13 Nisan 2025

Emrah Safa Gürkan: Bugün özgürlük sandığımız şey, sistemin dayattığı prangalara rıza göstermemizden ibaret

"Çocuğunuza bugün “iki dil öğren” diyorsunuz. Ama sizin babanıza bunu kimse söylemedi. O teksir kağıdından not ezberleyip mezun oldu; tek bir işte çalışıp ev aldı, arsa aldı, birikim yaptı. Ama kendini geliştirmek için paralanan genç neslin bir evi olmayacak. Öğrendikleri dillerle, çift anadallarıyla, gittikleri kurslarla, müzmin kiracılar olarak yaşamlarına devam edecekler"

Emrah Safa Gürkan

Emrah Safa Gürkan’ın Kronik Kitap’tan yayımlanan Ezbere Yaşayanlar: Vazgeçemediğimiz Alışkanlıklarımızın Kökenleri adlı kitabı, özgürlük, eşitlik ve bireysellik mitlerini sorgulayan bir metin. Modern çağın vitrininde “özgünlük” gibi duran pek çok davranışın, aslında tarihsel alışkanlıkların, kültürel ezberlerin ve görünmez baskıların bir tekrarına dönüştüğünü gösteriyor. Dedikodudan hediyeleşmeye, aksandan fala, konuşma tarzından sosyal medya persona’larına kadar geniş bir yelpazede, davranışlarımızın ardındaki antropolojik, sosyolojik ve psikolojik dinamikleri inceliyor.

Emrah Safa Gürkan’la ofisinde buluştuk. Sadece kitabı değil; nesiller arası eşitsizlikten eğitim sistemine, gençlerin başlattığı boykottan CHP'nin söylemlerine kadar pek çok başlıkta ezber bozan bir söyleşi gerçekleştirdik. Siyasetin neden bizi hep yarı yolda bıraktığını, dedikodunun neden aslında zekice bir sosyal strateji olduğunu ve özgürlük sandığımız zincirlerin nasıl içselleştiğini konuştuk. Gürkan’ın en çarpıcı tespitlerinden biri ise şu cümleyle özetlenebilir: Bu ülkenin geleceğini biz değil, çocuklarımız kurtaracak. Bizden bir şey olmaz.”

"Hayatımızı şekillendiren prangaların çoğunu kendimiz takıyoruz; en tehlikelisi de bu zincirleri özgürlük sanmamız"

- Bu çağın en büyük ezberi nedir? Gerçekten ‘özgün’ olanla sadece ‘özgünmüş gibi görünen’i nasıl ayıracağız?

Bu çağın en büyük ezberi, özgür olduğumuz yalanı. Görünüşte özgürüz, ama bu özgürlük çok dar bir çerçevede tanımlanıyor. Gerçekte ne özgürüz ne de eşitiz. Aydınlanmanın başında şöyle bir inanç vardı: Güç ilişkileri devletle sınırlıdır, devleti sınırlarsak özgürleşiriz. Ama günümüzde özgürlük artık sadece devletle sınırlı bir mesele değil. Kariyer, ideal insan modeli, başarı takıntısı… Bunların hepsi üzerimize yüklenmiş yeni türden baskılar. Sabah beşte kalk, buzlu duş al, meditasyon yap, iki yüz elli şınav çek… Böyle bir ‘kendini gerçekleştirme’ manyaklığı dayatılıyor. Sosyal medya da bu sahte özgünlük hissini sürekli körüklüyor. Dolayısıyla asıl büyük yalan şu: Özgür olduğumuzu sanıyoruz ama değiliz. Rousseau’nun dediği gibi: “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.” Ve en tehlikelisi de bu zincirleri içselleştirmiş olmamız.

- Peki, yaşadığımız bu çağı "yeni despotizm çağı" olarak değerlendirebilir miyiz?

Açıkçası buna hemen “evet” demek kolaycılık olur. Despotizm dendiğinde akla ilk olarak devlet gelir ama mesele sadece devlet değil. Bugün dünya genelinde klasik anlamda devlet baskısından çok daha derin, görünmez bir baskıyla karşı karşıyayız. Bu da şirketlerin, sistemin ve kültürel kodların yarattığı içselleştirilmiş bir baskı. İnsanlar artık kendilerini ürünleştiriyor. Herkes bir ambalaj gibi. Stres ve ambalaj çağındayız. Her şey paketlenmiş, sunum hâlinde—insan da dahil. Bu nedenle yaşadığımız çağ aslında “self-despotizm” çağı. Yani baskıyı başkası uygulamadan önce, biz kendimize uyguluyoruz. Daha da tehlikelisi: Eğer birey olarak evdeki baskıyı normalleştirirsen, yukarıdan gelen baskıya da itiraz etmezsin. Bu kültürel altyapı, otoriter sistemleri destekleyen bir zemin oluşturuyor. 1920’ler 30’lar gibi bir dönem yaşamıyor olabiliriz ama bu, yaşamayacağız anlamına gelmez. Otorite, önce gönüllü olarak kabullenilir. "Ezbere Yaşayanlar"da da bunu anlatmaya çalıştım: Hayatımızı şekillendiren pek çok prangayı kendimiz takıyoruz. Despotizm bir gün mutlaka gelir ama öncesinde biz çoktan teslim olmuş oluyoruz zaten.

