06 Nisan 2025
Johann Hari
“Peki ya bağımlılık hakkında bildiğimiz her şey yanlışsa?”
Johann Hari işte bu soruyla yola çıktı. Ailesinde yaşanan bir bağımlılık krizinin ardından, yalnızca bir maddeye değil, insanlara, topluma, hayata dair bağın kopmasının ne anlama geldiğini araştırmak istedi. Üç yıl boyunca 30.000 mil yol kat etti; Meksika’dan Vietnam’a, Vancouver’dan Portekiz’e uzanan bu yolculukta bağımlılarla, satıcılarla, uzmanlarla, kartel tetikçileriyle konuştu.
Üçüncü Göz Yayınları’ndan çıkan Kayıp Ruhlarla Savaş, yalnızca bir uyuşturucu politikaları eleştirisi değil; bağımlılık, yalnızlık, anlam kaybı ve sosyal kopuş gibi çağımızın derin sorunlarını ele alan bir araştırma. Hari, yalnızca eleştirmekle kalmıyor; Portekiz örneğinde olduğu gibi çözüm modelleri de sunuyor. En temel mesajı şu: “Bağımlılığın karşıtı ayıklık değil, bağlantıdır.”
Hari’yle online buluştuk. Yanıtlarında gösteriş yoktu ama çok net bir iddia vardı: “Uyuşturucuyu yasaklamak işe yaramıyor. Cezalandırmak yalnızlaştırıyor. Ve bu yalnızlık daha derin bir bağımlılığın zeminini hazırlıyor.” Hari'yle tanışmak, bilgisine ve entelektüel cesaretine hayran kalmamak mümkün değil. Her kitabında olduğu gibi bu kez de susulanı işaret ediyor: Kopmuş bağları yeniden kurmadan, hiçbir toplum iyileşemez.
- Sizinle röportaj yapmak benim için büyük bir heyecan. İlk sorum şu: Kayıp Ruhlarla Savaş’ta bağımlılığın kökenlerini ve uyuşturucu savaşının tarihini ele alıyorsunuz. Ardından, Kaybolan Bağlar ve Çalınan Dikkat kitaplarında ise depresyon, kaygı ve dikkat dağınıklığı gibi meseleleri araştırdınız. Bağımlılıkla modern yaşam tarzı arasında nasıl bir bağ var?
Bu harika soru için teşekkür ederim. Konu benim için çok önemliydi çünkü ailemde bağımlılıkla ilgili ciddi sorunlar yaşandı. En erken anılarımdan biri, bir akrabamı uyandırmaya çalıştığım ama başaramadığım bir sahne. Bu kitabı yazmaya başladığımda, bilinçaltımda bazı şeylerin farkındaydım ama onları henüz adlandıramıyordum. Sevdiğim insanlara yardım edememek, benim için çok sarsıcıydı. Bu yüzden Meksika’dan Vietnam’a, Vancouver’dan Portekiz’e kadar uzanan bir araştırma sürecine girdim. Brooklyn’de yaşayan bir trans bireyden Meksika’daki en acımasız kartel tetikçilerine kadar pek çok insanla konuştum. Ve bu yolculuk boyunca, bağımlılıkla yaşadığımız modern hayat arasında doğrudan bir ilişki olduğunu çok net gördüm. Çoğumuz bağımlılığı, sadece kimyasal bir mesele olarak düşünüyoruz. Sanki rastgele 100 kişiyi alıp onlara üç hafta boyunca günde üç kez eroin verirsek hepsi bağımlı olurmuş gibi. İngilizcede “hooked” (kancaya takılmış) kelimesinin kullanılması da bu yüzden. Ancak bu, gerçeğin sadece küçük bir kısmı. Beni ilk sarsan örnek Britanya’da birinin anlattığı bir şeydi: Diyelim ki bir trafik kazası geçirdiniz ve hastaneye kaldırıldınız. Orada size tıbbi olarak saf eroin, yani diamorfin veriliyor. Bu madde, sokakta bulabileceğiniz eroinden bile daha güçlü. Ama yine de bu ilaçla tedavi edilen insanların büyük çoğunluğu hastaneden çıktıktan sonra eroine devam etmiyor. Eğer bağımlılık yalnızca kimyasalla ilgili olsaydı, bu mümkün olmazdı.
