09 Mart 2025

Gökçer Tahincioğlu: Sabahattin Ali cinayeti sadece bir devlet operasyonu değil, cezalandırma mekanizması; hem öldürüldü hem de unutturulmak istendi

"Hakikat yolculuğu, önce insanın kendisiyle başlar. Kahramanın toplumsal bir cinayeti çözmeye çalışırken kendi içindeki cinayetle yüzleşmesi bu yüzden önemli. İnsan kendinden rahatsız olmadan, geçmişiyle hesaplaşmadan aydınlık bir zemine çıkamaz. Romandaki yolculuk da tam olarak bunun üzerine kurulu"

Gökçer Tahincioğlu

Taksim'de yürürken her zamanki gibi Mephisto'ya uğrayıp kitapları karıştırıyordum. Bir anda gözüme bir kitap çarptı. Arka kapakta şöyle yazıyordu: Gerçekten hakikati bilmek istiyor musun? Peki, hakikate ulaşmak mümkün mü? Evet elimde tuttuğum kitap 2021 yılında Kiraz Ağacı romanıyla Yunus Nadi Ödülü’nü kazanan gazeteci Gökçer Tahincioğlu’nun Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm son kitabıydı. Sabahattin Ali cinayetini araştıran bir yazarın, kendi hakikatiyle de yüzleşmek zorunda kaldığı, kurmaca ile gerçeğin iç içe geçtiği sarsıcı bir romandı.

Ve Sevgili okur, bu kitap yalnızca bir cinayeti aydınlatmaya çalışmıyor, aynı zamanda anlatının doğasını da sorguluyor. Javier Cercas’ın "Hakikat öldürür, kurmaca kurtarır" sözüyle kurmacanın hakikate ulaşma biçimi olup olamayacağını tartışıyor. Gabriel García Márquez’in "İyi bir hikâye, gerçek hikâyedir" görüşüyle anlatının gücünü ve gerçeğin nasıl manipüle edilebileceğini gösteriyor.

Sabahattin Ali’nin karakterleri; Maria Puder, Macide, Ömer metnin içinde dolaşıyor. Cinayetin ardındaki sistemin izini süren bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış belgeler, failden çok, bu cinayetin nasıl kurulduğunu ortaya koyuyor. Devletlerin cezasızlık politikası, sürekli yeniden yazılan bir kurmaca mı? Hakikat dediğimiz şey, aslında en iyi anlatılan hikâye mi?

Kitabı okurken şu soru zihnimde dönüp durdu: Hangi hikâyeye inanıyoruz ve neden? Ben Sabahattin Ali’yi Öldürdüm, tam da bu sorunun romanı. Peki ya siz? Hakikati gerçekten bilmek istiyor musunuz?

- Sabahattin Ali cinayeti hakkında bugüne kadar birçok araştırma ve inceleme yapıldı. Sen ise belgeleri doğrudan sunmak yerine, alışılmışın dışında kurmacanın içine yerleştirdin. Neden?

Aslında bu kitabın hikâyesi, 10 yıl öncesine, belki de daha da eskiye dayanıyor. O dönemde faili meçhul cinayetlerle ilgili bir çalışma yapıyordum. Amacım, bu cinayetlerin sadece belirli bir iktidarın değil, sistemin sorunu olduğunu göstermekti. Bu yüzden her dönemden faili meçhul cinayetlerin izini sürüp, adalet mücadelesi veren ailelerle konuşmak istiyordum. O sırada Filiz Ali'ye ulaştım. Kendisine bir e-posta gönderdim, ama çok kısa ve net bir yanıt aldım: "Yeni ne söyleyebilirsiniz ki? Ben size ne anlatabilirim?" Önce üzüldüm, ama sonra düşündüm: Sabahattin Ali’nin 10 yaşından beri adalet mücadelesini veren bir kızı var ve ona sürekli aynı sorular soruluyor. Elbette bu tepkiye hak vermek gerekiyordu. Ama işte, o noktada mesele benim için bir takıntıya dönüştü. Uzun araştırmalar sonucunda kitaptaki belgelere ulaştım. Ancak bu belgeleri dümdüz haber olarak vermek istemedim. Haberler günümüzde hızla tüketiliyor, çabuk eskiyor ve normalleşiyor. Oysa Sabahattin Ali’nin edebi gücü ve edebiyatın kalıcılığı vardı. Bu yüzden, çok sık rastlanmayan bir yöntemle, belgeleri kurgu içinde anlatabilir miyim diye düşündüm. Ve kitap, bu fikrin etrafında şekillenmeye başladı.

