16 Mart 2025
İlhami Algör ve Ebru D. Dedeoğlu
İlhami Algör… Evet, evet, Fakat Müzeyyen, Derin Bir Tutku’nun yazarı! Hatırladınız mı? Üç kuşağın kalbine kazınan, aşkın en kırık ve en büyülü halini anlatan o roman… Okumayanlar bile filminden tanıyor Müzeyyen’i. Şimdi ise Hollanda’da sahnelenmesi için görüşmeler yapılıyor. Ama Algör yalnızca Müzeyyen’in yazarı değil. Onu keşfedenler için her romanı, farklı bir dünya, farklı bir dil.
Algör, sistemin ve hâkim edebiyat anlayışının dışında duran bir yazar. Popüler anlatılara yaslanmaz, bilindik kalıplardan uzak durur. Hikâyeleri, okuyucusunu konfor alanından çıkarır; zamanı ve mekânı bükerek yeniden kurar. İletişim Yayımları’ndan yayımlanan Jül Vern Seyahat Acentesi de klasik bir macera romanı değil, aksine yerleşik anlatıyı ters yüz eden, gölgede kalmış hikâyeleri öne çıkaran bir metin. Bu kez, Jules Verne’in idealize ettiği sömürgecilik çağını sorguluyor. Seksen Günde Devrialem’in Phileas Fogg’u üzerinden, anlatının kimleri kapsayıp kimleri dışladığını soruyor. Erkeklerin hüküm sürdüğü bir dünyada sesi bastırılan kadınları sahneye çıkarıyor: Nellie Bly, Jessie White Mario ve daha niceleri...
T24 ofisinde buluştuk. Jül Vern Seyahat Acentesi üzerinden 19. yüzyılın güçlü kadınlarını, Jules Verne edebiyatını, emperyalizmle hesaplaşan yanlarını ve görmezden gelinen detayları konuştuk. Sohbetimiz, Algör’ün yazarlık serüveninden obsesyonlarına, aidiyet meselesinden zamanın izlerine kadar uzandı. Ama asıl merak ettiğim şu: Müzeyyen’i yaratan adam kim? Dünyayı nasıl görüyor? Hikâyeler, onun gözünde nasıl şekilleniyor? Kaçamak yanıtlar, zekice sorunun etrafında dolanmalar… Algör’ü yakalamak kolay olmadı ama yine de pes etmedim.
- Romanlarında zaman dağılır, karakterler kaybolur, mekânlar değişir ama hep bir ‘orada olmayan ama hep var olan’ hissi kalır. Peki, bu romanları yazan İlhami Algör kim?
Biraz kazık bir soru ama hadi oynayalım bu soruyla, bir tur atalım etrafında. Şimdi, mesela ben bu soruyu alıp gidip iki gün sonra gelip cevaplasam olur mu?(gülüyor) Çünkü insanın durup kendine bakması, kendisini dışarıdan görmeye çalışıp “Ben kimim?” diye sorması o kadar kolay bir şey değil. Elbette, nüfus kâğıdına bakarsan 1955 doğumlu biri olarak geçen yüzyılın ortalarına denk düşüyorum. Bir anlamda, geçen yüzyılın yaratığıyım. Şaka değil, ciddiyim. 2000’lerden sonra dünya hızlandı ama ben biraz yavaşladım. İstanbul’da doğdum, büyüdüm; zamanın ve mekânın içinde, tarih ve coğrafyanın beni şekillendirdiğini düşünüyorum. Biz hangi toplumda, hangi zaman diliminde doğduysak, kim olduğumuzun cevabını biraz da o koşullar belirliyor. Ama bana "Sen kimsin?" diye sorarsan, açıkçası bunu tek bir cümleyle yanıtlayamam. 70 yıllık bir hayatın içinden konuşuyorum. Çocukluk hâlâ ben de, şimdi de var. Arada geçen koca bir zaman var. Bunların toplamı nasıl bir şeye dönüşüyor, bazen ben bile emin olamıyorum. Bu arada, sorulardan kaçma yeteneğim var, bunu da itiraf edeyim. Muhtemelen bir sonraki sorularda da benzer şeyler yaparım. Ama gerçekten, “İlhami Algör kim?” sorusunun net bir cevabı var mı bilmiyorum. Asıl mesele şu: Siz dışarıdan bakınca nasıl görüyorsunuz?
