08 Mart 2025

Tuğçe Isıyel: Her ayrılık kapanmamış hesapları açığa çıkarır; asıl acı bastırılmış olandan gelir!

"Karakterimiz güncelde bir ayrılık yaşıyor ama bu sadece bir ilişki meselesi değil; geçmişin izlerini de taşıyor. Hikâyenin ilerleyişinde, aile travmaları ve kayıplarıyla yüzleştikçe karakterin de kendi hayatındaki düğümleri çözdüğünü görüyoruz. Yüzleşme geldikçe, özgürleşme de geliyor"

Tuğçe Isıyel

Tuğçe Isıyel’in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık’tan beri onun sıkı bir okuruyum. Anlatısını, meselelerini, hayata bakışını yakından takip ediyorum. Bir yazar olarak hep üreten, derinleşen ve en önemlisi hiç “oldum” demeyen biri… Sürekli araştırıyor, sorguluyor, hatta bazen fazla sorguluyor! ? Ama belki de tam da bu yüzden, onunla konuşmak her zaman ufuk açıcı. T24’te buluştuk. Kameralar açılmadan önce kahvelerimizi yudumlarken sohbet, hemen derin mevzulara aktı. Ayrılıklar, kuşaklar arası travmalar, ilişkilerde kadınların “kurtarıcı” rolüne soyunması, güç ezberi… Sohbetimiz sonrasında bir kez daha düşündüm: Bir ayrılık, yalnızca bir kişinin gidişi midir? Yoksa geçmişin bütün kırılmaları, bastırılmış duygular, kuşaktan kuşağa devrolan yaslar da o ayrılıkla birlikte mi patlar? Everest Yayınları’ndan yayımlanan Benim Yüzümden sadece bir ayrılığın hikâyesi değil; bir kadının kendiyle, geçmişiyle ve iç sesleriyle yüzleşmesi. Peki, insan gerçekten bir ilişkide kendini kaybettiğinde, yeniden köklenebilir mi? Sevgi, bizi iyileştirir mi, yoksa daha derin yaralar mı açar?

Sevgili okur, bana katılır mısınız bilmiyorum ama bazı kitaplar sadece bir hikâye anlatmaz. Okuyanı kendi hikâyesinin içine çeker, hiç sorulmayan sorularla yüzleşmeye davet eder. Benim Yüzümden de tam olarak böyle bir yere dokunuyor. Okudukça, belki kendi kırılma noktalarınızı, kendi “benim yüzümden” dediğiniz anları hatırlayacaksınız.

- Benim Yüzümden’de, her ayrılığın geçmişteki ayrılıkları da uyandırdığını belirtiyorsun. Büyük bir farkındalık yarattın bende. Ayrılık acısında eski travmalarla mı yüzleşiliyor?

Ebru, yüzleşebilir de, yüzleşemeyebilir de... Ama insan bir ayrılık ya da kriz yaşadığında, geçmişin hesapları kapanmamışsa, önceki yaralar sarılmamışsa, o eski hikâyeler yeniden canlanıyor. Belki de bir sonraki ilişkiye taşınarak, katman katman büyüyor. Freud’un dediği gibi, “bastırılan şey daha güçlü bir şekilde geri döner.” Bastırdıklarımız, ruhsallığımızda yer bulamadığında, başka krizlerde, başka hikâyelerde kendini gösteriyor. Aslında çözülmeyi bekliyor. Bu yüzden bazı ayrılıklar çok daha sarsıcı olabiliyor. Ama gerçekten o anki durum mu bizi bu kadar yaralıyor, yoksa geçmişte bastırılmış duyguların yükü mü oraya yansıyor? Belki de bu noktada bir “Yoksa?” koymak gerekir. Çünkü her ayrılık travmatik olmak zorunda değil. Her olumsuz deneyim de illa bir travmaya dönüşmez. Ama bir durum bizim için gerçekten sarsıcıysa, o noktada geçmişin izlerini de aramak gerek. Bazen sadece o anın acısını değil, yılların birikmiş kayıplarını yaşıyoruz.