"Hakikat, komplo teorileriyle karıştırılmamalı; hakikat, yüzleşmeyi gerektirir"

- Yunus Nadi Roman Ödülü sahibi önemli bir yazarsın ve kurgudaki ustalığın çok net hissediliyor. Benim için romanın en sarsıcı yanı, hakikat ve gerçek arasındaki çizginin ne kadar kırılgan olduğunu göstermesi. Bugün yapay zekâ bile hikâyeler üretebiliyor, hatta "gerçekmiş gibi" anlatılar sunuyor. Peki, gerçek dediğimiz şey yalnızca en iyi anlatılan hikâye mi? Yoksa insan her şeye rağmen en derininde hakikati bilir mi?

İnsan, günün sonunda hakikati bilir. Eğer kendine karşı dürüstse, bunu çok iyi bilir. Gerçekle hakikat arasında fark var. Gerçek, yaşanmış ve gözle görülmüş olandır. Ama hakikat, onun ardındaki anlamdır. Olayın bir özü, bir yüzleşme noktası vardır. Gerçeği herkes anlatabilir, ama hakikat ancak yaşayanın bildiği, kazınarak, emek verilerek ulaşılabilecek bir bilgidir. Gün içinde kendimizi bin farklı şekilde ifade edebiliriz, ama gece kafamızı yastığa koyduğumuzda, gerçekten neyin neden olduğunu bilen yalnızca biziz. Bu kavram genellikle göz ardı ediliyor. Türkiye’de de kişisel hayatlarımızda da eksikliğini hissediyoruz. Olayları hızla unutmaya meyilliyiz ya da yüzeyde olup bitenle yetinip derinlerde ne olduğuna bakmıyoruz. Ama hakikat, komplo teorileriyle karıştırılmamalı. Hakikat, yüzleşmeyi gerektirir. Gerçekten ne olduğunu anlamak, sloganların ötesine geçmek, değerler üzerinden konuşmak gerekir. Romanın temel sorusu tam da burada ortaya çıkıyor: "Gerçekten hakikati bilmek istiyor musun? Buna erişmek mümkün mü?"

Kitap, yalnızca Sabahattin Ali'nin belgelerini ortaya koyan bir metin değil, hakikatin peşindeki bir anlatı. Eğer biri romanı sadece Sabahattin Ali’nin hikâyesi olarak görürse, belki bir hayal kırıklığı yaşayabilir. Çünkü metnin özü, hakikat kavramının kendisini sorgulamak.

- Romanda kahramanımızın kadınlarla ilişkisi Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'daki aşk anlayışının tam tersi gibi. Maria Puder ile anlatıcının hayatına giren kadınlar arasında nasıl bir fark var? Kahramanımız, aşkı sadece bir "yanılsama" olarak görüyor olabilir mi?

Aslında bir insanın kadınlarla ya da genel olarak insanlarla kurduğu ilişkileri anlamak için, o kişinin neye dönüştüğüne de bakmak gerekir. Romanda bir kayıp kavramı var ve bu sadece fiziksel bir kayıp değil. Kitap, kişisel bir cinayetle açılıyor ve karakterin bu yolculuğa çıkma cesaretini nereden bulduğunu sorguluyoruz. Sabahattin Ali’yle ilgili belgelerin peşine düşmesi bile, aslında kendi kaybıyla yüzleşmenin bir yolu. Bu noktada, karakterin kadınlarla ilişkisine dair eleştiriler alıyorum. "Bugünün erkeği mi? Sosyopat mı? Pasif agresif mi?" diye soranlar var. Evet, belki biraz öyle. Çünkü o kadınlara sığınıyor, ama aynı zamanda onlarla yüzleşmek zorunda. Asıl mesele, kayıplarıyla yüzleşirken gündelik hayattan da kaçamaması. Hayatına giren kadınlar, ona bir ayna tutuyor. Onu seven, değer veren insanları nasıl aşındırdığını fark etmek zorunda kalıyor. Burada önemli bir mesele var: Travma yaşayan biri, bu acının gölgesine sığınıp hayatı oradan yaşamayı bir tür konfor alanı hâline getirebilir. "Ben bunu yaşadım, artık kimse bana bir şey diyemez." Bu savunma biçimi, kişisel olduğu kadar toplumsal da. Bir toplum da geçmişte yaşadığı büyük bir acıyı, savaşları, mücadeleleri gerekçe göstererek, yaptığı her şeyi açıklayabilir. Hatta bazen açıklama gereği bile duymaz: "Yaptım oldu." Ama hakikat ve yüzleşme tam burada devreye giriyor. İnsan, kendisiyle gerçekten yüzleşebildiğinde, acısını bir kalkan olarak kullanmak yerine, onunla ne yaptığını sorguladığında kendini bulabiliyor. Romandaki ana karakter de tam bunu yapıyor. Kadınlarla olan ilişkisi, sadece aşk ya da yakınlık meselesi değil. O yolculuğa çıktıkça, kayıplarını fark ediyor, hem kendisini hem karşısındakini nasıl aşındırdığını görüyor. Ve belki ilk kez gerçekten yüzleşme cesareti gösteriyor.

