasıl aşar, gerçeklere ulaşabiliriz?
Prof. Dr. Selçuk Şirin ile yeni kitabı “Bir Mutluluk Reçetesi” üzerinden bugün yaşadıklarımıza bakıyor, elimizdeki son genç kuşağın önemini ve onlara nasıl daha iyi bir gelecek sağlayabileceğimizi konuşuyoruz
Bu haftaki konuğumuz, geçtiğimiz hafta Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi'nin 48’inci oturumunda yaptığı “demokrasi” konuşmasıyla adından söz ettiren 23 yaşındaki Enes Hocaoğulları. Hocaoğulları bize sokaktaki gençlerin profilini, taleplerini ve bugünkü boykot ile ilgili görüşlerini anlattı
© Tüm hakları saklıdır.