12 Ekim 2024

Prof. Dr. Mehmet Birkiye: Herkese sanatçı diyebilirsiniz, bir beis yok; insan beyni namussuzun tekidir, her şeyi düşünebilir

"Çağdaş sanatın şöyle bir durumu var; birçok yapıtı elinizde bir almanak olmadan, açıklayıcı metin olmadan anlamanız mümkün değil. O sizin anlamadığınız şeyin üstüne öyle yorumlar yapıyor ki onda bir gerçeklik varmış izlenimine kapılıyorsunuz. Peki burada sanat eseri o yapılan şey mi? Yoksa küratörün yazdığı yazı mı? Sanki bana küratörün yazdığı yazı gibi geliyor. Tiyatroyu da böyle bir noktaya itiyorlar; tiyatro bunu taşıyacak bir şey değil"

Fotoğraf: Fatih Yılmaz

Türk tiyatrosunun önemli isimlerinden yönetmen ve oyuncu Prof. Dr. Mehmet Birkiye, Kadıköy Maarif Koleji’nde başladığı amatör tiyatroculuğa, Kent Oyuncuları'yla devam etti. Ödenekli ve özel tiyatrolarda 30’a yakın oyun yöneten Birkiye, "bana el verdi" dediği usta tiyatrocu Yıldız Kenter'in birçok oyununda yönetmen yardımcılığını yaptı.

İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndan ayrıldıktan sonra, 2008’de, İstanbul Aydın Üniversitesi Drama ve Oyunculuk Bölümü’nü kuran Birkiye, halen aynı üniversitede bölüm başkanlığı yapıyor, oyunculuk ve yönetmenliğe devam ediyor.

2024 ve 2025 yıllarında İstanbul Tiyatro Festivali'nin küratörlüğünü de gerçekleştirecek olan Birkiye; yaşanan kültür-sanat enflasyonunun iyi-kötü yanlarını, tiyatronun içinde bulunduğu durumu, çağdaş sanat akımının tiyatroya etkilerini ve 28. İstanbul Tiyatro Festivali'ni T24'e anlattı.

TIKLAYIN | 28. İstanbul Tiyatro Festivali 22 Ekim’de perdelerini açıyor: Müjdat Gezen'e Onur Ödülü

- Ben özellikle İstanbul'da bir kültür-sanat enflasyonu yaşandığını düşünüyorum. O kadar çok oyun sahneleniyor ki bunun kaliteye negatif etki edeceği yönünde bazı endişelerim var. Siz bu konuda ne düşüyorsunuz?

Yüzde 100 kaliteyi etkileyecektir, kaliteyi düşürecektir. Zaten bu salonların yüzde sekseninin donanımları çok zayıf. İster istemez anlatmak istediğinizi, tiyatronun bazı olanakları olmadan anlatacaksınız. Elinizde sadece oyuncu ve metin kalacak; ışıktı, sesti, başka şeylerdi anlatım olarak olmayacak. Çünkü salonlar buna uygun değil.

Ancak bu bir enflasyon doğru, çok haklısınız. Ama bunu ben yararsız görmüyorum. Neden yararsız görmediğimi söyleyeyim. Burada artık niteliğe bakmaktan vazgeçtiğimiz bir noktadayız. Yani burada nitelik üstünden bir değerlendirme yapmak bana çok sağlıklı gelmiyor.

Şundan sağlıklı gelmiyor. Çünkü bu tiyatro yapma potansiyeli, iyi veya kötü güçlü bir potansiyel. Bu sadece tiyatro yapmakla da ilgili değil. Bu toplumun sosyal, ekonomik ve çağımızın şartları içinde sıkışmış bazı gençlerin ''Ben buradayım'' deme çağrısı.

- Niteliğe mi bakmalıyız, yoksa bu çağrının gücünü desteklememiz mi gerekiyor?

Bence bu çağrının gücünü desteklemeliyiz. Evet kötü birkaç oyun olabilir ama herhalde Türk seyircisinin bütün zevki de beş tane kötü oyun oldu diye bozulacak değil ya da bozulursa da bozulsun. Nihayetinde çok da mühim bir mesele ile karşı karşıya değiliz.