Emrah Safa Gürkan ve Ebru D. Dedeoğlu

"Prangaları kendimiz takıyoruz ve sonra onlarla yaşamayı 'özgürlük' sanıyoruz"

- Neden prangalara ihtiyaç duyuyoruz?

Aslında duymuyoruz. Ama bize ihtiyaç duyduğumuz söyleniyor. Telkin olmadan yaşayamaz hâle geldik. Bugün bir insan, her gün binlerce telkinle yüz yüze. Oysa 1400 yılında bir köylü için devlet sadece sikke üstündeki sultanın resmi ve hutbedeki birkaç sözden ibaretti.

300 yıl sonra, 1700’lerde, diyelim ki bir İngiliz Katolik için bu hâkim güç artık sadece kilisede ya da paranın üstünde değil, düzenli bir ibadet ritüelinin, içselleştirilmiş bir düzenin parçasıydı. 1900’lere geldiğimizde ise devreye adab-ı muaşeret girdi. Ne zaman ne yapılacağı, nasıl davranılacağı artık açık kodlarla belliydi. Ve garip bir şekilde bunun bizi özgürleştirildiğine inanıldı. Oysa durum tam tersiydi. Daha üretken olduk çünkü sistem bunu ödüllendiriyordu. Gelişim kutsandı. Bugünse beyaz yakalı, 30 yıl sonra Harari okuyor, Ferrari'sini Satan Bilge’yle içsel yolculuğa çıkıyor. Ya da işini bırakıp yoga kampına gidiyor. Hep aynı hikâye. Çünkü bazı şeyleri gerçekten anlamamamız gerekiyor. Anladığımız anda sistemden çıkabiliriz. O yüzden o prangaları kendimiz takıyoruz. Ve sonra onlarla yaşamayı “özgürlük” sanıyoruz.

- O zaman “Okul” bize ne öğretiyor?

Aslında okul, bireyin özgürlüğünü törpüleyen kurumlardan biri. Herkes Pink Floyd dinliyor ama kimse Another Brick in the Wall’un ne dediğine bakmıyor. "Eğitim" diyorlar ama sistemin istediği gibi eğitim. Ben çocuklarıma hep söylüyorum: "Okulda öğrendiklerinizi eve gelince unutun." Orası teknik bilgi içindir. Hayatta kalmak için, köprüden geçmek için. Ama asıl mesele şu: Okul seni büyük bir makinenin vidası yapmaya çalışıyor. Sen de kabul edersen bir vidaya dönüşüyorsun. Ben vida olmak istemedim.

- Ama siz de akademisyensiniz? Akademi anlattıklarınızla tezat değil mi?

Öyleydim. Şimdi kendi işimde, başka bir yerde, yine vida oluyorum ama en azından neyin vidası olduğumu biliyorum. İlginç olan şu: Sistem, seni hem vida yapıyor, hem de farklıysan ödüllendiriyor. Madden ya da manen kaçarsan bir şekilde karşılığını veriyor. Bu da sistemin kendi içinde ne kadar çelişkili olduğunu gösteriyor zaten.

"Türkiye’de orta sınıfa bazı şeyleri anlatmamız gerekiyor, mesela okulun kutsal olmadığını..."

- Zaten icatları yapan, ezberleri bozan hep o “ayrık otlar” değil mi?

Evet, sistem bir noktada diyor ki: "Seni kandıramadım ama sana da ihtiyacım var." Ama herkesi senin gibi yaparsam çark dönmez. Sen az kal, sınırlı kal, kontrollü farklı ol. Bu prangayı çoğu zaman biz kendimiz takıyoruz. O yüzden bizim burada özellikle Türkiye’de orta sınıfa bazı şeyleri anlatmamız gerekiyor. Mesela okulun kutsal olmadığını, Victoria ahlakının mutlak bir değer taşımadığını ya da bir şirkette başarılı olamamanın hayatın sonu olmadığını.