- Bir sohbetinizde obsesif olduğunuzu söylemiştiniz. Açıkçası, romanlarını okuduktan sonra bu yeni öğrendiğim ama eksik parçayı tamamlayan bir bilgi. Bir yazar için takıntılı olmak iyi bir şey mi? Yoksa mükemmeliyetçiliğe vardığında işler ters mi gidiyor? Vazgeçebiliyor musunuz?
Ben sadece kendi sınırlarım içinde cevap verebilirim, tabii yine kaçma yeteneğimi kullanarak.:) Obsesiflik meselesine gelince, Vedat Ozan’ı bilirsin, onun kokular üzerine dört ciltlik bir kitabı var. O, obsesiflik konusunda bir numaradır. Ben ise iki numarayım. Aramızda böyle bir şaka döner: "Obsesifler candır."Ayrıntılara takıntılı olduğumu kabul ederim. Hangi hikâyeye, hangi akışa giriyorsam, o yapının içinde birbirine göz kırpan, ilinti kurabileceğin detayları ararım. Çünkü o ayrıntılar sadece hikâyeyi beslemekle kalmaz, aynı zamanda ona enerji de verir. Bir tür samanlıkta iğne arama hali… Ama zorlamadan, kendi doğallığında ilintilenebilecek şeyler varsa, onları bulmayı severim.
- Peki, iyi mi, kötü mü?
Bence bu bir tür saplantılı dikkat, ama faydalı bir dikkat. Ama işin mükemmeliyetçiliğe vardığı noktada tehlikeli olabilir. Çünkü bazen fazla takılınca, bazı şeyleri bırakmak zorlaşıyor. Ama hayat öğretiyor insana, bazen vazgeçmek de gerekiyor.
- Bu takıntılar sadece yazılarında mı geçerli, yoksa hayatının tüm alanına mı yayılıyor?
Hayatın tüm alanında küçük takıntılarım var. Ama küçük mü bilmiyorum. Evden çıkarken ocağı kapattığımı bilsem bile dönüp tekrar kontrol ederim. Kettle’ın fişini çekmiş olmama rağmen gidip bir daha bakarım. Bunlar var. Bunlar dışında da takıntılarım var ama bu sohbetin konusu değil, oraya girmeyelim. Mükemmeliyetçilik meselesine gelince… Aslında pek mükemmeliyetçi değilim. Ama belki dışarıdan öyle görünüyor olabilir. Ne demek istediğini anlıyorum, hatta buradan çıkınca da düşünürüm. Eğer netleşmezse, belki sana telefon açıp: "Ne demek istedin?" diye sorarım. Ama mükemmeliyetçilik bana pek yakın gelmez. Hatta korkutur. Çünkü fazla mükemmeliyetçilik insanı sıkıştırır, gaz yapar. Hakikaten gaz yapar.
- Bir önceki sohbetimizde “Kadınları severim” demiştin. Bu sadece bir cümle olarak kalmasın, açalım. Aşka nasıl bakıyorsun? Yazarken inşa ettiğin aşklar mı daha gerçek, yoksa yaşadıkların mı? Yoksa senin için ikisi de birbirine karışan, sınırları olmayan bir ağ mı?