Ama bu dinamiği kaybedersek, tiyatro özünde her şeyi kaybeder. Ben bunu iyi bir dinamik olarak görüyorum. Tamam popülist, eksikli, niteliği yok, hepsini kabul ediyorum. İleride iyi örnekler belki oluşturmayacak ama bu yaşama arzusu gibi. Bu Diyonizyak1 dinamiği kaybedersek çok şey kaybederiz.

"Tiyatro çok Diyonizyak bir dürtüyle altın çağını yaşıyor, çok Apolloncu bir bakış açısıyla bakarsanız sefilleri oynuyor"

- Tiyatro 'Sefiller'i mi oynuyor, 'altın çağ'dan mı geçiyor? Madem para kazanılamıyor neden bu kadar çok oyun yapılıyor?

‘Altın çağ’ mı, ‘Sefiller’mi; tiyatro için çok keskin bir ayrım. Biri sarkacın öbür ucunda, diğeri öbür ucunda, iki durum var burada. Evet, ikisi iç içe. Yani hem altın çağını yaşıyor hem sefilleri oynuyor, bu bir madalyonun iki yüzü gibi nereden baktığımıza bağlı. Ama ikisi de gerçek bence. Çok Diyonizyak bir dürtüyle altın çağını yaşıyor, çok Apolloncu bir bakış açısıyla bakarsanız sefilleri oynuyor. Kısaca evet, ikisi de doğru.

Şöyle düşünün; Tiyatro, tiyatro olmadan önce, 1500 sene önce ilk Dionisos Şenlikleri’nden çıktığı varsayılıyor. Orada bir neşe, coşku, gürültü, patırtı, insan arzusunun ortaya çıktığı şey. Sonra o yavaşça disipline edilerek bir forma dönüşüyor. Şimdi burada onun ilk hali gibi bir durum var.

- Neden o Diyonizyak coşku var?

Çünkü toplum, yapı, bugünkü sistem, neo-kapitalizm, yeni kapitalizm, post-kapitalizm neyse artık bunun adı… Bu sistem insanlara, yaşama dair nasıl bir hedef ve umut veriyor? Böyle yaşanamaz, bunun bir karşıtlığı olması lazım. O karşılık da bu Diyonizyak çığlığı atmak ve o çığlık da tiyatro bana sorarsanız. Bence milattan önce bin 500’ler Anadolu'suna döndük. Yani bu Diyonizyak çığlık öyle bir şey. Apolloncu bir kontrol var. Tiyatro bundan kurtulmak için bu görevi görüyor. Şimdi bu görevi gören bir tiyatroyu, estetik değerlerle değerlendirmek, -tabii ki değerlendiriyoruz çocuklara söylüyoruz ama- ben bunu ciddi bulmuyorum yani.

Bırakın yapsınlar, bırakın yapsınlar.

"‘Devlet yardımı’ isim olarak da çok yanlış bir ifade"

- Peki nasıl bir modelle yukarıda konuştuğumuz konuları çözüme kavuşturabiliriz. Bu konuda ne yapılabilir, sizin kafanızdaki ideal model ne olurdu?

Bu modelleme kesinlikle yanlış. Çünkü ‘devlet yardımı’ isim olarak da çok yanlış bir ifade. İsim, yapılan şeyi de çok belirliyor. Niyet o olmasa bile, onu çok belirliyor. Bu kamunun desteklediği bir şey olmalı, nasıl ki Anayasa Mahkemesi'ni destekliyorsa öyle bir şey.

Kamu, belli fonlarla devletin bütçesinin içinde olmayan ve devletin kontrolünde olmayan ama devletin maddi olarak Sayıştay’la kontrol ettiği bir finansal yapı oluşturması lazım. Bu altyapıyı desteklemek lazım. Bu altyapı desteklenirse o zaman daha nitelikli oyunlar çıkmaya başlar. Bu coşkuyu destekleyecek, bu coşkunun ifade edileceği bir alan yaratmak lazım. Bunu da kamu yaratabilir. Bu yatırımın ekonomik olarak yüzde 40’ı boşa gidecektir. Ama sanat böyle bir şeydir. Bu kanalizasyon borusu değil ki yüzde 100 randımanlı kullanalım.