- Peki bu ezberleri nasıl kıracağız?

Herkesin bir yeteneği, bir hedefi var. Ama bunları doğru bir bileşim hâline getirmek gerek. Ve bunu da başkasından duyarak yapamayız. Ne bir şeyhe ihtiyacımız var, ne bir kurtarıcıya. Bugün çok başarılı bir iş insanı bile, on yıllık maaşıyla bir ev alamıyor. Havada duran bir çimento parçası için ömrünü veriyor. Bu nasıl bir hayat? Eğer ezberin dışına çıkmazsak, özgürleşemeyiz. Türkiye’de kimse gelip sizi özgürleştirmeyecek. Ne birey olarak ne siyasi olarak. Hep birinin gelmesini bekliyoruz. Biri gelsin, akıl versin istiyoruz. Ama herkes kendi kendini özgürleştirmek zorunda. Eğer toplumca özgürleşeceksek, onu da birlikte yapacağız. Biz "şeyh toplumu"yuz biraz. Düşünsenize, Nutuk kaç kişi tarafından gerçekten okunmuştur? Ama herkesin arabasında Atatürk imzası var. Ya fikriyat? Aynı şey başka ideolojiler için de geçerli. Slogan var, imge var ama içini doldurmak yok. Duygusal bağlılık var ama entelektüel çaba zayıf. Bu da ezbere yaşamak.

- Ezber Yaşayanlar’da  İngiltere’ye giden doktora öğrencilerinin, kendi burslarını artırmak yerine başkalarınınkini düşürmek istemesi çok sarsıcı bir örnek. Bu hikâyeyi anlatır mısınız?

(Gülüyor...) İki grup öğrenci var. İkisi de benim hocam. Bir grup 2000 pound alıyor, diğer grup 1000. Şimdi ne beklersiniz? 1000 pound alanlar itiraz eder, “bizimkini de artırın” der. Ama öyle olmuyor. Diyorlar ki, “onlarınki de 1000’e insin.” Gerçekten böyle oluyor. Parası indirilenlerden biri Oktay Özel, bunu yaşayan kişi. İndirten kişi de benim hocam ama ismini vermeyeyim.

"Sen altta didiştikçe, tepede otorite meşrulaşır; ama gençlerde umut var"

- Bu örnek önemli çünkü Türk insanının ahlaki gerçekliğini apaçık ortaya koyuyor. Merak ettiğim şu: Bu yoklukta eşitlenme arzusu nereden geliyor? Neden bollukta değil de, başkasının elindekini aşağı çekerek denge kurmaya çalışıyoruz? Hasetlik değil mi?

Bunun altında çok daha derin bir yapı yatıyor. Bu kadar bölünen bir toplum müreffeh olamaz çünkü en küçük meselede bile hemen kamplara ayrılıyoruz. Herkes sürekli didişiyor. Devlet de, artık birçok alandan (eğitimden, sağlıktan, kamusal hizmetlerden) çekilmiş durumda. Aradan çekilince insanlar kendi başlarına kalıyor. Didişme de tam burada başlıyor. Bu kaosun ortasında yukarıdaki otorite hakem rolüne bürünüyor. “Siz çocuk gibi kavga ediyorsunuz, ben de size çocuk gibi davranırım,” diyor. Bu düzende birbirini yiyen toplum, yukarıdakini güçlendirir. Çünkü sen altta didiştikçe, tepede otorite meşrulaşır. Ama gençlerde umut var. Onlar birbirlerini boğazlamıyor. Didişmeyi reddediyorlar. Belki de ilk kez, başkasını aşağı çekerek değil, birlikte yükselerek eşitlenmeye çalışıyorlar.

- Bir insanın konuşmasından onun zekâsı, terbiyesi ya da ‘aidiyeti’ hakkında hüküm vermeye neden bu kadar meyilliyiz? Bunun arkasında ne yatıyor sizce?

Çok basit aslında. Diyelim ben burada “K”leri “G” gibi söylesem, size “Naaasılsın Ebru Hanım?” diye hitap etsem, sorduğunuz sorular bile değişirdi. Belki içinizde bir güvensizlik hissi bile oluşurdu. Levi-Strauss’un dediği gibi, insan anlamı kolay ve keyfi kategorilerle kurar. Her şeyi bir kutuya koymak isteriz. Ve Türkiye gibi sosyal sermayenin çok önemli olduğu toplumlarda, bu çok daha görünür. Güçlü, zengin, hatta başarılı biri olsanız bile, insanlar sizin “kokunuzu” alır. Ezel’de bir replik vardı, “Sendeki varoş kokusu geçmiyor,” diye. Benzer bir şekilde insanoğlu birbirine içten içe not verir. Bu notları da genelde konuşma biçiminden, aksandan, kelime seçimi ve telaffuzdan çıkarırlar. Hukuken eşit olabiliriz ama pratikte değiliz. “Evinizi verir misiniz?” tamam ama “Kızınızı verir misiniz?” sorusunda o eşitlik biter. Ve karar çoğu zaman konuşmayla verilir.

