"Evet, benim de keyfim kaçtı her iki kişiden birisi gibi" diyemeyeceğim, zira uzunca bir zamandır çok da keyfim yok. Lakin sakince düşünmeye de ihtiyacım var pek çoğumuz gibi. Hangi partiye oyumuzu vermiş olursak olalım fark etmez. Sandığa gitmiş olsak da olmasak da fark etmez. Gerçekten sakince düşünmek şart.
Öncelikle, bu ülke insanıyla, kuşuyla, böceğiyle, ağacıyla, suyuyla hepimizin. Kimsenin babasının tapulu malı değil. Bu yüzden önce derin bir nefes almalı.
Bu derin nefesle, birkaç başlıkta düşüncelerimi kendi penceremden hem bir filolog hem de bir sosyolog olarak şöyle özetleyeyim.
Oyların sayımındaki şaibeler ve muhalefetin kriz yönetimi
Oyların sayımında ve sisteme girilmesinde yaşanan şaibelerin en aza indirgenmesinde Barış İnce ve Selahattin Demirtaş gibi çok sayıda gazeteci, siyasetçi, siyaset bilimci ve konu uzmanı çeşitli önerilerde bulundular ve bulunuyorlar zaten. Mutlaka bunlara kulak kabartmak gerek. Kriz yönetiminde ise muhalefet her seçim döneminde her daim sorun yaşamış ne yazık ki. Lakin bu konuyu hâlihazırda ele almış görünüyorlar.
Cumhur oylarının aslında azalması
Toplumun algısını şekillendirmede samimiyet ve gerçekçi yaklaşım çok önemli bence. Örneğin, hangi konularda hatalar yapıldı ya da eksikler neydi gibi soruların yanıtlarını kamuoyunun samimi bir dille duyması sempati yaratabilir. Ayrıca, oyları önemli bir miktarda düşen AK Parti ya da vekil sayısı düşen MHP'nin seçim sonrası, kazanan partiler olarak büyük bir coşkuyla medyada konu edilmesi de algı da önemli değişim yaratıyor. Seçim aslında henüz bitmedi ve sanki bitmiş gibi kazanan/kaybeden analizleri, bana kalırsa doğru bir tutum değil.
Bunun yanında, Yeniden Refah Partisi ve HÜDA-PAR gibi partilerin tamamen düşmanlaştırılması da mantıklı değil. Baraj meselesini eleştiren sosyal demokratların ve tüm kesimlerin sesi olacağını iddia edenlerin, nefret söylemini de içeren hakaretleri olsa olsa zıt kutupları bilemeye yarar. Sorun, kadın düşmanı söylemlerin meclise girebilmesinden ziyade, yaşayan her türün hakkını savunacak adayların meclise neden giremediği ya da beklenenden daha az destek aldığı meselesi. Ben, düşüncesi ne olursa olsun, hukuksal olarak önünde herhangi bir engel olmayan kişi ya da partiler tarafından her bireyin temsil edilme hakkının meşru görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Kısacası, bu kadar kakofoninin olduğu ve birbirine zıt, bir dolu ideolojinin likitleştiği bir ortamda oyların dağılımının da kakofonik sonuç getirmesi sürpriz olmasa gerek.
Rantın korunmaya çalışılması
AK Parti'nin kayıtlı seçmen sayısı yaklaşık 11 milyon. Sanıyorum bu sayı yıllardır dağılımda olan rantiyenin çapını özetlemeye yeter. Kamu bürokrasisine yerleştirilen binlerce MHP'li partili ya da sempatizan ve bunların ailelerini de düşündüğümüzde, ülke genelinde bir şekilde hükümet sayesinde nitelikli olmadan bir yerlere kapak atmanın da basitliğiyle bu kitleden oy değiştirmelerini beklemek biraz saflık olur. Ayrıca rantiyeden faydalanan milyonlarca insanın ahlaki bir motivasyonla oy kullanmasını beklemek de ayrı bir saflık olur. Ama iyi bir söylem kurgulayıp en azından yakın-uzak akrabalarından örneğin daha genç olanları etkilemek de imkânsız değil. Yine de rantiyeci azınlığın odaktan çıkarılarak bu kısa propaganda döneminde çepere alınması, zaman kazanmak adına iyi bir yöntem olabilir.
Kültürel tarih ve coğrafi genetik
Bu konuyu oldukça önemsiyorum. Zira kısa vadeli ve birkaç on yıla dayanan analizlerin çok işe yaramadığı ortada. Aslında bu coğrafyada yaşayan yurttaşlar olarak; şimdiki duruşumuzu, motivasyonumuzu ve pozisyonumuzu etkileyen iki temel unsur var bence.