Sanat böyle bir şey, evet boşa gidecektir. Onun maliyetinin içinde bu var. Bazı şeyler çok tatsız tutsuz olacaktır tabii ki. Ama sonuç olarak bu böyle bir yatırım ve bunu kamunun yapması lazım. Kamu dediğimiz zaman belediye bütçesinin, devlet bütçesinin, genel bütçenin dışında olan, mesela uyduruyorum köprü gelirlerinin yüzde ikisi gibi bir gelir buraya ayrılabilir.

Ve bir de bunu organize edecek bağımsız bir kurul oluşturulması lazım. Salonları yaptıracak, destekleyecek vesaire…

- Bu model Türkiye'de olur mu?

Ben görmem ama siz belki görürsünüz. Çünkü Türkiye'de herkes madem parayı verdim diyerek mutlaka bazı fikirleri de dayatmak istiyor.

- Anladığım kadarıyla Arts Council England2 örneğindeki gibi bir sistemden bahsediyorsunuz.

Evet, biraz Arts Council England gibi. Aman, bundan beş altı sene önce ya da on sene önce bir Art Council tartışması oldu, öyle bir Arts Council değil yani.

Fotoğraf: Onur Çağlar Çakın

"Metnin bağlamını koparacak bir yorum bana pek yakın gelmiyor"

- Biraz da İstanbul Tiyatro Festivali’nden bahsedelim istiyorum. Işıl Kasapoğlu'nun ardından bu yıl festivalin küratörü olarak görev alıyorsunuz. Küratör tiyatroda ne iş yapar?

Biliyorsunuz bu iki yıl boyunca Işıl Kasapoğlu yaptı. Sonra sağolsunlar bana önerdiler. Ben peki düşüneyim falan dedim hemen Işıl’ı aradım. “Işıl bu kürasyonluk nedir abi, bana bir anlat. İyi güzel de, nasıl bir şey yapacağız” dedim. Ben de biraz Işıl’dan öğrendim bunu. (Gülüşmeler)

TIKLAYIN | Yönetmen ve oyun yazarı Işıl Kasapoğlu: Sansür ve otosansürü aşmak için ideolojimden değil ama politikadan taviz verebilirim

Aslında şunu söylemek istiyor festival; seçeceğiniz oyunlara tiyatro birikiminizi ve bakış açınızı mümkün olduğunca getirmeye çalışın ve böylece festivalin yapısında farklılıklar oluşsun. Yani iki sene de bir başka bir bakış açısı.

Elinizdeki imkânlar, tiyatroların müsaitlik durumu, o sene yapılan oyunlar, turneye çıkarıp çıkarmadıkları ile ilgili. Bir de festivalin belli bir niteliğinin olması lazım. İstanbul Tiyatro Festivali’nin ise belli bir niteliği var. Yani bir yerde bir oyun var benim yaklaşımıma uyuyor diyerek niteliksiz bir oyunu getirmenin de manası yok tabii ki. Bir de sponsor ayağı var, küratörün yaptığı şey aslında bu yönü belirlemek yani tam anlamıyla müzedeki bir yerleştirme gibi ama envanterinizde ne var?

Envanterinizde depoda bulunan sanat eserleriniz var. O da, o dünyada ve Türkiye'de olan olası gelebilecek. Siz bir yerleştirme yapıyorsunuz belli bir anlayış yani bence küratör tam öyle bir noktada duruyor. Bir yerleştirme yapıyor. Bu yerleştirmeyi de mümkün olduğu kadar kendince cazip kılmaya çalışıyor.