"Yıllarca kendi otistik dünyamda bir şey geliştirip onu paylaşmak istedim, sosyal medya bunu mümkün kıldı"

- Sosyal medyada çok aktifsiniz. Ekrandaki Emrah Safa Gürkan’la karşımda oturan Emrah Safa Gürkan ne kadar benziyor birbirine? Peki bu dijital görünürlük sürecinde bilinçli olarak bir persona yaratmayı hedeflediniz mi?

O da ben değilim, bu da ben değilim. Eğer bir persona varsa, o da zaten 7/24 bende. Zaten insanlar fark etmeden hep tiyatro sahnesindeymiş gibi konuşur. Goffman’ın Presentation of Self in Everyday Life kitabında da vardı bu. Aslında gündelik hayatta bile sahnede gibiyiz, bir maske, bir persona ile hareket ediyoruz. Yemek yiyen, her türlü hayvani ihtiyacını gidermek isteyen o ilkel yan. İnsanın özü bu. Onun dışında, yani idin dışında, dışarıya bir şey sunmamız gerekiyor, değil mi? Ben kendimle barışığım. Kötü yanlarım da hoşuma gidiyor, iyi yanlarım da. Başka bir insan olmayı hiç düşünmedim. Onunla uğraşamam. Çünkü kimse, hiçbir şey (çocuklarım hariç) o kadar önemli değil benim için. Gidip başka bir yerde başka bir poz yapamam. O disiplini taşıyamam. Benim hayatta yapmak istediğim şeyler vardı. Anlatmayı seviyordum, onu yapmaya çalıştım. Ama “ünlü olayım, herkesin anlayacağı dilden konuşayım” gibi bir derdim hiç olmadı. Ben öyle fazla insan sevdalısı değilim. (gülüyor) Bunu spota çıkarmayın ama. Kalabalıkları da pek sevmem. Mesela Fenerbahçeliyim ama maça gitmem, fenalık geliyor. Kısaca yıllarca kendi otistik dünyamda bir şey geliştirip onu paylaşmak istedim. Sosyal medya bunu mümkün kıldı; kolay yoldan içimdeki “bilgi paylaşma arzusu”nu sosyalleşmenin külfetine katlanmadan tatmin etmemin önünü açtı.

- Asperger dünyam deyince sormak ıstıyorumJ Gerçek miJ Dikkatimizin çalıntığı bu çağda nerdeyse tüm tanılar karışmış ve bıraz da anlamını yitirmiş değil mi?

Yani o tip tanıların hepsi bence çoğu kendi içine fişlenmenin bir yolu. Ben tabii ki 5 saat kitap okuyabilirim, hatta 35 saat bilgisayar oyunu oynayabilirim. Bu, bir tuhaflık mıdır? Belki de. Ama geldim buradayım işte, günlük yaşamımda bir aksama yok. Bu tip nitelendirmenin zamanın ruhunun bir aşırılığı olduğunu düşünüyorum.  Zaten psikologlar önce “normal” diye bir şey uydurdu. Sonra da bu normalden her sapmaya bir isim taktı. Oysa, normal tarihsel süreç içinde çok sonra çıkmış bir şeydir, doğal bir şey gibi anlıyoruz biz onu, ama öyle değildir. Yani bu fizik gibi değil, tartışmalı alanlar. ADHD mi dersin, farklılık mı? Hepsi bir yere çekilir. Benim için durum şu: Çocukken çok enerjiktim, yerimde duramazdım. Belki bir şeyler vardır, ama hiçbir tanıyla kendimi tarif etmedim. Asıl şaşırtıcı olan kendimi tanımıyormuşum. Hocalık yapmaktan zevk alacağımıhiç düşünmemiştim mesela. İnsanlara bir şey anlatmayı, onlara ilham vermeyi… Yazmayı severdim ama anlatmak da zamanla çok anlamlı bir hâl aldı. Özellikle gençlere. Bir de baba olmak. Hiç aklımda yoktu. Çocukları sever miyim, bilemezdim. Ama hem kendi çocuklarım hem sınıftaki öğrenciler beni başka biri yaptı. Bayağı dönüştürdü insan olarak. Benim derdim şu: İnsanlara bir şey anlatmak istiyorum. Anlatırken onları da dönüştürmek istiyorum. Eğer benden önce kimsenin dile getirmediği bir şeyi birine söyletebilirsem, işte o zaman güzel oluyor. Belki bu biraz teşhircilik. Oyuncular mesela oyun oynayıp stream ediyor ya... Niye? Çünkü sadece oynamak değil, paylaşmak da istiyor. Bu başka bir ruh hâli. Ama şunu da net söyleyeyim: Ben öyle her konuda konuşmam. Bilmediğim bir konuysa, bir ortamda tek kelime etmem. Gerçek hayatta da bu böyle. 