İlki, Orta Asya'dan getirdiğimiz atlı göçebe geçmişimiz. Hızlı ve kısa vadeli kararlar vermemiz ve uzun erimli planlar yerine günü kurtarma yaklaşımımız, yerleşik düzenden önceki hayatta kalma pratiklerimizin kültürel genetikleşmiş bir uzantısı aslında. Weberyen toplumsal statü analizleri ya da Marksist-Engelist sınıfsal iktisadi çözümlemeler bana kalırsa, Türkiye gibi, Batı'dan çok farklı toplumsal değişimler geçirmiş coğrafyalar için yeterli olmuyor. Bu analiz ve çözümlemelerin içine kültürel tarihsel, folklorik ve mitolojik derinlik katmak ancak şu an olmakta olanı daha iyi algılamamızı sağlar.
İkincisi, Anadolu coğrafyasının kadim ticaret yolları üzerinde bulunması ve uzak geçmişin her döneminde bu coğrafyanın, ticaretin önemli bir geçiş noktası olması. İpek Yolu'nda ticaretle uğraşan Anadolu ve Yakın Doğu insanları, uzun kervan yollarından geçenlerin hangi dili konuştuğuna, nereli olduğuna, hangi dine mensup olduğuna vesaire bakmadan alış verişlerini çıkarları uyarınca yapıyor ve ehemmiyeti ideolojisinden daha çok satacağı mala veriyordu. Bu da kültürel bir genetik miras olarak coğrafyanın günümüze etkisi. Postmodernizm tartışmalarında çokça odaklanılan bölünmüş kimlik meselesi ise bu etkiyi değiştirmiyor. Her ne kadar içinde bulunduğumuz dijital hız çağına, hakikat sonrası dönem denilse de durum bence çok da karmaşık değil. Evet, her birimizin birbiriyle çelişen ve isteyerek ya da istemeyerek üzerimize kodlanan bir dolu kimliğimiz var. Ancak hangi iradenin bizi temsil edeceğine karar verirken, bu kimliklerin içinden çıkarımıza en fazla hizmet edecek olanı seçiyoruz. Bu da işte az önce bahsettiğim kervan yolu kültüründen kaynaklanıyor.
Kısaca, kısa vadeli, günü kurtarma telaşı ile pragmatik ve benci düşüncenin içselleştirilmesi, bu coğrafyanın sonraki kuşaklara aktardığı bir miras. Rengini belli edip etmemekten ziyade, elindeki palete duruma göre fırçasını batırmakla ilgili. Yani, kültür tarihsel ve coğrafi genetiğimizi iyice anlamadan, verilen kararlar ya da yapılan genellemelerin gerçeklikten uzak olduğu görüşündeyim.
Küreselleşme ve milliyetçilikler
Vatanperver, Kemalist, milliyetçi, ülkücü, ulusalcı, Atatürkçü, vatanına milletine bağlı, seküler, Turancı, dinine ve milletine bağlı ve benzeri şeklinde ideolojik kimliğini tanımlayan, özellikle, gençlerin bir hayli sayısının yüksek olduğu aşikâr. Bunu görememek ise küreselleşme ve neoliberal politikaların dayattığı Batılı yeni imparatorluk kavramına karşı gelişen alternatif küreselleşmeler ya da küreselleşme karşıtlığı üzerinden ortaya çıkan mikro-uluslar kavramını, teoriden öteye geçirememek veya sahada hiç kullanamamaktan ileri geliyor. Bu kadar çok siyaset bilimci ile çalışan liderlerin ya da medya yorumcularının milliyetçi dip dalganın seçimleri belirleyen unsurlardan biri olduğunu görünce şok olmaları, asıl şok edici olan bence. Ne yazık ki Türkiye entelijansiyası hala oturduğu koltuktan yirminci yüzyıl Avrupa kuramlarıyla analize devam ediyor. Bu da özellikle muhalefette bulunan siyasi liderleri bir yere götürmüyor ya da onları yanlış yönlendiriyor.