Gökçer Tahincioğlu

- Çok merak ettim. Kahramanımız ne kadar gerçek ne kadar kurgu ?

Roman yazarken her şey kurgu, ama aynı zamanda bir şekilde gerçek. Çünkü insan, tanıklık ettiğinden, düşündüğünden ve dünyayı kendi gözünden gördüğünden yola çıkar. O yüzden karakterlere mutlaka bir şeyler bulaşır. Ama bu her zaman ana karaktere yüklenmez. Bazen hiç umulmadık bir karakterin içinde kendinizi bulursunuz. Bir düşüncenizi, bir kırılma anınızı, hatta en garip yanınızı bir yan karaktere aktarırsınız. Ana karakterin bazı davranışları tamamen kurgudur, ama bir yandan da onun gerçeğe yakın bir karakter olması gerekir. O yüzden bir yüzde vermek zor. Kendi hayatımdan doğrudan bir şey taşıdığımı söyleyemem ama gerçekçi bir karakter yazdığımı düşünüyorum.

- Sabahattin Ali cinayetine gelecek olursak, tamamen “faili meçhul” kalabilirdi ama devlet, resmî kayıtlara bir şekilde geçirdi. Anlamak için soruyorum. Devletler, bazı cinayetlerin bilinmesini ister mi? Gerçekleri saklamak yerine, onları kontrollü bir şekilde mi açığa çıkarır?

Bu sadece bize özgü değil. Dünyadaki cezasızlık sistemine ve darbe tarihine baktığınızda benzer örnekleri görüyorsunuz. Özellikle Latin Amerika’da, devletlerin bu tür yöntemleri nasıl kullandığını açıkça izleyebiliyoruz. Geçenlerde Brezilya’daki darbe dönemine dair I’m Still Here (Hâlâ Buradayım) adlı bir film izledim. Orada da devlet, herkesin gözü önünde önemli bir figürü gözaltına alıyor ama daha sonra gözaltına aldığını inkâr ediyor. Ölümünü ise ancak 20 yıl sonra kabul ediyor. Bu bir strateji. Bazı dönemlerde, devletin korku atmosferi yaratmaya ihtiyacı olur. Bir kişinin kaybolması, göz göre göre ortadan kaldırılması, herkesin gerçeği bildiği ama yokmuş gibi davrandığı bir ortam yaratır. Bu, toplumda korku dalgası yayar. Otoriteye karşı mücadele etmek isteyen binlerce insanın sinmesine, korkmasına, geri adım atmasına neden olur. Bazen bir insanın izi tamamen yok edilir, bazen de 77-78 yıl boyunca tartışılan bir cinayete dönüşür. Sabahattin Ali cinayeti de tam böyle bir vaka.

"Devlet öldürüldüğünü gizlemek yerine, Ali Ertekin isimli bir figürü sahneye sürdü"

- Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü söyleyen Ali Ertekin, yıllarca “tek fail” olarak sunuldu. Bu, bir tür "cinayet kurmacası" mı? Asıl suç ve suçlu başka yerde olabilir mi?