- Ya yüzleşilemezse? Aynı döngüyü bir sonraki ilişkide de tekrar yaşar mıyız? Bu soruyu romanın ana karakteri üzerinden, biz kadınların ayrılık acısında deneyimledikleriyle bağlantılı olarak soruyorum. Benim Yüzümden kurgu, ama gerçeği yüzümüze çarpıyor. Bu noktada da mesleki deneyiminin romana nasıl sızdığını görüyoruz.

Tabii ki. Benim Yüzümden benim için yeni bir deneyim. Daha önce hep deneme türünde yazdım. Bu kez kurguya yöneldim. Ancak yazdıklarım mesleğimden bağımsız olamaz. Kuşaklar arası aktarım meselesine biraz takıntılıyım ve bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.

- Kuşaklar arası aktarım ne demek?

Kuşaklar arası aktarım, bizden önceki kuşaklardan (annemizden, babamızdan, anneannelerimizden, dedelerimizden) bize devredilen bilinçdışı miras demek. Çözülmemiş travmalar, konuşulmamış sırlar, bastırılmış acılar, aile içindeki suskunluklar… Bunların hepsi bir sonraki kuşağa taşınıyor. Bunu hissediyoruz aslında. Adını koyamasak da, dillendiremesek de içimizde bir yerlerde biliyoruz. Benim Yüzümden'deki kadın karakterin hikâyesi de tam olarak böyle bir aktarımı içinde barındırıyor. Annesinin yaşadığı bir kayıp var, hatta ondan da önce, anneannesinin anneyi suçladığı bir kayıp. Aile içinde tutulamayan bir yas, konuşulamayan bir travma, bir kırılma yaratıyor ve bu sessizlik nesiller boyunca aktarılıyor. Anne bunu farkında olmadan yaşıyor, belki adını koyamıyor ama taşıyor. Ve ister istemez, o yük kızına da geçiyor. Anne-kız ilişkisi bu açıdan çok belirleyici. Kadınlık öykümüzü annelerimizden devraldığımız gibi, onların yaslarını, acılarını da taşıyoruz. Bazen farkında olmadan onların yarım kalmış hikâyelerini tamamlamaya çalışıyoruz.

"Yüzleşme geldikçe, özgürleşme de geliyor"

- Kuşaklar arası aktarım hamilelikte mi başlıyor?

Bu aktarım sadece hamilelikle başlamıyor, aslında çok daha önce, annenin zihninde bir çocuk fikri belirdiği anda devreye giriyor. Belki de rahme düşmekten bile önce.  Çünkü biz sadece biyolojik olarak değil, duygusal ve bilinçdışı miraslarla da var oluyoruz. Benim Yüzümden'deki karakterde de böyle bir içselleştirilmiş suçluluk hikâyesi var. Kolektif bir yük taşıyor, kuşaklar arası bir travmanın devamı gibi. Bu travma aile içinde çözülemediğinde, yas tutulmadığında ya da konuşulmadığında, kendini farklı biçimlerde göstermeye devam ediyor. Karakterimiz güncelde bir ayrılık yaşıyor ama bu sadece bir ilişki meselesi değil; geçmişin izlerini de taşıyor. Aslında oldukça zorlayıcı bir ilişki içindeyken bile, sürekli kendini suçluyor. Belki ortada suçlanacak bir şey yok ama o, böyle öğrendiği için, bilinçdışında bunu miras aldığı için, okları hep kendine çeviriyor. Fakat hikâyenin ilerleyişinde, aile travmaları ve kayıplarıyla yüzleştikçe karakterin de kendi hayatındaki düğümleri çözdüğünü görüyoruz. Yüzleşme geldikçe, özgürleşme de geliyor. (Gerçi burada biraz fazla spoiler verdik, tüh! :))

Tuğçe Isıyel ve Ebru D. Dedeoğlu

- Kitaptaki kadın karakter, geçmişin yükünü sırtında taşıyor. Suçluluk duygusu adeta onun ikinci teni gibi. Kendi seçimleri mi, yoksa ona öğretilmiş, devredilmiş bir suç mu bu? İnsan, kendisine ait olmayan bir suçlulukla bir ömür yaşayabilir mi? Ve en önemlisi, bundan gerçekten kurtulabilir mi?