- Bu durum, bağımlılığın yalnızca kimyasal maddelere maruz kalmaktan ibaret olmadığını gösteriyor. Peki, o zaman bağımlılığın esas nedeni nedir?
Farelerle ilgili yapılan deneylerden örnek vereyim. Klasik deneyde farelerin önüne iki seçenek konur: biri sade su, diğeri eroin ya da kokainle karıştırılmış su. Genellikle, fareler uyuşturuculu suyu tercih eder ve birkaç hafta içinde aşırı doz nedeniyle ölürler. Bağımlılığa dair bildiğimiz hikâye işte tam da budur: Maddeyi deneriz, hoşumuza gider, daha fazlasını isteriz ve sonunda bağımlı hale geliriz. Ancak 1970'lerde Profesör Bruce Alexander bu tabloyu sarsan çok önemli bir deney yaptı. Sorunun kimyasalda değil, kafeste olduğunu varsaydı. "Rat Park" adını verdiği ortam, fareler için adeta bir ütopyaydı: Sosyal etkileşim, bol yiyecek, oyun alanları ve çiftleşme imkânı vardı. Aynı zamanda farelere hem sade su hem de uyuşturuculu su sunuldu. Ve sonuç çarpıcıydı: Mutlu ve bağlı yaşayan fareler uyuşturuculu suya neredeyse hiç dokunmadı.
- Bir dakika, burada araya girmem gerekiyor :)Eğer bağımlılığın tamamen kimyasal maddelerden kaynaklandığına inanıyorsak, bu nasıl mümkün olabilir?
Tek başına ve yoksunluk içinde yaşayan fareler hızla bağımlı olurken, sosyal bağlar kuran, hareket özgürlüğü olan fareler aynı maddelere yönelmiyor. Bu deney açıkça gösteriyor ki: Bağımlılığın zıddı ayıklık değil yakınlıktır. Yani asıl mesele şu: Bağımlı kişi, içinde bulunduğu hayatla bağ kuramıyor. Hayatı onun için tahammül edilemez hale gelmiş. Bu bakış açısıyla, Türkiye’de ve Britanya’da uygulanan politikaların temel hataları da görünür oluyor. Biz bağımlı insanları cezalandırarak, onları dışlayarak, daha fazla acı çektirerek iyileşmelerini bekliyoruz. Ama eğer bağımlılığın kökeni zaten acıysa, biz o acıyı büyüttüğümüzde ne elde etmiş oluyoruz? Tam tersine, bu insanlara yeniden bağ kurabilecekleri bir zemin sunmamız gerekiyor.
- Bu durumun depresyonla da bir bağlantısı var mı?
Kesinlikle var. Depresyonla bağımlılık arasında güçlü bir bağ olduğunu düşünüyorum. Günümüz toplumları, ister Türkiye olsun, ister Britanya, giderek Rat Park’tan uzaklaşıyor. Daha yalnız, daha izole hayatlar yaşıyoruz. Gerçek insan ilişkileri yerini ekranlara bırakıyor. Anlamlı bağlar yerine geçici dikkat uyaranlarına yöneliyoruz. Bu da insanları mutsuz ve umutsuz kılıyor. İşte tam bu noktada bağımlılıklar devreye giriyor. Bu bağımlılık eroin, akıllı telefon, kumar olsun fark etmez . Türü değişir ama kökü aynıdır: Bağlantı eksikliği
- Kayıp Ruhlarla Savaş’ı yazarken bir çok ülkeden bağımlılar, uyuşturucu satıcılarıyla, profesörler ve uzmanlarla görüştünüz. Bu süreç sadece bağımlılığı anlamanızı değil, sizi de dönüştürmüş olmalı. Neler yaşadınız bu süreçte?