Comédie-Française, prömiyerini bu yaz Fransa'daki Avignon Festivali'nde gerçekleştirdiği Hekabe, Hekabe Değil ile 28. İstanbul Tiyatro Festivali'ne konuk olacak

- Peki festivallerin tek amacı yurt içinden ve/veya yurt dışından gelen oyunları peş peşe izlemek midir, başka bir misyonu da var mı?

Festivale bir takım misyonlar, yan ürünler ilave edebilirsiniz. Yani o sizin ekonomik gücünüzle, yapmak istediğiniz şeyle, sponsorlarınızla, sponsorların bakış açısı ile ilgili.

Örneğin, diyebilirsiniz ki bütün gelen yabancı ve yerli oyunlar bir de çocuklara atölye yapsınlar falan. Böyle bir eğitime katkıda bulunuyor. Yani siz hep o seneki durumlarla ilgilisiniz.

Sorunuzun aslına dönersem; festival aslında bir coşkunun ayaklandığı, ortaya çıktığı seyircinin birçok oyun izlediği ve hayatının 20 gününün ana eksenin de tiyatro olduğu bir şey. Seyircinin hayatındaki en önemli gündem maddesinin, ana ekseninin tiyatro olabilmesi için sizin cazip, neşeli kılmanız gerekiyor. Brezilya’daki bir karnavalı düşünün mesela. Ne kadar renkli ve cazip. Herkes gidiyor balkonlardan izliyor. Sizin de bir festival olduğu için öncelikle böyle bir şey yaratmanız lazım ki bu cazip olsun, insanlar gelsin. Birinci hedef bu.

Sonra o dansın ne kadar nitelikli olduğuna bakmalısınız. İkinci aşaması bu. Ve seyircinin hayatında tiyatronun yer edineceği bir alan açmak. İster yabancı oyun getirin ister yerli oyun getirin. Festivalin en büyük etkisi izleyicinin ve tiyatrocuların hayatında tiyatroya diğer işlerden daha fazla, daha büyük bir alan açması. Yani çok ilkel bir örnek vereceğim ama âşık olduğunuz zaman âşık olduğunuz kadın ya da erkek sizin hayatınızda daha büyük alan kaplar artık. Eskiden o alan yoktur. Ama o şimdi artık daha büyük alan kaplıyordur. Festivalde bir aşk gibi daha büyük alan kaplıyor hayatımızda.

TIKLAYIN | Dünyanın en eski tiyatro topluluğu Comédie-Française, ilk kez Türkiye'ye geliyor

"Genç tiyatrocuların eğer mümkünse Declan Donellan'ın oyununu izlemelerini isterim"

- 28. İstanbul Tiyatro Festivali'nin programını artık herkes biliyor tek tek anlatmaya da gerek yok. Programı belirlerken nelere dikkat ettiniz?

Yurt dışından gelen oyunlarımız içinde üç tane Shakespeare var. Bir tane de yine klasik bir metin olan Comédie-Française’in Hekabe, Hekabe Değil’i ve Japon butoh dans topluluğu Sankai Juku’nun Utsushi’si var.

Aslında bunların dördü de metin eksenli tiyatrolar ki bu benim tiyatro anlayışıma da uyuyor. Demek istediğim şu, biz belli bir nitelik arıyoruz ve ben metin bazlı bir tiyatro arıyorum. Tabii ki bu benim yaklaşımım. Dikkat ederseniz çok fazla dans ağırlıklı değil. Bu o iyidir, diğeri kötüdür anlamında değil benim görüşüm olarak böyle. Bir başkası gelir daha çok dans ağırlıklı, fiziksel tiyatro ağırlıklı bir şey yapabilir. Ama sonuç olarak metnin farklı yorumlanması ile ilgili bir ölçüm var. Metnin bağlamını koparacak bir yorum bana pek yakın gelmiyor. Mesela The Wooster Group bana yakın gelen bir grup değil ama ‘böyle bir şey de var’ diye seyirci de görsün isterim.

Bizim bunların içinde seçebildiğimiz bu gruplar oldu. Yani metnin, niteliğin ve büyük kahramanların olduğu gruplar.