Başımı belaya sokacaksınız. Hadi birlikte hatırlayalım… O cümleyi ben öyle durup dururken, havada asılı bir şekilde kurmadım. O zaman Jules Verne Seyahat Acentesi’nden bahsediyorduk ve özellikle kadın karakterleri konuşuyorduk. Yanılmıyorsam Jessie White Mario’dan söz açmıştık. 1800’lerin ortalarında, kendi sınıfındaki kadınlardan çok daha ileri bir eğitim almış, düşünce olarak da zamanının ötesine geçmiş bir kadın. Bir noktada Garibaldi’yle tanışıyor ve onun bağımsızlık mücadelesine inanarak destekçisi oluyor. Ama asıl mesele şu: Kadın doktor olmak istiyor, fakat tıp fakültelerine kabul edilmiyor. “Kadınlardan doktor olmaz” deniyor. Fakat o vazgeçmiyor, azmediyor, direngenliğiyle, zekâsıyla, inadıyla bu bariyerleri aşmaya çalışıyor. Benim "Kadınları severim" cümlem, işte o sohbetin, o bağlamın içinde geçti.Ama şimdi müsaadenle bir şey söyleyeyim: Bugün kadın hareketi çok güçlü bir yerde ve haklı olarak da sert bir mücadele veriliyor. Hal böyleyken, "Kadınları severim" cümlesi pek çok kaşı havaya kaldırabilir. “Ne demek yani? Kadınları severim derken?” diye sorgulanabilir. Bu konuda daha temkinli olmam gerektiğini de biliyorum. Bak, ben iki ablayla büyüdüm. Çocukken mahallede erkek çocuklarıyla top oynardım ama o oyunların içinde hep bir iktidar mücadelesi olurdu. Şeflik savaşları, kavga, hırs… Oysa kızlarla oynadığımda, oyun gerçekten oyun olarak kalıyordu. İşin içinde başka bir yarış, başka bir güç gösterisi olmuyordu. Belki de o yüzden kızlarla daha çok vakit geçirirdim. Ama bu da bazen başıma dert açıyordu. Oğlanlar, "Kızlarla mı oynuyorsun?" diye sataşırdı, bazen kavgalara bile girerdik.Ve tabii, Türkiye’de kadın cinayetlerinin, kadına yönelik şiddetin bu kadar vahim olduğu bir dönemde, "Kadınları severim" cümlesi bir taraf belirtme meselesine de dönüşüyor. Ben bunu da kabul ediyorum. Ama galiba, bunu çok sık dile getirmesem daha iyi… Neden biraz ürktüğümü anlıyorsundur, değil mi?
- Ya aşk?
Ebru, sence de aşk’ın içi boşaltılmadı mı? Sevmek diyelim bence. Sevmek bir yetenek. İnsan canlısına bahşedilmiş bir şey. İyi bir şey, her eve lazım. Gerçi aşk evden kaçan bir şey gibi geliyor bana, ama sevgi kalıcı. Aşk biraz daha uçucu, geçici. Tabii iddia etmiyorum, ısrarcı da değilim ama aşk kelimesinin içini biraz boşalttılar sanki. O yüzden oradan uzak durmak istiyorum. Bir de aşk, "ya benimsin ya toprağın" gibi bir hâle büründüğünde artık aşk olmaktan çıkıyor. Allah kolaylık versin o arkadaşlara. O, sakat bir durum.
- Peki, yazdığınız aşklar mı daha gerçek, yoksa yaşadıklarınız mı?
Yazarken kimse sana bir şey söylemez, orada daha özgürsün. Hatta belki bir tür itiraf bile olabilir. Ama şunu söyleyeyim, iyi bir psikolog yazdıklarını okusa, kesinlikle bazı cümleler kurar. Senin aşka, sevgiye, ilişkilere nasıl baktığını çözmeye çalışır. Ama yazdıklarınla yaşadıkların birebir örtüşmek zorunda değil. Hani bir bedenin gölgesi gibi… Hem ayrılar hem de aslında ayrılmazlar. Ama tabii, ufak da olsa bir şeyler vardır kişinin kendisinden.
- Romanlarınızdaki erkek karakterler giderek daha yumuşuyor, hatta kadın bakış açısının daha fazla yer kazandığını hissediyorum. Eskiden çok az da olsa sezilen o şovenist tavır neredeyse tamamen kaybolmuş. Şimdi tam kıvamında: Daha kadıncı, daha derin, daha dengeli…
Doğru söylüyorsun, bunu daha önce de duydum. Ne güzel şeyler söylüyorsunuz. Devam edin lütfen. (gülüyor) Teşekkür ederim.
- Aidiyetsizlik de bir aidiyet olabilir mi? Sence köksüzlük insanı özgürleştirir mi, yoksa bir sınır mı çizer?