Evet insan kendisine ait olmayan bazı duygularla ne yazık ki bir ömür boyu yaşayabilir. İyi haber elbette bunlardan kurtulabilir. Bunun için farkındalığa ihtiyaç var. Kişi kendisinde yük olan şeylerin adını koyabilmeli. Yaşadıklarına dair neden-sonuç ilişkisi kurup, bunları sorgulayabilme cesareti gösterdikçe bir şeyler değişebilir. Değişim çok sancılı bir süreçtir, bazı canlıların deri değiştirmesi gibi, insan da o bahsettiğin 2.teni bırakabilir elbet, pek kolay olmaz bu ama olduğunda artık kendisine dayatılan hayatı değil de kendi seçtiği, emek verdiği, daha özgür bir hayatı yaşayabilir. O hayatta yine sıkıntılar, engeller, inişler çıkışlar olacaktır ama cepte kendine ait bir hayat kalacaktır.

- Ayrılık acısı, yürek acılarının en acısı mı?

Ayrılık acısı derin ve sarsıcı bir deneyim. Ancak nasıl yaşandığı, neyin kaybı olarak görüldüğü ve ona nasıl bir anlam yüklendiği kişiden kişiye değişir. Yaşadığımız her şeyin anlamını biz belirliyoruz, bu yüzden her ayrılık aynı şekilde hissedilmeyebilir. Fakat kayıp duygusu her zaman zorlayıcıdır. Eksiltir, yerine koyamayacağınız bir boşluk bırakır. Bu boşluğu dönüştürmek ve yasını tutmak gerekir, aksi takdirde başka bir biçimde yeniden karşımıza çıkar. Bazen bir ilişkideki partnerden ayrılmak kadar, o ilişkideki kendimizden ayrılmak çok acı verici olabiliyor.  Acılar arasında bir hiyerarşi kurmak zor olsa da, evlat kaybı en derin, en yıkıcı yaslardan biri. Benim Yüzümden romanına bakarsak, hikâyenin merkezinde de böylesi büyük bir kayıp var. Klinik deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki, her ayrılık insanın çok daha eski, belki de hiç şifalanmamış bir yarasına dokunabilir. Çocuklukta yaşanmış bir ihmal, görülmeme hissi, bir önceki kuşaktan taşınan çözümlenmemiş travmalar… Bazen bir ayrılık, sadece o kişinin gidişiyle ilgili değildir. Geçmişte birikmiş pek çok acıyı da beraberinde getirir ve insanı asıl zorlayan, tüm bu yükün aynı anda ortaya çıkmasıdır.

"Aşk acısı keskin bir duygu, neredeyse ölümden beter"

- İnsanı asıl dönüştüren şey aşk mı, yoksa aşkın acısı mı?

Çok güzel bir soru bu. Aşk adı üstünde bir aşkınlık hali, öforik bir hal, ötekinde neredeyse kaybolma hali. Aşk acısı ise çok keskin bir duygu. Bir hayalin, bir ihtimalin kaybı. Neredeyse ölümden beter. Ben insanın tekamülünün hep eksiklikle olduğunu düşünürüm. Eksiklik, yoksunluk duyguları insanı kastre ediyor. O kastrasyon ise insanı tamamlıyor aslında. İnsanı insan yapıyor.

- Merak ediyorum. Neden güçlü, başarılı ve bağımsız kadınlar bile sadece sevilmek uğruna fedakârlık yapıyor?