Bu deneyim beni derinden etkiledi. Özellikle bağımlılığı olan insanlara bakış açım büyük ölçüde değişti. Yolculuğa başladığımda onlara hem şefkat duyuyor hem de içten içe öfke hissediyordum. Bir yanım onların yaşadığı acıyı anlayabiliyordu ama bir yanım da “Neden bunu yapıyorlar? Neden kimse müdahale etmiyor?” diye düşünüyordu. Zamanla bu öfkem yerini daha derin bir kavrayışa bıraktı. Bağımlılığın büyük ölçüde çevresel faktörlerle ilişkili olduğunu fark ettim. Elbette biyolojik ve psikolojik boyutları da var, ancak esas belirleyici, bireylerin yaşadığı koşullar. Koşullar kötüleştikçe, bağımlılığın yaygınlığı da artıyor. Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri olarak 2000 yılında Portekiz’i ziyaret ettim. O dönemde ülke ciddi bir kriz yaşıyordu: Nüfusun yüzde 1’i eroine bağımlıydı. ABD’nin politikalarını örnek alarak daha fazla tutuklama, daha uzun cezalar, daha fazla damgalama gibi önlemler uyguladılar. Fakat sonuçlar kötüleşti. Sonunda hükümet ve muhalefet bir araya gelip radikal bir değişiklik gerektiğine karar verdi. Bu noktada siyasetten tamamen bağımsız uzmanlardan oluşan bir ekip kuruldu ve onlardan soruna çözüm üretmeleri istendi. Hükümet, önerilecek politikaları peşinen kabul edeceğini taahhüt etti. Uzmanlar tüm uyuşturucuların suç olmaktan çıkarılmasını önerdi. Ancak bu sadece başlangıçtı. Asıl mesele, kaynakların cezalandırmaya değil, kişilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye yönlendirilmesiydi. Portekiz hükümeti örneğin işverenlere, bağımlı bir bireyi bir yıl boyunca işe almaları halinde maaşlarını devletin ödeyeceğini taahhüt etti. Ayrıca uygun fiyatlı konut projelerine yatırım yapıldı. Çünkü barınma sorunu yaşayan birinin bağımlılıktan kurtulması oldukça zordur. Amaç rehabilitasyon merkezlerine kapanmak değil, topluma katılımı desteklemekti. Bu yaklaşımın sonucu etkileyiciydi. Ben Portekiz’e gittiğimde uygulama birkaç yıldır yürürlükteydi ve sonuçlar netti: Aşırı dozdan ölüm oranları büyük ölçüde azalmış, HIV bulaşma oranları ciddi biçimde düşmüştü. Portekiz, Avrupa’nın en ciddi uyuşturucu krizlerinden birini yaşamışken, en düşük kullanım oranlarına sahip ülkelerden biri haline gelmişti.
- Portekiz’deki model dünyaya umut verdi ama böyle radikal bir değişimin her yerde hemen kabul görmesi zor. Bu süreçte bu dönüşüme karşı çıkanlar oldu mu?
Bu değişime başlangıçta karşı çıkanlardan biri, Portekiz’in en üst düzey narkotik polislerinden biriydi. Reform uygulanmadan önce bu politikaların felakete yol açacağını düşünüyordu. Ancak onu 13 yıl sonra tekrar ziyaret ettiğimde bana şöyle dedi: “Söylediklerimin hiçbiri gerçekleşmedi ama karşı çıkanların öngördüğü her şey doğru çıktı.” Yıllar boyunca insanları hapse atarak hayatlarını mahvettiği için büyük bir pişmanlık duyduğunu da ekledi. “Onlara zarar vermek yerine hayatlarını toparlamalarına yardımcı olabilirdik,” dedi. Bu bana büyük bir iyimserlik duygusu veriyor. Yıllar içinde, bağımlılık nedeniyle hayatını kaybeden çok insanla karşılaştım. Oysa bu ölümlerin hiçbiri kaçınılmaz değildi. Bu insanlar yaşayabilir, iyi bir hayat sürebilirlerdi.