Bence mümkün. Ben İstanbul’da, tarihi yarımadada doğup büyüdüm. Ama ailem Erzincan-Dersim kökenli. Yani hem şehirli bir çocuğum, hem de o kültürden gelen bir tarafım var. Bir anlamda melezim. Üstelik sadece bununla da sınırlı değil, dünyalı olma hissi de hep içimdeydi. Eskiden kimlikler bu kadar ön planda değildi. Daha çok sınıfsal okumalar, sosyalizm, kapitalizm gibi kavramlar üzerine konuşulurdu. Ama son yıllarda kimlik meseleleri daha baskın hale geldi. İnsan, aidiyetine sıkı sıkıya sarıldığında, bir noktada özgürlüğünü de kısıtlayabiliyor. Kuyunun dibindeki kurbağa gibi, dünyayı yalnızca gördüğü çerçeveden ibaret sanabiliyor. Aidiyet konusunda kendimi sınırlamayı sevmem. Melezlik bana hep daha zengin bir şey gibi gelir. Çünkü ne tamamen birine, ne de diğerine ait olursun; ama aynı anda ikisini de taşıyabilirsin. Ve bu, dünyayı daha geniş bir perspektiften görmeyi sağlar.
- Peki, romanlarındaki karakterler bazen kendi seslerini, iç seslerini duymak için derin monologlara dalıyor. Amaç modern insanın içsel yalnızlığını daha belirginleştirmek mi?
Bazı edebiyat eleştirilerinde buna benzer yorumlar gördüm. “Modern insan, yalnızlık, içe dönme” gibi tanımlamalar yapılıyor ama ben bunu bilinçli bir amaç olarak kurgulamıyorum. Bu, bende zaten var olan bir şey; kendinden desenli bir kumaş gibi. Yazarken malzeme neyse, onu kullanıyorsun. Aslında bu, obsesiflik meselesiyle de bağlantılı. Hayatta bazen bir an yaşarsın ama aynı anda zihnin ikinci bir göz gibi o ana dışarıdan da bakar. O iç ses, yazıda daha kolay kendini gösteriyor. Gündelik hayatta o sesi seslendirmek zor ama yazıda zaman kontrolü sende olduğu için iç ses kendine yer buluyor. Belki de bu yüzden karakterlerim de zaman zaman kendi seslerini dinlemek zorunda kalıyor.
- Yazmanın büyüsü burada mı gizli?
Ben bunu bilinçli olarak yapmıyorum. “Şimdi modern insanın yalnızlığını, iç dünyasını yazayım” diye oturmuyorum başına. Bu, kendiliğinden gelişen bir şey. Zihninin çalışma biçimi, anlatım tercihlerinin doğal bir yansıması. Yazarken senin içinde olan, zaten sende var olan bir şey metne sızıyor. Belki de yazmanın büyüsü tam burada: İçindeki sesleri fark etmeden kağıda dökmekte.
- Yeni romanınız Jül Vern Seyahat Acentesi ince ince örülmüş bir ağ gibi, birbirine bağlı karakterler, zamanlar, anlatılar… Bu ağı örerken ipin ucunu kaybettiğin, düğümlendiğin, koparıp atmak istediğin anlar oldu mu? Yazma sürecinizi konuşalım mı?