Aslında bunun güçlü ya da bağımsız olmakla pek ilgisi yok. Bunu herkes yapabilir. Benim Yüzümdendeki karakterin ilişkide kalma nedeni, sadece duygusal bağlılık değil, daha derinde başka meselelerle de kesişiyor. O ilişkiyi sürdürme çabası, buzdağının görünen kısmı. Karakterin en belirgin yanı, “kurtarıcı” rolüne soyunması. “Benimle farklı olacak” diyerek karşısındakini iyileştirebileceğine inanıyor. Bu, bilinçli olmasa da narsistik bir yanılgıya dönüşüyor. Sevgisinin gücüyle birini değiştirebileceğini sanıyor ve bu uğurda fedakârlık yapıyor. Ama gerçek şu ki, sevgi birini değiştirmez. Bu, çoğu zaman kişinin kendi içindeki boşluğu doldurma çabasından ibaret.

- Bizi Hollywood ve Türkan Şoray filmleri mahvetti sanırım :)

Kesinlikle! O “ben farklıyım, bu adam benimle iyileşecek” yanılgısı çok tanıdık. İlişkilerde sıkça yapılan bir hata bu. Kurtarma hali… Tanrıcılık oynuyoruz belki. Ama kimse kimseyi kurtaramaz. İnsan ancak kendini kurtarmak isterse kurtulur. Fakat Benim Yüzümden’e dönecek olursam, karakterin bu döngüye girmesi sadece romantik bir ilişki meselesi değil. Belki de ailesini, annesini kurtaramadığı, geçmişteki travmaları çözümleyemediği için bunu ilişkisine yansıtıyor. Dolayısıyla burada bir “kurtarma sendromu” var. Karşısındaki kişiyi iyileştirme çabası aslında geçmişte eksik kalan bir tamamlanma isteği. Ama sonuç hep aynı oluyor: başarısızlık. Ve her başarısızlık, kendi içinde daha büyük bir yıpranmayı getiriyor.

"Çocuklukta sağlam köklenme yaşandıysa, hayat boyu devam edebiliyor ama bu bir kader değil"

- Sardunya metaforun çok güçlü. Köklerinden kopup başka bir yerde tutunamayan bir çiçek gibi hissetmek… İnsan, ilişkilerde köklerini kaybettiğinde bir daha gerçekten köklenebilir mi?

Köklenmek mümkün ama burada asıl mesele, ilk köklendiğimiz yeri düşünmek. Hepimiz bir ilişkinin içine doğuyoruz. Hem bir çift ilişkisinin (anne ve babanın) hem de bir kadının, annenin bedeninin içinde kökleniyoruz. İlk ilişkimiz, ilk bağımız buradan başlıyor. Eğer burada sağlıklı bir bağ kurulabiliyorsa ya da kurulamamışsa bile sonradan bu eksiklik fark edilip, iyileştirici başka ilişki deneyimleri yaşanabiliyorsa, hayatta da sağlıklı bağlar kurmak mümkün oluyor. Mesele aslında güvenli bir bağlanma geliştirebilmek. İlk öğrendiğimiz yer, çocukken kurduğumuz o temel ilişkiler. Eğer orada sağlam bir köklenme yaşandıysa, hayat boyu devam edebiliyor. Ama bu bir kader değil. Annemizle ya da babamızla iyi bir ilişki kuramamış olabiliriz, çocuklukta eksik kalmış bir bağlanma yaşanmış olabilir. Fakat farkına varıldığında, bunun üstesinden gelmek ve yeni kökler oluşturmak mümkün. Önemli olan, sağlıksız bağları fark edip onları dönüştürebilmek.

- Ebeveynlerimizle kopuk bir ilişkimiz varsa mahvolduk mu?