TIKLAYIN | 28. İstanbul Tiyatro Festivali'nde Shakespeare rüzgârı esecek

Bu kahramanlar eski tip kahramanlar. Hayatlarını, yaptıkları hatalarını, bozdukları toplumu, toplumda yarattıkları girdabı, toplumda yarattıkları sorunları; hayatları ile ödeyen kahramanlar. Diğer tarafta da günlük yaşadığınız dünyada acıları ile sürüklenerek giden ve bize benzer kahramanlar. Mesela çocukluğunda geçirdiği bir travma var, o alttan altta onu takip ediyor, ne bırakıyor, ne onunla oluyor falan. İkincisi de bu kahramanlar.

İki tane yaklaşım var burada. Biri bu kahramanlar arasında seyircinin bir ilişkisi kurmasını sağlamak. İkincisi, metin ağırlıklı olması. Tabii ki üçüncü herkeste olacağı gibi nitelikli olması.

Nick Ormerod (solda) ve Declan Donnellan, 28. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında genç tiyatro yönetmenleri için bir atölye verecek | Fotoğraf: Johan Persson

- Bu yıl düzenlenecek festival için ısmarladığınız oyunlardan bahseder misiniz? Baştan oyunun temasını veya başka konuları konuşuyor musunuz?

Hayır, ben öyle bir yönlendirme yapıyorum. Ben sadece teklif götürdüklerime “bu sene böyle bir şey kafamda var, sizin bu projeye katkınız ne olur” dedim. Çok uyuyor, çok uymuyor, önemli değil. Kostüm dikmiyoruz ki tam üstüne oturan bir şey bulalım, üç aşağı beş yukarı bir bakış açısı, bir yerleştirme açısı getirmek.

Onlardan teklifler geldi. İçlerinden bize en yakın olanı seçtik.

- Tiyatroseverlere ‘şunu kaçırmayın’, ‘kıyıda köşe kalmasın’ dediğiniz bir oyun var mı?

Bunu demeyeyim ama tiyatroculara söyleyebilirim. Genç tiyatrocuların eğer mümkünse, fırsat buluyorlarsa, vakitleri varsa Declan Donellan'ın oyununu (Hamlet) izlemelerini isterim. Hepsini izlemelerini isterim ama onun rejisini, oyunculuk anlayışını; sadelik ve yoğunluk açısından görmelerini isterim.

"Herkese sanatçı diyebilirsiniz, bir beis yok. İnsan beyni namussuzun tekidir, her şeyi düşünebilir, dilin de kemiği yok"

- Sanat üzerine çok fazla efor sarf etmek, ondan basit olanı almak yerine daha fazla isteme çabası sizce işin keyfini kaçırıyor olabilir mi yoksa daha keyifli bir hâle mi getiriyor? Kısaca, Sigmund Freud’un dediği gibi “Bir puro, bazen sadece bir purodur” diyemez miyiz?

Bence biraz işin keyfini kaçırıyor. Bu biraz enstelasyon mantığından gelen bir şey. Dediğinizi çok iyi anlıyorum, bundan ben de biraz muzdaribim. Çağdaş sanatın şöyle bir durumu var; birçok yapıtı elinizde bir almanak olmadan, açıklayıcı metin olmadan anlamanız mümkün değil. O sizin anlamadığınız şeyin üstüne öyle yorumlar yapıyor ki onda bir gerçeklik varmış izlenimine kapılıyorsunuz. Peki burada sanat eseri o yapılan şey mi? Yoksa küratörün yazdığı yazı mı? Sanki bana küratörün yazdığı yazı gibi geliyor.

Tiyatroyu da böyle bir noktaya itiyorlar. Yani metin mi, yoksa yorum mu? Hermetik bilgisi ve yorum, metnin önüne geçiyor. Bu da bizi ta Marcel Duchamp’ın meşhur Pisuvar’ına kadar götürüyor. Ben yazıyorsam üstüne o zaman bu nedir; bir sanat eseri.