Şimdi, Jül Vern Seyahat Acentesi’nin temel çıkış noktası 1872’de yazılmış 80 Günde Devrialem ve bundan 17 yıl sonra Amerikalı gazeteci Nellie Bly’ın bu yolculuğu gerçekte yapmaya kalkışması. Bly, bir yolculuğa çıkmanın ötesinde, zamanın toplumsal normlarına da meydan okuyan biri. Daha 16 yaşındayken yerel bir gazeteye, kadınların sadece mutfakta, ev işlerinde var olmalarını normalleştiren yazılarla ilgili bir eleştiri mektubu yazıyor. Editör etkilenip onu işe alıyor. Sonrasında Meksika’ya gidiyor, orada yazılar yazıyor ama siyasi karışıklıklar nedeniyle geri dönmek zorunda kalıyor. Daha sonra New York’a gidip Joseph Pulitzer'in sahibi olduğu New York World çalışmaya başlıyor. O yıllarda dünyayı en hızlı dolaşma meselesi herkesin dilinde. Şimdi yapay zeka konuşuluyor ya, o zaman da bu yarış var. Bly, 80 Günde Devrialem’de anlatılan rotayı gerçekten yapmak istediğini söylüyor ama “Kadınsın, tek başına yapamazsın, yanına birileri lazım, çok çanta alırsın” gibi laflar işitiyor. Tüm bu önyargıları hiçe sayarak tek başına yola çıkıyor, Fransa’ya gidip Jules Verne ile görüşüyor, ondan onay alıyor ve devam ediyor. Bu anlatıyı kurarken düğümlendiğim, ipin ucunu kaybettiğim anlar elbette oldu. Çünkü bir yandan tarihi dokuyu koruyarak, bir yandan da kurguyu canlı tutarak ilerlemek gerekiyor. Ama sanırım yazmanın da büyüsü burada—bazen kaybolmak, bazen düğümlenmek, bazen de yeni yollar keşfetmek.
- Peki, romanın kurgu aşamasında ipin ucunu kaybettiğin, unuttuğun ya da bazen serbest bıraktığın anlar yaşadın mı?
Elimizde iki farklı metin var: 80 Günde Devrialem, masa başında haritalarla kurgulanmış bir metin. Diğeri ise, 17 yıl sonra Nellie Bly’ın gerçekten yaptığı yolculuğa dayanan ama bir yerden sonra turistik yazılara dönüşen anlatısı. Nellie Bly’ın metni sahaya dokunuyor, insanlarla temas ediyor, çölün sıcağını, trenin gürültüsünü hissediyor. Bu iki metin bana anlamlı bir çerçeve sundu. Ama kurmaca sadece bu iki çamaşır ipiyle sınırlı değil. Takıntılarım devreye girince şunu sordum: Bu yolculuğa başka kimler eşlik etmiş olabilir? Tarihsel anlatılarda hep aynı kahramanları görmeye alışığız ama gerçekten o trende, o rotada, o dönemde başka kimler vardı? Bir kurgu metninde bu karakterleri içeri sızdırabilir miyim? Çamaşır ipine sadece büyük havluları değil, araya birkaç çorap, bir mendil de iliştirebilir miyim? Jules Verne’in popüler ve zamansız bir metni var elimde. Bu milyonlarca insanın çocukken okuyup büyüdüğü, dünyaya ilk macera duygusunu kazandıran bir metin. Peki, bunun içine Garibaldi ile savaşan Jessie White gibi güçlü bir kadın figürü, ya da başka unutulmuş hikayeleri dahil etmek bir suistimal mi? Bunu yaparken ipin ucunu bazen serbest bırakıyor, bazen de düğümlüyorsun. Ama sanırım, hikâyeyi başka bir yerden okumak, tam da bu noktada kıymetli hale geliyor.
- Nellie Bly’ın akıl hastanesine yatıp gözlemlerini yazması, tek başına Jules Verne’e inat 80 günde dünyayı dolaşması… Onun hikayesini okuduğumda büyülenmiştim. Peki, senin onunla yolların nasıl kesişti?
Açıkçası ilk nerede karşılaştığımızı hatırlamıyorum ama Jules Verne'e kafayı taktığım dönemde onun yolculuğunu araştırırken Nellie Bly’ın metnine rastladım. Eğer o metin halka açık olmasaydı, muhtemelen yollarımız hiç kesişmeyecekti.
- Metne nasıl ulaştınız?