Hayır, kesinlikle değil. Ama bununla yüzleşmek, farkında olmak, temas kurmak önemli. Bir şeyin üstesinden gelebilmek için önce ona bakabilmek, göz teması kurabilmek gerekiyor. Yakın ilişkilerde kendimizi nasıl konumlandırdığımız, geçmiş bağlanma deneyimlerimizle şekilleniyor. Aslında her ilişki, bir sonraki ilişkiye referans niteliğinde. Ya Hiç Karşılaşmasaydık kitabımda da bunu anlatan bir yazı vardı. Geçmişte yaşadığımız her ilişki, bir sonraki ilişkide ne beklediğimizi, neyi nasıl deneyimlediğimizi belirliyor. Bu yüzden ebeveynlerle kurulan ilk bağ her ne kadar belirleyici olsa da, farkındalık geliştirdiğimizde, kendi yaralarımızla yüzleştiğimizde, geçmişten getirdiğimiz kalıpları dönüştürmek mümkün. O zaman daha sağlıklı köklenmeler, güvenli bağlanmalar kurabiliriz. Yani geçmişte yaşananlar, geleceğimizi mahvetmek zorunda değil; yeter ki onları görüp dönüştürebilelim.

- Kitabı okurken şunu düşündüm: Her yaşanan ve her sorgulama aslında kişinin kendisiyle ilgili.  Ve önce kendinde başlamalısın. Ne dersin?

Doğru, evet. Kişinin kendisiyle temas kurması çok önemli. Biz ancak kendimizi anlayarak, kendi duygularımızı tanıyarak ve onlara tahammül edebildikçe başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurabiliyoruz. Kendi iç dünyamızla bağ kurdukça, hissettiklerimizi kapsayabilme ve anlamlandırabilme becerimiz gelişiyor. Bu da bizi, başkalarının duygularına daha açık, daha anlayışlı hale getiriyor. Yani ötekiyle sağlıklı bir ilişki kurabilmenin yolu, önce kendimizle kurduğumuz ilişkiden geçiyor. Bu yüzden dediğin çok doğru: Her şeyin anahtarı biziz.

- Sardunya’nın hikayesi nedir? Neden sardunya?

Sardunyaları çok seviyorum. Bir gün balkonda sardunyamın bir dalı kırıldı. Onu başka bir yere koydum, çoğaltmak istedim. O sırada fark ettim ki, kırıldığı yerden yeniden büyüyen bir şey bu. Aslında insan da biraz böyle… Kırıldığı yerden tekrar dönüşüyor, yeniden büyüyor. Sardunya bana, insanın kendini onarma, yeniden üretme ve yaratma gücünü hatırlattı. Çünkü gerçekten de kırılıp toprağa koyduğunuzda köklenir, yeniden hayat bulur. Bu yüzden sardunya, hem kırılganlığı hem de o kırılganlıktan doğan dayanıklılığı temsil ediyor.

"Doğayla barışık yaşadığımızda, aslında kendimizle de daha barışık olabiliriz"

- Ekopsikolojiyle ilgilenmen, doğayla bütünleşmen bu kitabın ruhuna da yansımış gibi… Ne düşünüyorsun?

Olabilir, evet. Ekopsikoloji beni çok etkiliyor. Çünkü artık ruhsal rahatsızlıkların bir noktada doğayla bağımızın kopmasıyla, ona yabancılaşmamızla da ilişkili olduğunu düşünüyorum. Özellikle pandemi sonrası bu bakış açım daha da netleşti. Doğayla bağ kurmak, insanın kendi doğasıyla bağ kurmasını da sağlıyor. Burada doğayla kastettiğim sadece çiçekler, ağaçlar değil; insanın kendi içsel doğası, içindeki mevsimler, depremler, heyelanlar… Biz doğadan kopuk değiliz, tam tersine onun bir parçasıyız. Bunu fark ettiğimizde, doğayla daha barışık yaşadığımızda, aslında kendimizle de daha barışık olabileceğimize inanıyorum. 