Marcel Duchamp'ın Fountain (Pisuvar ya da Fıskiye) eseri | 1917

Çağdaş sanatta da bu iş iyice ticarete dönmüş benim anladığım kadarıyla. Mesela ben şu bardağı buraya koyuyorum ve biri bunun üstüne bir yazı yazıyor. “Bardağın masayla mesafesine dikkatinizi çekerim” diyor. Üzerine üç, beş yazı daha yazılınca bunun fiyatı 10 bin dolara çıkıyor.

Bu Apolloncu kaliteye bir başkaldırıdır aslında. Başka bir Apollon yaratmak. Çok doğru anlamayabilirim ama benim anladığım bu. Çünkü o zaman niteliği, yetkinliği ortadan kaldırıyorsunuz. Yetkin kim, yazı yazan. O ne yazıyorsa o. Tiyatro bunu taşıyacak bir şey değil.

Tabi ki tiyatroların değişik formları olacaktır, vardır. Ama bu tür eleştirinin, kritiğin, metnin önüne geçtiği bir dünya olmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü eleştiriyi oluşturan şey metnin kendisi ya da eserin kendisi olmalı. Ama öyle bir şey oluyor ki eleştiri, eseri anlamamızda bir aracı haline geliyor. O zaman eleştiri sanat yapıtı oluyor.

Bazı büyük düşünürler, sanatçılar; entellektüellerin sanattan anlamadığını söyler. Michelangelo'nun mermerin içine gizli dediği şey aslında basit bir şeydir. Çok fazla üstüne yazmaya gerek yok. Aşırı teori, bence biraz işi deforme ediyor.

Mesela son zamanlarda Stefan Zweig’ın mektuplarını okuyordum, Arthur Schnitzler’e bir mektup yazmış. Orada diyor ki: “Üstadım bu oyun mudur, roman mıdır bilmem ama bu sanat eserdir.” İşte bu kadar. Açıklamıyor da. İşte sanat eseri şudur, şuradan şu bağlantı vardır… “Bu bir sanat eseri” diyor. Şimdi burada bir bilinmeyen bir kısım var. Bunu Stefan Zweig dediği zaman anlam ifade ediyor. Bunu ben dersen çok anlamlı değil. Burada kendi pozisyonumuzu ve konumuzu bilmeliyiz. Demokrasi, “benim kalkıp hayır, uçak öyle uçmaz, böyle uçar” dememi gerektirmiyor ki kardeşim. Yani sanat, sonunda ölümcül bir tehlike olmadığı için herkes bunu söyler, desin de. Ama biraz da “bir dursam mı acaba, biraz daha baksam mı” dese daha iyi olur gibi geliyor bana.

Beğeniyle, eleştiriyi birbirine karıştırıyoruz. Yani ben beğeniyorsam iyi, beğenmiyorsam kötü. Böyle bir şey olabilir mi? Eleştiri ayrı bir şey.

- Biliyorum ki sanatın da sanatçının da tek bir tanımı yok, olamaz da ama biz günümüzde kime sanatçı, neye sanat diyeceğiz?

“Şair mi gerçeğe yaklaşıyor, felsefeci mi”, büyük ustalar hep şairin yaklaştığını söylerler.

Şimdi bu sanatçı konusuna da şöyle cevap vereyim: Herkese sanatçı diyebilirsiniz, bir beis yok. İnsan beyni namussuzun tekidir, her şeyi düşünebilir, dilin de kemiği yok. Ama sonuç olarak, asıl sizden yüz sene sonrakiler ‘kim sanatçı, kim değil’ gerçeği görecekler.

Hele oyuncu ve tiyatrocu olanlar asla bu mertebeye erişemeyecek çünkü yok olup gidecekler. Sinema filmleri bile bozuluyor. Belki dijitaller kalacaktır bilmiyorum ama iyi sinema filmleri de deforme olup gidiyor. Tiyatro oyunları ise buza yazılan yazı gibi yok olup gidecekler. O an için kişisel görüşüm, benim değer verdiğim insanların, beni değerli görmeleri, benim hoşuma gidiyor, gururumu, kibrimi neyse artık onu okşuyor.