Buradan, ilk sorunuzla da bağlantılı daha derin bir noktaya geliyoruz: Hepimiz fiziksel ihtiyaçlarımızı (yemek, su, barınma gibi) farkındayız. Ama aynı derecede güçlü psikolojik ihtiyaçlarımız da var: ait olma duygusu, anlam arayışı, değer görmek ve geleceğe dair umut beslemek gibi. Modern Batı kültürü birçok alanda başarılı olsa da, bu temel psikolojik ihtiyaçları karşılamakta giderek başarısız oluyor. Bence bağımlılık krizinin en önemli tetikleyicilerinden biri bu. Eğer insanlara bu ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir yaşam sunabilirsek, bağımlılıktan kurtulmaları çok daha mümkün hale geliyor. Ve bu konuda gerçekten bir şeyler yapabileceğimizi görmek, bana umut veriyor.
- Günümüzde herkes, telefon ekranına, sosyal medyaya, kafeine, hatta başarıya bağımlı. Bu durumda, bağımlılığın karşıtı gerçekten bağlantı mı, yoksa hepimiz farklı formlarda bağımlılığı içselleştirerek yeni bir normal mi yarattık? Eğer bağımlılık kaçınılmazsa, sizce en zararsız ve en tehlikeli bağımlılık türü hangisi?
Bu çok iyi bir soru. Bağımlılık kaçınılmaz değil. Örneğin, ben de kafein tüketiyorum. Onsuz başım ağrıyor, odaklanmakta zorlanıyorum. Ama bu hayatımı mahveden bir şey değil, zararı sınırlı. Öte yandan, bazı insanlar hayatlarını neredeyse hiçbir bağımlılık geliştirmeden sürdürebiliyor. Bağımlılık çoğu zaman stres ve sıkıntıya verilen bir yanıt. Bu dünyada stres her zaman olacak, evet. Ama bu, dünyanın bugünkü gibi aşırı stresli olması gerektiği anlamına gelmiyor. Mevcut çevresel faktörleri değiştirebiliriz, daha sağlıklı bir yaşam kurmak için farklı seçimler yapabiliriz.
- Amerikalı Bürokrat Harry Anslinger’in paranoyak ve ırkçı politikalarının yankılarının günümüzde de sürdüğünü anlatıyorsunuz. Sizce uyuşturucu savaşları bugün hâlâ etnik azınlıkları hedef alan bir kontrol aracı mı?
"Uyuşturucuyla Savaş" terimini ortaya atan kişi Harry Anslinger'di. İçki yasağı sona erince departmanını sürdürmek için bu kavramı icat etti. O dönemde birçok uyuşturucu madde yasaldı, fakat Anslinger bu maddelerin yasaklanması için büyük baskı yaptı ve böylece yepyeni bir kolluk sistemi kuruldu. Özellikle iki grubu hedef aldı: Siyahlar ve Latinler. Aynı zamanda bağımlı bireyleri de düşmanlaştırdı. Kitabımda, caz sanatçısı Billie Holiday’i nasıl takip ettirdiğini ve onun ölümüne neden olan süreci anlatıyorum. Çünkü Holiday, Anslinger’in nefret ettiği her şeyin sembolüydü.
- Peki uyuşturucu yasalarıyla ilgili temel sorun nedir?
Bu yasalar toplumun büyük bir kısmı tarafından ihlal ediliyor. Örneğin, Amerika’da insanların yarısı hayatında en az bir kez uyuşturucu yasasını çiğnemiştir. Ama nüfusun yarısını hapse atamazsınız. Bu yüzden bu yasalar, genellikle devletin zaten hedef almak istediği gruplar üzerinde uygulanır. ABD’de bu genellikle siyahlar ve Latinlerdir. Çin’de ise siyasi muhalifler. Nerede olursa olsun, bu yasalar en sert biçimde, devletin susturmak istediği topluluklara karşı kullanılır.
- O halde uyuşturucu savaşının kazananları kimler? Bu sistemin devam etmesini sağlayan güç odaklarını nasıl tanımlarsınız?