- Kadının ilişkide sürekli çabalayan, fedakârlık eden taraf olması artık bir ezber haline gelmedi mi? Bunun kırılması gerekmiyor mu?

Kesinlikle kırılması gerekiyor. Aslında burada yine konuştuğumuz “kurtarıcı olma” ve “fazla çabalama” meselesi devreye giriyor. Hayatımızdaki pek çok şeyi çabayla elde etmeye alışmışız. Güçlü ve başarılı kadın, ilişkide de aynı tutumu sürdürmeli, mücadele etmeli, vazgeçmemeli gibi bir algı var. Oysa bu, kuşaklar boyunca aktarılan bir öğreti. “Saçımı süpürge ettim” düsturuyla yetişen bir toplumun mirasını taşıyoruz. Belki bireysel olarak annemiz böyle biri değildi ama bu, kolektif bilinçaltımıza çoktan yerleşmiş durumda. Bırakmayı öğrenmemiz gerekiyor. Ama pes etmek anlamında değil, akışa bırakabilmek… Kendi ihtiyaçlarımızı, önceliklerimizi gözeterek, kendimize şefkat göstererek bir ilişki yaşayabilmek önemli. Bencillikten bahsetmiyorum, kendini gözetmek bencillik değil. Ama bazı ilişkilerde öyle bir kayboluş yaşanıyor ki, kişi kendi benliğinden uzaklaşıyor. Kitaptaki karakter de tam olarak bunu yaşıyor. O kadar özdeşim kuruyor ki ilişkiyle, ayrıldığında büyük bir boşluk hissiyle karşı karşıya kalıyor. “Ben kimdim?” diyor, “Senden önce ne yapıyordum? Nasıl rüyalar görüyordum, nasıl uyuyordum?” Kendini tamamen unutmuş bir halde buluyor. İşte bu, artık kadınların yüklenmek zorunda olduğu bir sorumluluk olmamalı. Kadının ilişkide kendini kaybetmesi bir ideal değil, bir çıkmaz. Ve yavaş yavaş bu anlayışı dönüştürmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

- Bir film izlemiştim. Kadın karakter hayatı boyunca üç farklı adama âşık oluyor. Her biri kahvaltıda yumurtayı farklı seviyor ve kadın da onlara uyum sağlıyor. Fakat yalnız kaldığında kendine şu soruyu sordu: “Ben yumurtayı nasıl seviyorum? Hatta yumurtayı seviyor muyum?” Sağlıklı bir ilişkide bireyselliği korumak neden bu kadar zor?

Güzel bir filmmiş! Aslında sağlıklı bir ilişki, hem birliktelik hem de bireysellik ihtiyacını dengede tutabilen bir ilişki. Ne tamamen kendimize odaklanmak ne de tamamen ilişkiye gömülmek… Bu dengeyi kurabildiğimizde daha sürdürülebilir, bizi tüketmeyen ilişkiler yaratabiliyoruz. Bazen farkına bile varmadan uyum sağlamak adına kendimizi kaybediyoruz. Karşılık bekleyerek yaptığımız fedakârlıklar, beklentilerle şekillenen çabalar bizi yıpratıyor. Ve beklentinin sonu yok. O yüzden bir şeyi gerçekten kalpten mi yapıyoruz, yoksa sadece kaybetmemek için mi çabalıyoruz, bunu duymak çok önemli. Bazı ilişkilerde ise artık her şey tükenmiş oluyor ama kişi hâlâ ısrarla devam etmeye çalışıyor. Oysa bazen biteni görmek, kabul etmek ve bırakabilmek gerekiyor. Ortada çoktan ölmüş bir şey var ama kimse cenazesini kaldırmıyor. O ilişki çoktan bitmiş, ama kişi hâlâ o arabayı benzinsiz yolda itmeye çalışıyor. İşte bazen en büyük cesaret, zorlayıcı bir ilişkiden kendini kurtarabilmek oluyor.