Ama bunun dışında bir ölçü ancak çok nesnel olarak şöyle bir ölçü olabilir; büyük sanat yapıtlarının ortak noktalardan oluşan kuralımsılarla birine sanatçı demeye karar verebilirsiniz ve bir başka sanat yapıtı bu kuralımsıları değiştirebilir.

Ama biz de beğeni üstüne veriliyor, bununla nasıl başa çıkabilirsiniz ki. “Peki eyvallah” deyip geçeceksin başka bir şey yok yani.

Diyelim ki ben Dostoyevski okumaktan çok haz etmiyorum. Şimdi kalkıp Dostoyevski'yi beğenmiyorum. Kötü yazardır demem mümkün mü, böyle bir saçmalık olabilir mi? Ben beğenmeyebilirim, okumayabilirim, ama o çok kötü yazar demek delilikle eşdeğer.

Bizde bu biraz karışıyor. ‘Sanatçı’ kelimesi; gösteri sanatlarında, sahne sanatlarında; Müslüman toplumlar içinde çok ikinci sınıf görüldüğü için onun çok değerli olduğunu söylemek için iyice abartılmış. Bu bizim toplumumuza has bir şey.

Yani diğer kültürlerde en fazla oyuncu, oyuncudur, rejisör, rejisördür, edebiyatçı, edebiyatçıdır. Biz o etkiyle herkes sanatçı falan gibi bir duruma geliyoruz, çok da doğru değil. Ama bu ülkenin şartları da bu.

ZEYNEP AKSOY'UN YAZISI | 28. İstanbul Tiyatro Festivali (1): Birbirinden özgün beş yabancı konuk seyirciyle buluşacak

ZEYNEP AKSOY'UN YAZISI | İstanbul Tiyatro Festivali (2): Yerli oyunlardan seçmeler


1Nietzsche'de Apollon; biçimin, uyumun ve kontrolün, Dionysos ise taşkın ve coşkun duyguların, tutkunun simgelendiği iki kavramdır.
2Arts Council England; İngiltere'de sahne, görsel ve edebi sanatları teşvik etmek için kurulmuş, hükûmet tarafından finanse edilen bir kuruluştur. Arts Council England, 1994'ten beri fonların dağıtımından sorumludur.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bu çağın kafa karışıklığına 19. yüzyıldan derinlikli bir bakış: Martı mıyım?

“Martı’nın yaşadığımız çağın kafa karışıklığını, derinlikli, enteresan karakterlerle ortaya koyuşu, oyunu sahneleme isteğimi artırdı. Ama elbette bugünün anlatım biçimleri ile 19. yüzyıldaki anlatım biçimleri farklı. Çehov’un çoğu mektubunda değindiği, biçimsel arayışa yaptığı vurgu; benim de bugünde seyirciyle nasıl ilişki kurulmalı, ona nasıl ulaşmalı sorularımla birleşince bu tip bir uyarlama ortaya çıkmış oldu”

Cumhuriyet'in ilk kadın ressamlarındandı; paşa konağında doğdu, Fransa'da yokluk içinde öldü: Hale Asaf

"Hale Asaf'ın resme olan tutkusu ve çalışkanlığı, yaşarken değil ama bugün kazandığı başarı önemli bir hikâye. Yazarken onu daha geniş kitlelerin tanımasını hayal ettim. Bir sanatçı olarak tüm zorlu koşullara rağmen üretmeye devam ediyor. Hayatın anlamını orada buluyor"

Tiyatro yazarı Ebru Nihan Celkan: Alternatif inanç sistemleri, bireysel kurtuluşa çağırıyor, sanki hasta bizmişiz gibi…

"Kadın kahramanların ve LGBTİ+ karakterlerin hikâyesini anlatmak konusunda ne kadar ısrarcıyız ve onları National Geographic’te izlenecek unsurlar gibi değil de hayatın olağan akışında, gerçekten bu konularla karşı karşıya kalan insanlar olarak ele almaya hazır mıyız sorusu önemli. Açık söylemek gerekirse ben iyimser bir çaba olduğunu görüyorum"

"
"