Sabahattin Ali cinayeti, yüzde 98 oranında açığa çıkarılabilir bir cinayet. Yüzde yüz’e ulaşamayız çünkü devlet hiçbir zaman çıkıp "Evet, biz yaptık" demeyecek. Ama elimizdeki belgeler ve tarihsel bağlam, hakikati büyük ölçüde ortaya koyuyor. O döneme baktığımızda, Türkiye Sovyetler Birliği ile bağlarını koparmış, içeride solcuları ve komünistleri düşman ilan etmiş, NATO’ya girmeye hazırlanıyor. Otoriterleşme artıyor, baskılar yoğunlaşıyor. Tam da bu dönemde, Sabahattin Ali'nin öldürülmesi bir rastlantı olabilir mi? Kitabın yazı dizisi bölümünde, bir emekli generalin hatıralarına yer verdim. O general, Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü Istranca Ormanları’nda, Bulgaristan’a geçmek isteyen bir bilim insanının nasıl infaz edildiğini anlatıyor. Ama o kişinin adını bilmiyoruz. Peki, Sabahattin Ali’ninkini neden biliyoruz? Çünkü devlet onun öldürüldüğünü gizlemek yerine, Ali Ertekin isimli bir figürü sahneye sürdü.

- Kim bu Ali Ertekin?

Ordudan atılmış, insan kaçakçılığı yapan biri. Devletin zaman zaman hapishanelere sokup “bize solculardan bilgi getir” dediği bir muhbir. Cinayeti itiraf etmesine rağmen sadece iki yıl hapis yatıp serbest bırakılan biri. Ölene kadar tek bir kez bile ifadesini değiştirmeyen, sorgulanmayan ve “hikâyesi” hiç bozulmayan biri. Ama asıl kritik nokta şu: Sabahattin Ali, bankadaki görüşmelerine kadar fişlenmiş, her adımı devlet tarafından izlenen biri. Sınırdan kaçmaya çalışırken onu takip etmemiş olmaları mümkün mü? Gerçek şu ki, Ali Ertekin yalnızca bir paravan. Bu cinayet, yalnızca bir muhalifi susturmak için işlenmedi. Bir mesaj vermek, bir korku düzeni yaratmak için işlendi. Sabahattin Ali'nin ölümü, sadece bir faili meçhul değil, devlet eliyle kurgulanmış bir toplumsal mühendislik projesiydi.

"Hakikat yolculuğu, önce insanın kendisiyle başlar"

- Kahramanımız, gerçeğin peşinden koştukça kendi hakikatiyle de yüzleşmek zorunda kalıyor. Kafka’nın Dönüşüm’ündeki Gregor Samsa gibi, hakikate yaklaştıkça "tiksinerek dönüşmek" kaçınılmaz mı?

Hakikate yaklaşmak bir bedel. Kendini dövmeden, derin bir sorgulamaya girmeden sağlıklı bir uyanış yaşamak zor. Romandaki hamamböceği metaforu, yalnızca Kafka’ya bir selam değil. Kahraman, geçmişindeki karanlıkla hesaplaşmadan hayata devam edemeyen biri. Sevgilisi onu terk etmiş, mesleğini yapmıyor, yalnız, ama esas mesele çözülmemiş bir cinayetle yaşaması. Ablasının katillerinin peşine düşmemiş olması, onu suçlulukla ve kendiyle yüzleşmeye zorluyor. Ama aynı zamanda kendine birçok şeyi hak gören, hesap sormaktan kaçınan bir karakter. Hakikat yolculuğu, önce insanın kendisiyle başlar. Felsefe tarihinde de böyledir; kendini anlamadan başkasını anlayamazsın. Kahramanın toplumsal bir cinayeti çözmeye çalışırken kendi içindeki cinayetle yüzleşmesi bu yüzden önemli. Önce kendine bakmazsa, Sabahattin Ali cinayetini de gerçek anlamda anlayamaz. İnsan kendinden rahatsız olmadan, geçmişiyle hesaplaşmadan aydınlık bir zemine çıkamaz. Romandaki yolculuk da tam olarak bunun üzerine kurulu.

- Gabriel García Márquez, "İyi bir hikâye, gerçek hikâyedir" diyor. Gerçek, en iyi anlatılan hikâye mi? Sabahattin Ali’yi öldürenlerin "hikâyesi" gerçeğin önüne geçti mi? Ne düşünüyorsun bu anlamda?

Romanın başında Javier Cercas’a bir atıf var: “Hakikat öldürür kurmaca kurtarır.” Bu, romandaki temel sorulardan biri aslında. Cercas böyle dese de kitapları aksini ifade ediyor. Bize anlatılan hikâyelerin ardındaki hakikati bulmak, gerçeğe yaklaşmanın tek yolu. Çünkü bizler de kendi hayatımızda bir hikâye yazıyoruz. Ama bu hikâye, gerçekle ne kadar örtüşüyor? Ya da bize anlatılan gerçek, aslında en iyi kurgulanmış hikâye olabilir mi?