Uyuşturucuları bulduğunuzda, yok olmazlar. Sadece yasal işletmelerden (eczanelerden ve doktorlardan), silahlı suç örgütlerine transfer edilirler ve bu da büyük bir şiddet dalgasına yol açar. Uyuşturucuyla savaş, aslında uyuşturucu için bir savaş yaratır. Bir Avrupa şehrine girdiğinizi ve bir dükkândan bir şişe votka çalmaya çalıştığınızı düşünün. Mağaza sizi yakalarsa polisi arar, polis gelir ve sizi tutuklar. Bu yüzden mağazanın şiddete başvurmasına gerek kalmaz; mülkiyet haklarını koruyacak bir hukuk sistemi vardır. Ancak eğer kokain ya da eroin çalmaya kalkarsanız, bu maddeleri satan kişiler polisi arayamaz, çünkü polis önce onları tutuklar. Bu yüzden satıcılar kendilerini korumak zorundadır. Ancak her gün kavga etmek istemedikleri için, o kadar korkutucu ve acımasız bir imaj oluşturmalılar ki, kimse onlara meydan okumaya cesaret edemesin. Yasadışı ve yasaklı bir piyasada, uyuşturucuya dair anlaşmazlıklar ancak şiddet yoluyla çözülebilir. Şimdi kendinize şu soruyu sorun: Heineken’in CEO’su, Smirnoff’un CEO’sunu vurup öldürecek mi? Hayır. Londra’daki bir bar, rakip barın üzerine silahlı adamlarını gönderecek mi? Hayır. Ama tam olarak bu, Amerika’daki içki yasağı döneminde oldu ve hepimiz içki yasağının nasıl bir felakete yol açtığını biliyoruz. Bugün Heineken’in CEO’sunun kim olduğunu bilen çok az insan vardır, ama Pablo Escobar’ın adını herkes bilir. Aynı durum uyuşturucular için de geçerli.
Pablo Escobar’ın oğlu Sebastián Marroquín bana şunu söylemişti: “Babamın gerçekten korktuğu tek şey, uyuşturucuların yasallaşmasıydı.” Çünkü uyuşturucular yasallaştığında, piyasaya tekrar yasal bir çerçevede yön verilir ve suç örgütleri büyük ölçüde iflas eder. Şiddet büyük oranda azalır.
- Bu konuda bir araştırma var mı?
Evet Ebru, Harvard’dan Profesör Jeffrey Miron’ın (M-I-R-O-N) bir araştırması var. 20. yüzyıldaki cinayet oranlarını gösteren grafik gerçekten inanılmaz. İçki yasağı başladığında cinayet oranları fırlıyor; içki yeniden yasallaştırıldığında ise dramatik bir düşüş yaşanıyor. Ardından, uyuşturucu yasaklarının sertleştirildiği 1970’lerde cinayet oranları tekrar yükseliyor. Bu, şiddeti etkileyen tek faktör değil ama en büyüklerinden biri.
Dolayısıyla, uyuşturucu savaşının en büyük kazananları silahlı suç örgütleri. Ancak bu savaştan fayda sağlayan başka gruplar da var: hapishane endüstrisi, polis teşkilatları ve diğer baskıcı güçler.
- Bağımlılığın sadece kimyasallardan kaynaklandığı inancı doğru değilse, o zaman esas nedeni nedir?
Vietnam ve Portekiz örnekleri, bağımlılığın esas olarak uyuşturucunun kimyasal etkilerinden kaynaklandığı yönündeki yaygın inancı çürütüyor. Örneğin, kumar bağımlılığını düşünelim. Kimse bir iskambil destesini burundan çekmiyor ya da bir zarı enjekte etmiyor, ama kumar bağımlıları alkol ya da kokain bağımlıları kadar güçlü bir bağımlılık yaşayabiliyor. Bu durum bize, bağımlılığın yalnızca kimyasallarla açıklanamayacağını gösteriyor. Elbette kimyasal maddelerin rolü var, ancak bu tabloyu tamamlamıyor. Bağımlılığın kökeninde daha çok psikolojik ve çevresel faktörler yatıyor.
- ABD'nin Latin Amerika'daki uyuşturucu politikaları, sizce bir hegemonya stratejisinin parçası mı? Yoksa bu, sadece suçla mücadele kılıfında yürütülen açık bir sömürge siyaseti mi?