Emrah Safa Gürkan

"Öğretmek, aslında düşünceyi bile bileştiriyor"

- Peki öğrettiklerinizden ne öğrendiniz?

Öğrettiklerimden ben de çok şey öğrendim. Bu süreç beni daha iyi bir tarihçi, daha iyi bir entelektüel yaptı. Bazen düşünmediğim alanlarda da faydası olduğunu farkettim. Mesela, son yazdığım kitap İngilizceydi ve yazarken bir şekilde eskiye göre kalemimin rahatladığını farkettim. Oysa, bu mantıklı değildi, zira son 3 yılda İngilizce bir şey yazmamıştım. Herhalde, programları hazırlarken çok fazla giriş seviyesinde kitap okumak ve outline’lar hazırlamak vs. bu yönde bir gelişimin önünü açmış.  Her programda bir yapı kuruyorsun çünkü; başı, ortası, sonu belli bir yol haritası. Okumayacağın şeyleri okuyorsun, hiç düşünmeyeceğin yerlerden yakalıyorsun konuyu. Bir de anlatırken kafanda şekilleniyor her şey. Ben zaten çok matematik kafalı biriyim. Hemen bir şema çıkar kafamda. En kısa, en pürüzsüz yoldan nasıl anlatırım diye. Öğretmek, aslında düşünceyi bile bileştiriyor.

- Ezber Yaşayanlarda çarpıcı bir bölüm var :) Neden dedikodu yaparız?

Zeki insanlar dedikodu yapar. Bu biraz da sosyal kredi skoru gibi aslında. Kim kime ne dedi, kimin sesi titredi, hangi kelimeyi seçti… Bunlar hep bir bilgi.

- Peki bastırılan gerilimler birikir mi, yoksa dedikodu bugünün insanı için bir tür terapi mi?

İkisi birden. Mesela bir köy toplumunda yaşıyorsan kayınvalidene laf edemezsin, bastırırsın. Ama sonra arkada komşuyla konuşursun, rahatlama gelir. Aslında terapi dediğimiz şey de bu değil mi? Konuşmak, anlatmak, deşarj olmak. Eskiden psikolog yoktu, adam gider akrabasına anlatırdı. Yani bilimsel terapi gibi işlemiyor belki ama aynı ihtiyaca hizmet ediyor. Dedikodu da böyle çalışıyor: Gerilim boşaltma, ilişkileri yönetme, aidiyet yaratma… Çok işlevli bir araç.

"Dedikodu yapmayan birinin zeki olduğunu pek düşünmem"

- Zeki insanlar mı daha  çok dedikodu yapar?

Tabii tabii. Dedikodu yapmayan birinin zeki olduğunu pek düşünmem. Ya kibirlidir ya da çok alıktır. Kardeşim, hiç kimseye mi uyuz olmuyorsun? Hiçbir şey mi ters gelmiyor? Hayatta hiç mi saçma bulduğun bir şey yok, kimseye mi sinirlenmiyorsun? Eğer bunların hiçbirini yaşamıyorsan ya kibirlisin ya da dünyayla gerçek bir ilişkin yok. Ben dedikoduyu severim. Küçüklüğümden beri yaparım. Aileyi falan birbirine sokardım bazen. (gülüyor) Çünkü dedikodu bir nevi siyaset gibi, strateji gibi. Aynı zamanda bir “kredi skoru” aslında. Bak, tarihe gidelim. Dedikodu insanların uygarlık kurabilmesinin temelinde var. Çünkü büyük sayılarda grup oluşturabilmek için kimin güvenilir olup olmadığını bilmen gerekir. Aramıza beleşçi girmiş mi, tembel mi, düzen bozucu mu. Bunu dedikoduyla öğreniyorsun. Ebru Hanım şöyle biri mi? Emrah Bey güvenilir mi? Yirmi kişi var, ikisi beleşçi, dedikoduyla ayıklıyoruz. Böylece daha sağlam, daha verimli bir grup kuruluyor. Bugünün kredi skorları, banka algoritmaları, hatta dinlerdeki sevap-günah defterleri bile aslında bu mantığın modern versiyonu. Dedikodu basit bir laf taşıma değil; insan türünün sosyal zekâsının ürünü.