Anlatıcıya ne kadar güvenebiliriz? Herkes kendi gerçekliğini anlatır. O yüzden anlatıcının da tamamen güvenilir olması beklenemez. Kurgu tehlikelidir. O kurguyu sorgulamazsanız, onu gerçek sanabilirsiniz. Devletlerin, ideolojilerin, tarih anlatılarının en büyük gücü buradan gelir. Sabahattin Ali cinayeti de bunun bir örneği. Cinayetin ardındaki gerçek yerine, devletin sunduğu hikâye anlatıldı. Cinayeti işlemiş olamayacak bir figür, yani Ali Ertekin, bu hikâyenin "resmi anlatısı" olarak belirlendi ve 75 yıl boyunca değişmeden kaldı. Gerçek yerine kurgulanmış bir gerçeklik sunuldu ve çoğu insan da buna inandı.

Ama mesele şu: Bir hikâyeye inanıyorsanız, o artık sizin için gerçektir. O yüzden asıl soru şu olmalı: Hangi hikâyeye inanıyoruz ve neden?

Gökçer Tahincioğlu

- Sabahattin Ali’nin öldürülmesinden bugüne, Musa Anter’den Hrant Dink’e kadar benzer pek çok suikast yaşandı. Devletlerin cezasızlık politikası, sürekli yeniden yazılan bir hikâye mi? Bu sistem kendini nasıl güncelliyor?

Hem sürekli yeniden yazılan hem de kendini sürekli geliştiren bir sistem bu. Siz mücadele araçlarını geliştirdikçe, karşı taraf da cezasızlık mekanizmasını geliştiriyor. Başlangıçta cezasızlık basit bir kavramdı: Bir kamu görevlisi suç işler ve yargılanmaz. Ama bugün işin içinde medya boyutu, meşruiyet sağlama yöntemleri, toplumsal algıyı yönlendirme stratejileri var. Bu araçlar zamanla o kadar gelişti ki. Mesela kamuoyuna şu cümleyi dedirtebiliyorsanız: "Evet, öldürülmüş ama o da taş atmıştı!" İşte o zaman amaç hâsıl olmuş demektir. Sabahattin Ali cinayeti de benzer bir anlatıya oturtuldu: "Komünistmiş zaten. Bunu dedirtebildiğiniz anda sistem, kendi içinde “başarıya” ulaşmış oluyor. Cezasızlık politikası, yalnızca yargının bir işleyiş biçimi değil, bir toplum mühendisliği aracı. Bu, dünyada az ya da çok her rejimde işleyen bir sistem. Mesele onu bütünüyle ortadan kaldırmak değil, alanını daraltabilmek. Zira bütünüyle ortadan kaldırmak imkansız. Ama biz maalesef çok az ders alan bir ülkeyiz. Sabahattin Ali cinayetini araştırırken en çok şunu üzülerek fark ettim: Hrant Dink cinayetiyle o kadar çok benziyor ki…Özellikle hedef gösterilme süreci, nefret objesine dönüştürülme, ardından gelen cinayet ve sonrasındaki cezasızlık. Neredeyse aynı formül uygulanmış. Ve bu, insanı en çok yaralayan şeylerden biri oluyor: "Gerçek peşinde koşan insanlar var ama çok az yol kat edebilmişiz.

- Sabahattin Ali’nin devlet tarafından fişlenme belgeleri ilk kez kitapta ortaya çıkıyor. Bu belgeler, onun öldürülmesinin sistemli bir operasyon olduğunu gösteriyor. Ama bu kadar somut kanıta rağmen neden hâlâ bir adım atılmıyor? Devletin geçmişle yüzleşememesinin sebebi ne?