Kesinlikle öyle. Hatta sorunun "gizli" kısmına katılmıyorum, çünkü bu durum hiç de gizli değil. Tam tersine, oldukça açık. Örneğin, Trump açıkça şunu söyledi: "Eğer uyuşturucu tedarikini kısıtlamaz ve bizim dediklerimizi yapmazsanız, ticaret anlaşmalarınızı iptal ederiz." Ancak ABD bunu sadece Trump döneminde değil, neredeyse yüz yıldır yapıyor.
Latin Amerika’da, özellikle Meksika’da uygulanan politikalar, Kanada için hiçbir zaman uygulanmadı. Çünkü Meksika, ABD için sömürülmesi gereken bir alan olarak görüldü. ABD, Kolombiya’dan Kuzey Meksika’ya ve El Salvador’a kadar birçok bölgeyi mahvederek bu modeli zorla dayattı. Bunun sonucunda da korkunç seviyelerde şiddet ortaya çıktı. ABD, Meksika'ya yönelik bu politikaları yüzyıldır uyguluyor, ama aynı şeyi Kanada’ya yapması gerekmiyor. Meksika’yı sömürgeleştirmeye ihtiyaç duyuyorlar. ABD’nin Latin Amerika’ya yaptıklarına bir bakın; bütün bölgeleri harap etti. Kolombiya’dan Kuzey Meksika’ya, El Salvador’a kadar pek çok ülkeyi mahvetti. Uygulanan bu model, olağanüstü seviyede şiddet yarattı. Aynı şey Afrika’da da oldu. 1970’lerde Türkiye’de, ABD’nin baskısıyla haşhaş ekimi yasaklandı ve Türkiye’ye yönelik son derece mantıksız ve zararlı politikalar dayatıldı. Bunu çok net bir şekilde görebiliyoruz.
- Gazeteci Patrick Radden Keefe, Acı İmparatorluğu kitabında Purdue Pharma’nın opioid krizini nasıl büyüttüğünü detaylı biçimde anlatıyor. Sizce yasa dışı uyuşturucu kartelleriyle Purdue gibi büyük ilaç şirketleri arasında ahlaki bir fark var mı? Hangisi daha tehlikeli?
Patrick Radden Keefe’e büyük saygı duyuyorum, ancak onun Acı İmparatorluğu kitabında ve genel olarak opioid krizine dair anlatılanların fazla basite indirgenmiş olduğunu düşünüyorum. Evet, Purdue Pharma yöneticileri etik dışı davrandı. Sackler ailesinin yargılanmasını ve servetini kaybetmesini umuyorum. Opioid bazlı ilaçların riskleri hakkında yalan söylediler ve bunun bedelini ödemeliler. Ama bu kriz yalnızca Purdue Pharma yüzünden olmadı. ABD'de opioid kaynaklı ölümler, en çok intihar ve kendine zarar verme oranlarının yüksek olduğu bölgelerde yoğunlaşıyor. Profesör Angus Deaton ve Anne Case bunu “Umutsuzluk Ölümleri” olarak tanımlıyor. Bu kriz, derin bir umutsuzluk içinde yaşayan insanlarda yayılıyor. Mesela Batı Virginia’ya gittiğinizde, insanların işlerini, ailelerini, topluluklarını kaybettiklerini ve bu yüzden neden bu kadar çok acı çektiklerini hemen anlarsınız.Bunu 18. yüzyıldaki “Cin Çılgınlığı” ile kıyaslayabiliriz. O dönemde insanlar kötü yaşam koşulları yüzünden aşırı alkol tüketmeye başladı. Krizin nedeni cinin varlığı değil, insanların büyük şehirlerdeki yaşam koşullarına ve toplumsal yalnızlığa mahkûm edilmesiydi. Bugün herkes cin satın alabiliyor ama böyle bir kriz yaşanmıyor çünkü toplumdaki umutsuzluk düzeyi değişti.Benzer şekilde, bugünkü opioid krizinin sebebi de yalnızca ilaçların mevcudiyeti değil. Purdue Pharma'nın sorumluluğu büyük, ancak sadece arzı suçlamak tabloyu eksik okumaktır. Asıl soru şu: İnsanlar neden bu maddelere yönelmek zorunda kaldı?