- Çiçek çocukları, Che tişörtleri, hippi kültürü… Hepsi bir noktada ticarileştirilip sistemin aksesuarına dönüştü. Sizce gerçekten radikal bir muhalefet mümkün mü?

Radikal muhalefet? Mümkün değil ya. Çünkü bugün “radikal” dediğimiz şeye ancak tişörtte tahammül ediyoruz. Gerçekten radikal olan zaten yıkıcı olur. Ve biz yıkımı göze alamıyoruz. Radikal olmasın zaten. Ama bir dakika, muhalefet dediğin şey de hesap sormayı bilmekle başlar. Kime, neye karşı durduğunu anlaman lazım. Bunu da biz değil, siyaset üretecek. Ama uzun zaman Türkiye’de siyaset bunun dışında tutuldu. Seçmen dışlandı. Partiler devletin aparatına dönüştü. Bürokratik ya da güvenlik odaklı kararları halka açıklamakla görevli gibi davranıyorlardı. Sivil siyaset yoktu. Neyse ki bu değişiyor. Eğer gerçekten değişirse bir şeyler başarılabilir. Ama şimdiye kadar ben bir seçmen olarak kendi görüşümün temsil edildiğini hiç görmedim. Bakın çok net söylüyorum: Aynı partiye 50 yıl oy veren seçmen düşünmüyordur. Gelişmiyordur. Ve bunu bir de övünerek söylüyorlar: “Ben Atatürk’ten beri CHP’liyim.” Ya da “Menderes’ten beri aynı partiye oy veriyorum.” Bu övünülecek bir şey değil. Merkez Bankası başkanını değiştirmiyorsan, politikaların aynıysa, neden hâlâ o partiye oy veriyorsun? Yeni partiler sanki büyük ideolojiler öneriyor gibi kuruluyor ama aslında hepsinin politikaları aynı. Sadece “o gitsin, bu gelsin” üzerinden dönen bir denklem. Gençlere bu yüzden çok iş düşüyor. Onlar bu döngüyü kıracak.

"Kendini geliştirmek için paralanan genç neslin bir evi olmayacak"

- Sizce Türkiye’deki en büyük yapısal problem ne?

Türkiye’de ciddi bir nesil problemi var. Ülkeyi hâlâ yaşlı nesiller yönetiyor, onların da ortalama, vasat genç yaverleri... Medyada da, siyasette de, kültürde de böyle. Bu çok büyük bir sıkışmışlık yaratıyor. Şimdi unutmayalım, bugünkü 60-70 yaş kuşağı ki hâlâ ipleri ellerinde tutuyorlar gençliklerini üniversitede birbirlerini sopalayarak geçirdi. Derse de gitmediler, İngilizce bilmeden mezun oldular, dünyayla bağlantısız kaldılar. Sonra 80’ler geldi, enflasyonist bir ortamda ileriye doğru borçlandılar, şimdi onun faturasını gençler ödüyor. Ve hâlâ hiçbir şeyi bırakmıyorlar. Bu sadece siyasette değil, futbolda da böyle. Mesela 70 yaşında bir teknik direktör çıkıyor, “30-40 yıl daha Türk futboluna vereceğim şeyler var” diyor. Kimse yaş aldıkça çekilmeyi düşünmüyor. İktidarın her alanında bu var. Bir de şunu düşünün: Çocuğunuza bugün “iki dil öğren” diyorsunuz. Ama sizin babanıza bunu kimse söylemedi. O teksir kağıdından not ezberleyip mezun oldu; tek bir işte çalışıp ev aldı, arsa aldı, birikim yaptı. Ama kendini geliştirmek için paralanan genç neslin bir evi olmayacak. Öğrendikleri dillerle, çift anadallarıyla, gittikleri kurslarla, müzmin kiracılar olarak yaşamlarına devam edecekler. Bu farkı görmezden gelmemek lazım.

Emrah Safa Gürkan

- İlk kez bir kuşak, bir öncekinden daha yoksul. Bu sizce nasıl bir kırılma yaratıyor?