İttifak partileri ve "Derin Anadolu"
Deva Partisi, Demokrat Parti, Gelecek Partisi ve İyi Parti. Bunların iktidar seçmeninden oy almasını beklemek de bana tuhaf gelen unsurlardan biri. Cumhur ittifakı kitlesi, sosyolojik olarak bir kere oldukça kemikleşmiş bir toplumsal yapıyı işaret ediyor. Eğitimli, neoliberal bir burjuva kimliğiyle sahada olan bir liderin (Babacan), akademisyen kimliğiyle teorik şemsiyesi altından uzun uzun konuşan bir liderin (Davutoğlu), sokakta görünce kimsenin tanımayacağı bir liderin (Uysal) ve/veya sürekli kentli, sanayileşmiş, seküler ve eğitimli ülkücülerin temsilcisi olduğunu söyleyen bir liderin (Akşener), "Derin Anadolu"da bir karşılığı olduğunu sanmıyorum. Soldan korktuğu kadar, sağın üstenci dilinden de yılmış durumda seçmen. Sınıfsal olarak burjuvaziyle ortak noktası yok. Yukarıda bahsettiğim atlı göçebe kültürün kodlarıyla içinde bulunduğumuz hız çağı birleştiğinde uzun uzun söylev dinleyecek zamanı yok. Daha önce görmediği ve nasıl bir somut planı olduğunu bilmediği birisini tanımaya takati yok. Tam olarak hangi sıkıntısına ya da görüşüne "iyi" geleceğini anlamadığı bir reçeteyi de zaten temel fikirleri okunamayacak kadar kargacık burgacık olduğu için anlamıyor. Bu yüzden Türkiye'de merkez sağdan söz etmek artık çok zor. Bunu, örneğin, Akşener'in sessizliğinden ve tutarsız kararlılığından anlayabilirsiniz.
"Derin Anadolu"yu incelemenin yolu, bana kalırsa, rasyonel, analitik ve pozitivist görüşleri işe koşmaktan ziyade duygular sosyolojisinden geçer. Somut bir örnekle biraz açayım.
En İyi Film Oscar'ını da kazanan 2004 yapımı Çarpışma filminin bir sahnesini hiç unutmam. Bu sahnede Sandra Bullock'un canlandırdığı Jean Cabbot ve eşi Rick'in caddede kol kola yürürken karşılarından gelen iki Afrikalı Amerikalı gencin tam yanlarından geçerken, "içgüdüsel" olarak Jean'ın eşine daha sıkı sarılması ve kadının "zencilere" saniyelik korku ve tiksintiyle attığı bakışı, bu sıkı sarılmayı hisseden gençlerde bir öfke duygusu oluşturuyor. Aslında bu tiksinme/bulantı duygusunun karşı tarafta yarattığı kin ve öfke bu. Filmde daha sonra olaylar gelişiyor ve bildiğiniz üzere bu gençler sonu faciayla bitecek bir suç zincirine doğru sürükleniyorlar. Buradan yola çıkarak söylemek istediğim, "Derin Anadolu" diye tabir edilen coğrafyanın insanlarına on yıllardır hissettirilen duygunun artık kıskançlık, haset ve kine dönüşmüş olması. Kıskançlık, haset ve kin bence çok önemli üç kavram. Kendisini temsil eden iktidarın yöneticilerinin irrasyonel olması tam da bu yüzden bu kitlenin bu duygularına karşılık geliyor. Her ne yaparsa yapsın, hangi yüksek pozisyonda olursa olsun, nerede tatilini yapıyor ya da hangi lüks araca sahip olursa olsun; bu kitle insanının hissettiği duygu; eğitimli, seküler ve Batılı yaşam modelini benimsemiş kitlenin anlık oryantalist bakışları altında ezilmişliğini ve aşağılık kompleksini bertaraf edememenin verdiği kin ve haset. Bunu kanlı canlı somut bir şekilde kareli ceketleriyle temsil edenler, kin ve hasedi sürekli harlayarak rantiyelerini bu kitlenin duyguları üzerinden genişletiyorlar. "Derin Anadolu"nun kültürel genetiğindeki kişisel çıkar ve günü kurtarma telaşesi işte bu hasetle birleştiğinde, ortaya bu bahsettiğim kemikleşmiş grup çıkıyor. Babala TV'de TİP vekillerini dinlerken de benzer hususu gözlemledim. Kendisini vatansever olarak tanımlayan seküler gençler, yaşlarının getirdiği bir toylukla sorularını ait hissettikleri pencereden size sorarlarken ve siz de karşılarında bu soruyu dinlerken yüzünüzde oluşan anlık hafif alaycı tebessüm, o noktada öfke anahtarıyla açılacak bir kilide dönüşür. Bence bu yüzden, örneğin Barış Atay, yalnız katıldığı oturumda kendi duygusu ve samimiyeti üzerinden cevaplar verdiği için büyük bir etki yaratırken, hep birlikte katıldıklarında aynı etkiyi yaratamadı. Sosyal psikolojik açıdan ilkinde kurulan dil, empatiye çağıran bir dildi; sert olması bu empatiyi hatta perçinledi. İkincisinde ise hafif alaycı bir karşı öfkenin duygu olarak en azından bana daha fazla geçtiğini söyleyebilirim.
Pekiyi, ne yapılabilir?
Her kafadan bir ses, bir analiz ve bir dolu öneri çıktığı şu bilgi çağında bir ses de ben vereyim o halde.