- Bugün dünya genelinde, özellikle gençler arasında uyuşturucu kullanımı büyük bir artış gösteriyor. Gençleri bu sarmaldan korumanın en etkili yolu ne? Devletler, aileler ve toplumlar gerçekten işe yarayan bir çözüm üretmek için ne yapmalı?
Bu gerçekten harika ve çok önemli bir soru. Aslında bu konu, Kaybolan Bağlar kitabımın da ana teması. Genellikle bağımlılık deyince bireysel iyileşmeden söz ederiz—ki bu elbette gerekli. Ama asıl konuşmamız gereken şey toplumsal iyileşme. Sadece bireyler değil, toplum olarak da bir şeyleri yanlış yapıyoruz ve bunu birlikte onarmamız gerekiyor.
Bu da öncelikle yalnızlık krizini ele almayı gerektiriyor. Sosyal medyanın, çocukların zihnini çok erken yaşta ele geçirmesini engelleyecek düzenlemelere, acıyı hafifletecek ekonomik ve sosyal politikalara ihtiyacımız var. Kitabımda bunları detaylıca anlattım. Ama en önemlisi şu: Bu kriz kaçınılmaz değil. Pek çok toplum, bağımlılıkla daha insani ve etkili yollarla mücadele etmeyi başarıyor. Türkiye’de de uyuşturucuya bağlı ölümler yüksek ama bu ölümleri büyük ölçüde azaltacak ve birçok insana iyi bir yaşam şansı verecek stratejiler var. Kaybolan Bağlar’da , bu değişim sürecinin nasıl başlayabileceğine dair bir rehber niteliğinde.
Harika sorularınız için çok teşekkür ederim! Sağlıcakla kalın!
- Amacım 15 yıl önceki olayı tekrar masaya yatırmak değil ancak merak ediyorum. Geçmişteki hatalarınız için ağır bir bedel ödediniz. O günden bu yana inşa ettiğiniz güven, saygınlık ve üretkenlik sürecine baktığınızda ne düşünüyorsunuz? Ebru, on beş yıl önce iki yanlış yaptım. Başka gazetecilere söylenen bazı alıntıları bana söylenmiş gibi sundum ve bazı Wikipedia sayfalarını takma adımla düzenledim. O zamanlar bunun için haklı olarak önemli bir bedel ödedim. O zamandan beri tüm kitaplarım için kullandığım tüm alıntıların ses kayıtlarını kitabın web sitelerine koydum, böylece insanlar bunların doğrudan bana söylendiğini dinleyebilir. Kitaplarımın Noam Chomsky'den Hillary Clinton'a, Oprah Winfrey'den British Medical Association'a kadar çeşitli kişi ve kurumlar tarafından bu kadar beğenilmesinin ve övgü toplamasının nedenlerinden biri de bu. Ayrıca kitaplarım Oscar'a aday gösterilen bir filme ve Samuel L Jackson'ın oynadığı 8 bölümlük bir televizyon dizisine ve 90 milyondan fazla kez izlenen iki TED konuşmasına uyarlandılar. Birçok ödül kazandılar. |
Ebru D. Dedeoğlu kimdir? Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı. Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı. Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı. Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu. Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı. |
"Devlet destek vermiyordu. Hatta destek vermek bir yana, bir ara vergileri bile yükseltmişler! 1968’de Kent Oyuncuları kendi tiyatro binalarını yaptırdığında tamamen kredi çekerek ve borçlanarak bu adımı attılar. Ama müthiş bir azimle çalışıyorlardı. Hafta yedi günse, onlar sekiz gün oynuyorlardı!"
"Müzeyyen’in devamı olmaz, olamaz. O hikâye kendi içinde tamamlandı. Bazen bir karakteri yaşatmaya devam etmek, onun büyüsünü bozar. Müzeyyen, yerinde kalmalı"
"Hakikat yolculuğu, önce insanın kendisiyle başlar. Kahramanın toplumsal bir cinayeti çözmeye çalışırken kendi içindeki cinayetle yüzleşmesi bu yüzden önemli. İnsan kendinden rahatsız olmadan, geçmişiyle hesaplaşmadan aydınlık bir zemine çıkamaz. Romandaki yolculuk da tam olarak bunun üzerine kurulu"
© Tüm hakları saklıdır.