Z kuşağı bizden daha fakir. Hem de baştan, doğarken başlıyor bu. Eskiden Kadıköy’de öğretmen maaşıyla ev alınırdı. Şimdi aynı mahallede öğretmen değil ev almak, kirayı bile ödeyemez. Kadıköy’de hâlâ oturan bir teyze vardır mesela, emekli maaşıyla bir zamanlar almıştır o evi. Bugün mümkün değil. Şimdiki çocuklara bakıyorsun, iki dil öğrenmeleri gerekiyor. İyi Türk olacak, iyi Müslüman olacak, iyi eş olacak, kendini geliştirecek. Peki bu çocuk hiç yurt dışına çıkamayacak mı? O zaman neden bu kadar “ideal” endişesi yüklüyoruz? Ödülü ne bunun? Bir de şu: İş hayatında geçinmek için gereken parayı kazanamayacak. Ne olacak? Annesinden, babasından alacak. Doktorada 30 yaşına kadar babasından para almış biri olarak söylüyorum; bu bağımlılık da gelişimi engelliyor. Kendi başına bir şey başarmanın duygusu yoksa, orada bir tıkanma başlıyor.

"Emek veren, okuyan çocuk asgari ücretle boğuşurken diğeri dijital dünyada bedenini sergileyerek yüz binler kazanıyor"

- 30 yaşına kadar aileden destek alırken nasıldınız? Ne değişti? Emek bu denklemde nereye düşüyor sizce?

Ben çalışıyordum.  Ders veriyordum, emlakçıda bile çalıştım. Rehberlik yaptım. Çalışmıyor değildim ama yurtdışında tek başına yaşamaya gene de yetmiyordu. Yani belki temel ihtiyaçları karşılardı ama gezmeye, operaya, tiyatroya gitmeye, her istediğin kitabı almaya yetmiyordu en azından. Burada püf nokta parayı nasıl kullandığın. Pek söylenmeyen bir şey var, bu Allah’ın emri değil, ama bir yere kadar doğru. Akademik kariyerde maddi güç önemli bir fark yaratabilir. Ya babandan destek gelecek, ya da başka bir iş tutacaksın. Yoksa bir hami arıyorsun, ya devletin, ya da bir vakfın kucağına oturmak bir risk olarak karşına çıkıyor. Bugün bir profesörün maaşı 90 Bin TL. Düşünebiliyor musun? Bu insan nasıl özgürce üretsin? Benim her şeyi açık açık söyleyebilmemin sebebi finansal olarak bağımsız olmam. Bu özgürlüğü insanın kendine sağlaması gerekiyor. Ama artık maaşla bunu başarmak zor. Mesela genç biri, maaşlı çalışacağına, açsa YouTube'ta oyun oynasa, yayın yapsa, ağzı biraz da laf yapıyorsa, daha çok para kazanacak. Bu nasıl bir denklem? Bir de Only Fans gibi şeyler çıktı. Emek veren, okuyan çocuk asgari ücretle boğuşurken diğeri dijital dünyada bedenini sergileyerek yüz binler kazanıyor. Bu çocuklar da bunu görüyor. Ne öğrensin bu tabloyu izleyerek?  

- Tarihte Boston Çay Partisi'nden Gandi'nin Tuz Yürüyüşü'ne kadar birçok boykot, siyasi mesajların aracı oldu. Ezberlerimizi bozan Z kuşağının başlattığı  boykot hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu sefer başarabilecek mıyız?

Vallahi iki şey söyleyeyim. Birincisi, CHP 1970’lerden beri ilk kez gerçek anlamda siyaset üretmeye başladı. Bu önemli. Ne olur, nereye varır bilmiyorum ama bu defa bir şeyler değişebilir hissi doğdu. İkincisi ve bu benim için daha ilginç AKP’lilerin verdiği tepkiler, bu boykotun gerçekten can yakabileceğini düşündürttü. Şunu unutmamak lazım: Bugünkü Türkiye’de devlet ideolojik bir aygıt değil, kapitalist bir rant makinesi. 80’lerden beri süren ve giderek derinleşen bir model bu. Sosyal politika üretmiyor, insanın hayatından çekilmiş durumda. İdeolojik yönlendirmelerden çok, “kim hangi kaynağı kontrol edecek” üzerinden yürüyor sistem. Bir tür pazarlık alanı. Böyle bir düzende ideolojiyle değil, ekonomiyle tepki verildiğinde etkili oluyorsun. O yüzden boykot çok önemli bir hamle. Eğer bu sistemin canını acıtacaksan, cüzdanından vuracaksın. Çünkü başka bir dilden anlamıyor.

- Peki sürdürülebileceğine inanıyor musunuz?