"Güçlü olma yanılsaması bizi sürekli bir yalnızlık ve tükenmişlik hissine sürüklüyor"

- Bugün 8 Mart, yine her yerde “güçlü ol” mesajları var. Ama ben artık bu söylemden yoruldum. Güçlü olmak yerine, esneyebilmenin, aklı iyi kullanmanın, devam etme cesareti gösterebilmenin ve bazen de vazgeçebilmenin daha önemli olduğunu düşünüyorum. Sence “güçlü ol” kavramını yanlış mı yorumluyoruz? Bu algı değişmeli mi?

Kesinlikle, güçlü ol söylemi artık fazlasıyla kalıplaşmış ve yorucu hale geldi. “Kendi ayaklarının üzerinde dur, kimseye muhtaç olma, ihtiyacın yok” gibi ifadelerle anlatılıyor. Ama bu, insanı bir çıkmaza sokabiliyor. Çünkü insan eksik, gedikli, kusurlu bir varlık. Güçlü olma yanılsaması ise bizi sürekli bir yalnızlık ve tükenmişlik hissine sürüklüyor. Gerçekte bizim birbirimize ihtiyacımız var. Yardım istemek, bir konuda eksik olduğunu kabul etmek ya da birine yaslanmak zayıflık değil, insan olmanın bir parçası. Ama biz başarıya, mükemmel olmaya, üzülmemeye fazlasıyla takılmış durumdayız. Oysa bu, insan doğasına aykırı. Güçlü olmak bazen esneyebilmeyi, akışa güvenmeyi, gerektiğinde vazgeçebilmeyi de kapsamalı. Yoksa insanı içten içe çürüten bir dayatmaya dönüşüyor

- Bildiğimiz kadar bilmediğimiz bir dünya olduğu büyük bir gerçek. Sezgi de bilmediğimiz, tanımlayamadığımız bir his. Bu minvalde sezgi, yaralarımızı önceden hissettiren ama çoğu zaman duymazdan geldiğimiz bir ses mi? )Neden duymazdan geliriz?)

Güzel soru. Sezgi üzerine çok düşünüyorum. Bizi uyarıyor, ikaz ediyor aslında. Bazen içimizde bir his beliriyor, ama onu dinlemiyoruz. Oysa hayat boyunca pek çok deneyim biriktiriyoruz. Yaşadıklarımız, gözlemlerimiz, öğrendiklerimiz içimizde süzülüyor ve sezgi dediğimiz şey de tam olarak buradan doğuyor. Aslında kimin bize zarar vereceğini, kiminle farklı bir şey yaşayacağımızı bir noktada biliyoruz. Ama bu bilgi bilinçli bir düşünceden çok, içimizde bir yerde damıtılmış duyguların, yaşanmışlıkların sonucu. Sezgilerimizi neden bastırıyoruz? Çünkü bazen kendimizle temasımız kopuyor. İç dünyamızdan, duygularımızdan uzaklaştıkça sezgilerimizle de bağımız zayıflıyor. Bizi uyaran işaretler var ama görmüyoruz. Çünkü akıl devreye giriyor: “Bunu yapmalıyım, bu mantıklı olan,” ya da “Yanlış olur, uzak durmalıyım.” Ama bazen kalp başka bir şey söylüyor. Ve çoğu zaman, insanı gerçekten tatmin eden yol, zihnin hesaplarından değil, kalbin sezgilerinden çıkıyor. Sezgi, mistik ya da metafizik bir şey değil aslında. Geçmişimiz, deneyimlerimiz, bilgimiz, gördüğümüz, öğrendiğimiz her şey ruhsallığımızda bir yerde birikiyor. Sezgi, tüm bunlara kulak verebilmekle ilgili. Ama bunu yapabilmek için kendimize karşı cesur ve dürüst olmalıyız. Sezgiyi duymak, insanın kendi zaaflarını, korkularını da göze almasını gerektiriyor

- Unutmanın koruyucu bir etkisi olsa da hatırlamanın iyileştirici gücü daha mı büyük?