Seçim sonuçlarının açıklandığı (ya da bir türlü açıklanamadığı) gece (bence medya da berbat bir sınav verdi o akşam) ve ertesi günü çevremde hep şunu gördüm ve duydum: "Hangi siyaset yapılırsa bir türlü olamıyor." "21 senedir hep aynı." Hakaretler, küsmeler, umutsuzluklar gırla. Fazıl Say dahi susacağını söyledi. Profesyonel kadrolar tam. Binlerce maddelik yol haritaları var. Halkla ilişkiler tam. Reklamcılık tam. Hukuk tam. Ekonomi tam. İstatistik tam. Eğitim politikaları tam. Sağlık politikaları tam. Tarım ve kentleşme politikaları tam.
Pekiyi bu çalışmalarda ne eksik? Bence, Sosyoloji ve Edebiyat bilimleri.
Evet, Sosyoloji ve Edebiyat.
Neden mi?
Öncelikle, dikotomik söylemlerden vazgeçilmeli: "Karanlığa mı oy vereceğiz yoksa aydınlığa mı" ya da "iyiye mi kötüye mi gideceğiz" gibi. 1923 ile analoji kurulması hangi mahalleden yapılırsa yapılsın bana bağlamdan kopuk, depresif, hatta itici geliyor. Az önce belirttiğim gibi, artık şu ikili zıtlık içeren kartezyen vaazlar bırakılmalı. Özellikle, Babacan ya da Davutoğlu'nun geçmişleri, hitaplarıyla birleşince söylem, absürt de oluyor.
O zaman nasıl bir yol izlenmeli? Toplumun ve bireylerin eğilimlerini anlamak konusunda teorik bilgilere yaslanmak büyük bir hata. Örneğin, İç Anadolu sosyolojisini sahaya gitmeden tahlil etmek ve bunun üzerinden politika geliştirmek gerçekçi değil. Sadece anket yoluyla seçmen nabzının tutulduğu ve araştırma şirketlerinin iyi bir pazar yeri olarak mantar gibi çoğaldığı bir ortamda artık sosyal bilimlerde tek başına kullanıldığında geçerli ve güvenilir bir yöntem olmayan metotlarla yapılan araştırmalara bel bağlamak anlamlı değil. Tüm ideolojik bagajını bir kenara koymayı deneyecek ciddi ve nitelikli bir sosyolojik araştırma ağını işe koşarak, örneğin Kayseri'nin, Elazığ'ın ya da ne bileyim Afyon'un bir mahallesinde etnografik çalışmalar yapılmalıdır. Temas etmeden ve anlamadan, gözlemlemeden ve analiz etmeden, özellikle yirminci yüzyılın kavramlarıyla bu kadar karmaşık bir dijital hız çağında hakikat sonrası dönemi, "lümpen proletarya" ya da "avam, cahil alt orta sınıf" şeklinde etiketlemek bana doğru gelmiyor. Kısacası, evet siyaset bilimciler, iktisatçılar, hukukçular, mühendisler var. Ancak bu yolda herkesin ağzında "sosyolojik olarak" söylemi sakız gibi dolaşsa da sosyoloji bir disiplin olarak siyasi çalışmalarda çok ama çok eksik.
Daha da önemlisi, bu analizleri en derinlemesine romanlarında, öykülerinde, şiirlerinde yazarak yapan edebi isimleri akademik çalışmalarının kaynağı yapanları göz önüne almamak da ikinci büyük hata. Edebiyat çalışmaları, toplumun analizinde temel anahtarlardan biridir. Çünkü, en saf ve her haliyle ortadadır birey bu sayfalarda. Hisleri, kızgınlıkları, sevinçleri, özlemleri, dürtüleri ve motivasyonları, damıtılmış bir saflıkta ayan beyandır edebiyat sayesinde. Daha ince ve daha detaylı bir anlama çabasına ancak bu tahlillerle ulaşılabilir. Ancak ne yazık ki hiçbir siyasinin ekibinde edebiyat ve sosyoloji disiplininden sağlam bir damar olduğunu işitmedim. Neticede edebiyatçılar ve sosyologlar ayakkabının içine giren çakıl taşları gibidir. Konfor alanında ne yazık ki yerleri pek de olmaz, dikkate de alınmazlar.
Kısaca, salt "sayısalcı" kafası ve ketum siyaset bilimcilerin, iletişimcilerin, hukukçuların veya ekonomistlerin diliyle olmuyor. Olmayınca olmuyor. Neden diye soran liderler sosyoloji ve edebiyatı bir araya getiren çalışmalara odaklanırlarsa cevaba da eminim yaklaşacaklardır.
Ezcümle kaba genellemelerden ziyade incelikli ve somut detaylara ihtiyacımız var.
Keyif aldığımız bir Türkiye'de yaşamaya devam etmek dileğiyle.