İnternette, Internet Archive isimli bir sitede karşıma çıktı. Nellie Bly’ın 80 günlük yolculuğuna dair yazdığı metin orada yüklüydü. İngilizceydi, ama üzerinde çalışmaya başladıkça daha fazla detay ortaya çıkmaya başladı. New York’a ilk geldiğinde Pulitzer’in gazetesinde çalışmaya başlamıştı. Daha sonra bir petrol milyarderiyle evlenip petrol varili üretimi işine girdi. Ama asıl hikâyesi, o ünlü akıl hastanesi meselesi. Hasta rolü yaparak içeri sızıyor, 10-15 gün boyunca içeride kalıyor ve çıkınca hastanenin iç yüzünü ortaya döken bir rapor yazıyor. Bu rapor, sadece o hastaneyi değil, tüm sistemi sarsıyor. Ondan sonra basında yeni bir dönem başlıyor: Soruşturmacı gazetecilik. Ve ilginçtir, özellikle kadın gazeteciler için bir kapı açıyor. Gerçek adı Elizabeth Cochran. Hakikaten ilginç bir kadın. Cesur, kararlı, meraklı. Jules Verne’in masa başında hayal ettiği yolculuğu, fiziksel olarak gerçekleştiren biri. Bence tam bir hikâye kahramanı gibi...
- Romanın bir eğer kadın karakteri Jessie White Mario. Gazeteci, aktivist ve devrimci bir kadın. Ama çoğu zaman onun adı Garibaldi’nin gölgesinde anılıyor. 19 yy da ismi bilinmeye nice cesur kadınlar var. Sence tarih, devrimleri ve mücadeleleri hep erkeklerin hikâyesi olarak mı anlatıyor?
Bunu söylemek mümkün. Zaten hangi tarihten bahsediyoruz? Egemenlerin, yukarıdan aşağı yazılan tarihten söz edersek, orada erkekler baskın. Ama kadınlar artık bu anlatıyı deliyor. Son yıllarda bu süreç hızlandı, kadınlar kendi yollarını açıyor ve bize yeryüzüne dair farklı okumalar sunuyorlar.Tabii mesele popülerlikle de ilgili. Görünür olabildikleri ölçüde bu hikâyeler bize ulaşıyor. Popülerleşmezse, her şey belli bir alanda sıkışıp kalıyor. Popülerlik hem zehir hem panzehir gibi. Ama yine de bazı şeylerin pulları dökülüyor ve bu değişimi görmek umut verici.
- Jules Verne hepimizin hayal dünyasını şekillendirmiş bir yazar. Jül Vern Seyahat Acentesi için Verne tutkunlarından tepki aldın mı?
Henüz doğrudan bir yorum almadım. Ama Jules Verne’in dünyasına farklı bir bakış sunmak bazı okurlara ilginç ya da tedirgin edici gelebilir. Sonuçta Verne, çocukluk maceralarımızın kurucusu, hayal gücümüzü ateşleyen biri. Onun hikâyeleriyle büyüyenler, alışılmışın dışındaki bir yoruma mesafeli olabilir. Ama anlatılar tek bir yoldan okunmaz. Benim derdim, Verne’i değiştirmek değil; onun hikâyelerinin gölgede kalmış köşelerine başka bir ışık düşürmek. Gerçek Verne tutkunları zamanla ne diyecek, merak ediyorum.
- Merak ediyorum. Jules Verne’in eserleri iki döneme ayrılıyor: önce emperyalist maceraların romantize edildiği dönem, sonra bunun eleştirildiği daha karanlık bir dönem… Sence Verne, bir noktada kendi yazdıklarından pişman olmuş mudur?
Pişman olup olmadığını bilemem ama buna vakti olup olmadığını da bilmiyorum. En belirgin işaretlerinden biri 20. Yüzyılda Paris adlı romanıydı. Editörü bu kitabı sakıncalı buldu, “Bu senin toplum imajına zarar verir” dedi. O dönemde Verne, sanayi çağının destancısı olarak görülüyordu. İnsanlar onun kitaplarına hayranlıkla kapılarını açarken, birdenbire bu medeniyetin sonunun hüsran olacağını yazması ters köşe oldu. Editörüyle bu yüzden tartıştı ve kitap kasaya kilitlendi. Ölümünden sonra, oğlu sayesinde gün yüzüne çıktı. Bu, pişmanlıktan çok, bir farkındalık anı olabilir. Verne’nin özellikle İngilizlere kafayı taktığını, onlara karşı hep hafif bir alaycılık taşıdığını görüyoruz. Ama asıl dönüşümü, teknolojik gelişmelere bakışında yaşadı. Başta büyük bir iyimserlikle yaklaştığı bu ilerlemenin, aslında bedelini başka kültürlerin ödediğini fark ettiğinde, anlatılarında da bu bilinç belirginleşti. Tıpkı bugün yapay zeka hakkında duyduğumuz çelişkili hisler gibi: Hem bir hayranlık hem de bir endişe.