Kesinlikle öyle.  Çünkü unutmak çoğu zaman bir tür inkâr mekanizması haline geliyor. Üstünü kapatmak, yok saymak gibi… Ama gerçekte hiçbir şey kaybolmuyor. Yaşadığımız, hissettiğimiz hiçbir duygu gerçekten yok olmuyor, sadece bilinçaltımızda bir yerde kalıyor.

Peki, ne oluyor? Bazen farkında bile olmadan tekrarlayan seçimlerle, aynı döngülere girerek, benzer hataları yaparak ya da psikosomatik belirtilerle kendini gösteriyor. Migrenler, kronik rahatsızlıklar, bedensel sıkışmalar… İnkâr etmek geçici bir koruma sağlasa da uzun vadede insanı daha çok yıpratıyor. Hatırlamak ise bambaşka bir alan açıyor. Çünkü ancak hatırladığımızı dönüştürebiliriz. Unutmak değil, yüzleşmek iyileştiriyor. O yüzden hatırlamanın insanı derinleştiren, zenginleştiren ve olgunlaştıran bir gücü olduğunu düşünüyorum

- Psikoloji ve edebiyatı birleştirerek insanlara yol gösteriyorsun. Yazıların, etkinliklerin, atölyelerin pek çok kişiye ulaşıyor. Yeni projelerin neler? Neler yapmak istiyorsun?

İnsanlara iyi gelebilmek benim için çok kıymetli. Yazdıklarımda kendilerini bulmaları, edebiyatın iyileştirici gücünü deneyimlemeleri önemli. Uzun yıllar Psikolojik Edebiyat Okumaları Atölyesi yaptım ve şimdi zihnimde yeni bir okuma atölyesi dönüyor.

Psikolojinin gittiği her yere edebiyat çoktan gitmişti aslında. İnsan ruhunu bazen bir psikoloji kitabından değil, bir romandan daha iyi anlayabiliyoruz. Başka insanların da benzer şeyler yaşadığını bilmek bile insana iyi geliyor. Bu yüzden “iyileştiren kitaplar” üzerine bir atölye planlıyorum. Önümüzdeki ay başlayacak ama isim konusunda hâlâ kararsızım.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Gökçer Tahincioğlu: Sabahattin Ali cinayeti sadece bir devlet operasyonu değil, cezalandırma mekanizması; hem öldürüldü hem de unutturulmak istendi

"Hakikat yolculuğu, önce insanın kendisiyle başlar. Kahramanın toplumsal bir cinayeti çözmeye çalışırken kendi içindeki cinayetle yüzleşmesi bu yüzden önemli. İnsan kendinden rahatsız olmadan, geçmişiyle hesaplaşmadan aydınlık bir zemine çıkamaz. Romandaki yolculuk da tam olarak bunun üzerine kurulu"

Seray Şahiner: Haklıyı savunmamak da saldırının bir parçası!

"Böyle güzel yalan söylemeyi annemden öğrendim!" Seray Şahiner'le son kitabı ‘Vatan Millet Samatya’yı ve kadınlar için güvenli olmayan dünyayı konuştuk...

Kazıklı Voyvoda’nın gölgesinde: "Osmanlı'nın vampir avcıları mezarları kazdılar, cesetler çürümemişti!"

"Vampir korkusu bir Hristiyan topluluğuna aitse, Müslümanların müdahil olmaması gerektiği söyleniyor. Ancak eğer vakalar tekrarlanırsa, mezarın açılması öneriliyor. Cesedin fiziksel belirtileri kontrol ediliyor: Kanlı, kırmızı bir ten mi var? Saçları, tırnakları uzamış mı? Dişleri belirgin mi? Eğer bu belirtiler görülüyorsa, klasik vampir yok etme yöntemleri uygulanıyor: Kafasını kesme, kazık çakma ya da bedeni yakma..."

"
"