Zaten devlet, bu cinayetle gerçekten yüzleşip "Evet, bunlar oldu ve biz üzgünüz" demediği sürece bir şey olmasını beklemiyorum. Ama mesele sadece Sabahattin Ali değil. Daha yakın tarihli vahim örnekler var. Örneğin biraz önce konuştuğumuz gibi Hrant Dink cinayeti… Bugün geriye dönüp baktığımızda, yıllar önce işlenmiş bir cinayetten söz ediyoruz ama o olay bizim için hâlâ ne kadar diri, değil mi? Adalet mücadelesi devam ediyor, insanlar yakınlarının ölümüne hayatlarını adıyor, ama yine de bir kapı açılmıyor. Oysa bu kadar zor olmamalı. Bir devletin vatandaşına güven vermesi gerekir. "Başıma bu geldi ama adalet yerini bulacak" diyebilmeli insan. İşte tam da bu yüzden, elimizde ne kadar belge olursa olsun, ortaya hangi hakikat çıkarsa çıksın, çok umutlu olamıyorsunuz. Ama en azından deşifre etmiş oluyorsunuz. Ve bazen bu bile başlı başına bir mücadele.

- Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü süreçte, yalnızca devlet değil, onu hedef gösteren basın, yazarlar ve dönemin aydınları da vardı. Peki, bu cinayet sadece bir devlet operasyonu muydu, yoksa toplumun farklı kesimlerinden gelen sessiz bir mutabakat mı söz konusuydu? Suskunluk, cinayetin suç ortaklarından biri olabilir mi?

Bana kalırsa bu sorunun iki çok net kanıtı var. Birincisi, Nihal Atsız faktörü. Sabahattin Ali’nin bir dönem yakın arkadaşı olan Atsız, daha sonra yazdığı sert yazılarla onu doğrudan hedef gösterdi. Bu yazılar yüzünden işinden oldu, yargıya başvurduğunda ise neredeyse linç edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Adım adım bir hedef haline getirildi. İkincisi, cinayetin toplumsal yankısızlığı. Sabahattin Ali, Aziz Nesin’le birlikte Markopaşa’yı çıkardığında sürekli gözaltına alındı, her hafta karakola gitmek zorunda kaldı. Bütün baskı mekanizmaları devreye sokuldu. Sonunda, ailesini geçindirebilmek için kamyonculuk yapmaya bile çalıştı. Bir yandan yurt dışına çıkmayı planlıyordu ama diğer yandan parasızlıkla boğuşuyordu. Ve en çarpıcı olan: cinayetin ardından gelen sessizlik. Sabahattin Ali’nin eserleri 1960’lara kadar tekrar basılmadı. Ailesi, Almanya’dan getirdiği kitaplarını Sabahattin Ali’nin imzasını taşıyan sayfaları yırtarak satmak zorunda kaldı. Toplumdan en küçük bir sahiplenme bile görmediler. Bu yüzden, mesele sadece bir devlet operasyonu değil, bir tür cezalandırma mekanizmasıydı. Hem öldürüldü hem de unutturulmak istendi. Bugün Sabahattin Ali popüler, kitapları milyonlar satıyor ama 1950’lerde tek bir kitabı bile yayımlanmadı. İşte bu sessizlik, cinayetin suç ortaklarından biriydi.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tuğçe Isıyel: Her ayrılık kapanmamış hesapları açığa çıkarır; asıl acı bastırılmış olandan gelir!

"Karakterimiz güncelde bir ayrılık yaşıyor ama bu sadece bir ilişki meselesi değil; geçmişin izlerini de taşıyor. Hikâyenin ilerleyişinde, aile travmaları ve kayıplarıyla yüzleştikçe karakterin de kendi hayatındaki düğümleri çözdüğünü görüyoruz. Yüzleşme geldikçe, özgürleşme de geliyor"

Seray Şahiner: Haklıyı savunmamak da saldırının bir parçası!

"Böyle güzel yalan söylemeyi annemden öğrendim!" Seray Şahiner'le son kitabı ‘Vatan Millet Samatya’yı ve kadınlar için güvenli olmayan dünyayı konuştuk...

Kazıklı Voyvoda’nın gölgesinde: "Osmanlı'nın vampir avcıları mezarları kazdılar, cesetler çürümemişti!"

"Vampir korkusu bir Hristiyan topluluğuna aitse, Müslümanların müdahil olmaması gerektiği söyleniyor. Ancak eğer vakalar tekrarlanırsa, mezarın açılması öneriliyor. Cesedin fiziksel belirtileri kontrol ediliyor: Kanlı, kırmızı bir ten mi var? Saçları, tırnakları uzamış mı? Dişleri belirgin mi? Eğer bu belirtiler görülüyorsa, klasik vampir yok etme yöntemleri uygulanıyor: Kafasını kesme, kazık çakma ya da bedeni yakma..."

"
"