Sürdürülür elbette. Ama CHP’nin bunu yukarıdan da sahiplenmesi lazım. Orası hâlâ çok güven vermiyor açıkçası. Türkiye’de siyaset kapalı kapılar ardında dönüyor. İki genel başkan görüşüyor, “halk bilmesin” deniyor. Şeffaflık yok. Bugün CHP bu enerjiyi kendisi üretmedi, gençlerin sırtından buldu kucağında. Ben mitinge de gittim; önlerde eski Türkiye'nin ürünü klasik ve atalet kokan bir miting alanı, arkada ise asıl hareketi taşıyan gençler vardı. Hâlâ birbirlerini yakalayabilmiş değiller.

"Ana muhalefet partisi lideri gençlerin isyanında dışlanıyorsa, bu çok şey anlatır"

- Gençlerin taşıdığı bu enerjiyle CHP arasında hâlâ bir kopukluk mu var?

Çok net. Arada ciddi bir ruh farkı var. O enerjiyi yakalayabilmiş değiller. Tamam, her şey kitlelere bırakılamaz ama yukarının da bunu iyi yönlendirmesi gerek. Bunu başarırsa siyasi sonuç üretir. Ama boykot işi can yakacak. Yaksın da. Çünkü başka çare kalmadı artık. Şimdi farz edelim ben orta sınıf olmak isteyen bir üniversiteliyim. Sayım toplumda %3-5. E bu oranda temsil edileceksem yandım! Hayallerim var, çalışmışım, vizesiz yurt dışına çıkmak istiyorum, parkta özgürce yürümek istiyorum, söylediğim bir laftan dolayı mahkeme önüne çıkmadan kendimi ifade etmek istiyorum, çocuğum para vermeden çağdaş bir eğitim alsın istiyorum; hepsini geçtim, rahat rahat taksiye binmek istiyorum. Fakat bunların hiçbirini yapamıyorum. Zira, benim dertlerim tek tek oya dökülünce matematiksel olarak bir şey ifade etmiyor. Yukarıda %1 keyfini sürerken, aşağıda %85 başka dertlerle boğuşuyor. Beni kim temsil edecek? Artık insanlar şöyle düşünüyor: “Aynı parayı alacaksam neden tıp okuyayım ki? Gider başka bir yol denerim.” O yüzden insanlar kendini geliştirmekten vazgeçiyor. “Salla, boş ver” hissi bu yüzden yayılıyor. Ama esas güce baktığınızda, gücün sahibi hep ekonomi. Hep parayı takip edin, kimsenin aklına gelmeyecek yerlerde çıkıyor karşınıza. Gezi’de ne olmuştu hatırlayın, Kemal Kılıçdaroğlu’nun oradan kovulması ne demek? Ana muhalefet partisi lideri gençlerin isyanında dışlanıyorsa, bu çok şey anlatır. Ama medyada bu konuşulmadı bile. Oysa yıllarca tartışılması gereken bir şeydi bu.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Johann Hari: Bağımlılığın karşıtı ayıklık değil, bağlantıdır; hem bireysel hem de toplumsal umutsuzluğun göstergesidir

"Bağımlı kişi, içinde bulunduğu hayatla bağ kuramıyor. Hayatı onun için tahammül edilemez hale gelmiş. Biz bağımlı insanları cezalandırarak, onları dışlayarak, daha fazla acı çektirerek iyileşmelerini bekliyoruz. Ama eğer bağımlılığın kökeni zaten acıysa, biz o acıyı büyüttüğümüzde ne elde etmiş oluyoruz? Tam tersine, bu insanlara yeniden bağ kurabilecekleri bir zemin sunmamız gerekiyor"

Deniz Yüce Başarır: Kent Oyuncuları’nı asıl güçlü kılan şey bir arada olma ruhuydu, yani gerçek bir topluluk olma hissiydi

"Devlet destek vermiyordu. Hatta destek vermek bir yana, bir ara vergileri bile yükseltmişler! 1968’de Kent Oyuncuları kendi tiyatro binalarını yaptırdığında tamamen kredi çekerek ve borçlanarak bu adımı attılar. Ama müthiş bir azimle çalışıyorlardı. Hafta yedi günse, onlar sekiz gün oynuyorlardı!"

İlhami Algör: Tarih egemenlerin kaleminden yazıldı, kadınlar artık bu anlatıyı değiştiriyor

"Müzeyyen’in devamı olmaz, olamaz. O hikâye kendi içinde tamamlandı. Bazen bir karakteri yaşatmaya devam etmek, onun büyüsünü bozar. Müzeyyen, yerinde kalmalı"

"
"