- Osmanlı genellikle içeriden anlatılır, sen ise dışarıdan bir bakış sunuyorsun. Süveyş Kanalı açılırken Osmanlı neden törene katılmadı? Bu bir emperyal inat mıydı, yoksa artık geride kaldığını kabullenmek istemeyen bir güç mücadelesi mi?
Osmanlı’ya dışarıdan bakma fikri, yıllar önce Ethem Eldem Hoca’nın bir makalesinden zihnime kazındı. Çocukluğumuzdan beri Osmanlı hep payitaht merkezli anlatılır. Oysa Mısır’dan, Arnavutluk’tan ya da Irak’tan bakınca bambaşka bir tablo çıkar karşımıza. Süveyş Kanalı meselesi de bunun bir örneği. Osmanlı ile Mısır’ın ilişkisi karmaşıktı; Mısır’ın zenginliği İstanbul’a aktı ama ordusu Anadolu’ya kadar yürüdü. 19. yüzyılda İstanbul’da Mısır modası vardı, Hidiv İsmail kazanımlar için rüşvetler ödedi. Osmanlı’nın Süveyş törenine katılmaması aslında bir güç kaybının göstergesiydi. Müdahale edecek gücü yoktu ama yenilgiyi de kabul etmek istemiyordu. "Galip edalı mağlup" misali, prestijini korumak için görünmez kalmayı tercih etti. “Burası zaten bizim toprağımız” gibi bahaneler üretse de, gerçek şu ki yeni dünyada artık etkisi azalmıştı.
- Son olarak, İlhami Algör’ün Seyahat Acentesi’nde yolculuk etmek isteyenlere ne önerirsin? Yanına ne almalı, neyi geride bırakmalı?
Hafif gidin. Büyük valizleri, fazlalıkları bırakın. Hem fiziksel hem de zihinsel yüklerinizden arının. Bir dönem Vietnam’da yaşadım, Amerikalı gazeteci sevgilimle Tayland’ın bir adasına gittik. Bembeyaz kumsal, mavi-yeşil deniz… Derken bir çift gördüm, kalacak yer arıyorlardı ama kız bir türlü beğenmiyor, oğlan oradan oraya koşturuyordu. (Tersi de olabilirdi) O an düşündüm: Seyahat, sadece bir yer değiştirme değil, gittiğin yere ruhunu da hazırlamaktır. Beklentilerini yolculuğa uyarlayamazsan, belki de hiç çıkmamalısın.
Ebru D. Dedeoğlu kimdir? Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı. Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı. Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı. Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu. Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı. |
"Hakikat yolculuğu, önce insanın kendisiyle başlar. Kahramanın toplumsal bir cinayeti çözmeye çalışırken kendi içindeki cinayetle yüzleşmesi bu yüzden önemli. İnsan kendinden rahatsız olmadan, geçmişiyle hesaplaşmadan aydınlık bir zemine çıkamaz. Romandaki yolculuk da tam olarak bunun üzerine kurulu"
"Karakterimiz güncelde bir ayrılık yaşıyor ama bu sadece bir ilişki meselesi değil; geçmişin izlerini de taşıyor. Hikâyenin ilerleyişinde, aile travmaları ve kayıplarıyla yüzleştikçe karakterin de kendi hayatındaki düğümleri çözdüğünü görüyoruz. Yüzleşme geldikçe, özgürleşme de geliyor"
"Böyle güzel yalan söylemeyi annemden öğrendim!" Seray Şahiner'le son kitabı ‘Vatan Millet Samatya’yı ve kadınlar için güvenli olmayan dünyayı konuştuk...
© Tüm hakları saklıdır.