31 Mart 2024

Arjantin'de iki mücevher: La Recoleta ve Teatro Colon

Ana yazı içinde geçirsem, yazık olacaktı, güme gidecekti. İki çok özel yer; birisi bir mezarlık, diğeri de opera binası. İkisini de görmeden, gezmeden, hatta özel tur almadan Arjantin'den dönülmez. İkisi de birçok sanat eserini barındıran, kendileri de kocaman birer sanat eseri olan şaheserler…

Dünyanın en güzel mezarlığı

Derseniz ki "benden sonra tufan", yüzde yüz aynı fikirdeyim. Nerede yatmışız, o sonsuz istirahate nerede dalmışız, ne önemi var… Allah hayırlı ölüm nasip etsin, bir çukura gömülüp taşımız konsun, yeter değil mi? Arkamızdan bir kuşak, iki kuşak dua okursa, anarsa; şanslıyız işte. Yoksa gerisi hikâye.

Hayat gibi ölüm de hikâye de; yaşayanlar, geride kalanlar, gelecek olanlar için bir nevi "cazibe merkezi" içinde uykuya dalmış olmak, büyük ayrıcalık anladığım kadarıyla.

Hani bu yaşımıza kadar gezdik ettik; dünyanın farklı şehirlerinde, ülkelerinde bambaşka hikâyelerle birlikte şekillendik, çok şükür. Bu seyahatlerde, konularda, gördüm ki "marka" bir mezarlıkta gömülü olmak, başka bir durum. Hani "marka" projede ev almak, "high finish" bir rezidansta oturmak, çarpı sonsuz zaman gibi bir formül.

Dünyanın en güzel mezarlığı burası…

2003'te CNN "Dünyanın En Güzel Mezarlıkları" listesi yayımlamış. Paris'teki Pere-Lachaise ve Buenos Aires'teki Recoleta, ilk iki sırayı paylaşıyorlar. Aradan 20 yıl geçse de, bu sıralama değişmemiş. Başka gazetelerin, seyahat şirketlerinin listeleri de var; hepsinde Recoleta ilk sıralarda.

Kriterler neymiş, merak ettim. Konumu, manzarası, mezarların güzelliği, yatanların önemi, mezarlığın eskiliği, başlıca kriterler. Çok sayıda sanat eseri sayılacak mezarlık barındırıyor olması ve o şehirde "yapılacaklar listesi"nde yer alması da gezi programlarına girmelerindeki en önemli neden.

Kimler geldi, kimler geçti?

Arjantin cumhurbaşkanları, Nobel ödülü sahibi bilim adamları, dünya çapında sporcular, yazarlar, sanatçılar ve tabii ki Eva Peron'un mezarlığı Recoleta. 1822 yılında kuruluyor. Şu anda şehrin en şık, en Nişantaşı olan semti, o zamanlar merkezin dışında, bomboş bir arazi. "Ah bir bilseniz buraları dutluktu" durumu. Fransız bir mimar planı çiziyor ve mezarlık işlevini yapmaya başlıyor.

Nasıl oluyor da elit tabakanın mezarlığı oluyor, işte orası bir bilinmez. İlk kez büyük aileler toplu mezar yerleri satın alıp, üzerine küçük birer kilise inşa ediyorlar. Kilitli kapılarla girilen bu mezarların ibadet yerlerinde, altın varaklı süslemeler, Fransız mobilyalar, en nadide mozaik ve cam sanatı örnekleri yer almaya başlıyor. Zengin zengini çekiyor, Recoleta "the" mezarlık olarak zihinlere kazınıyor.

Sonra zamanla mezarlar da heykellerle, inşa sitilleriyle birer öykü anlatır oluyorlar. Misal, birbirine küs ölen karı kocanın mezarında, kadın ve erkeğin heykelleri birbirlerine sırtlarını dönük duruyorlar. Vaktinden çok önce ölen genç kızı, ağlayarak bedenini gökyüzüne taşıyan melek sembolize ediyor. Efsane doktorun heykelinden bir stetoskop sallanıyor. Ama sonuçta gerçek değişmiyor: Yaşarken dünyayı sallayan efsaneler, sessiz sedasız ama bir o kadar da şaşaa içinde burada uyuyor…

Stiller, heykeller, mitler

Art Deco, Barok, Gotik, Neo Gotik, Art Nouveau mimari stillerde mezarlar ve heykeller var. Stillerin böyle olduğunu rehberimiz anlattı. Bu heykeller çoğunlukla İtalya ve Fransa'dan ithal ediliyormuş. Devrin kataloglarından mezar şekli ve heykeli beğenmek, Avrupa'daki sanatçılara mektupla siparişi geçmek, ödemeleri göndermek, heykellerin ve mezar mermerlerinin Arjantin'e gönderilmesi, gümrük işlemlerinin yapılması, yıllar süren işlemlermiş. Bazen bir mezarın tamamlanması, defin işleminden sonra on, hatta yirmi seneyi buluyormuş. Mezar süslemelerinden, heykellerinden sıkılan bazı aileler, aynen" bizim evlerin iç dekorasyonlarını değiştirdiğimiz gibi, elli – altmış yıl geçtikten sonra aile mezarlıklarının tüm yapılarını, dekorasyonlarını da değiştirebiliyorlarmış.

Hatta başka hikâyeler de öğrendik…

Canlı canlı gömülen genç kız, gece duyulan sesler ve daha başka şehir efsaneleri ile dolu mezarlık. Bir ara, "Katolik olmayanlar da gömülü" diye bazı mezarlar tahrip edilmiş. Hatta devrin en zengin Yahudi ailelerinin mezarlıklarında, dinleri çok büyük gizlilikle anlatılmış. Derken çok sayıda mason buraya gömüldüğü için mezarlık, kilise tarafından aforoz edilmiş.

Ama zamanla, Recoleta bugünkü "ikonik" durumuna kavuşmuş. Bir şaheser, kendi başına şehrin en şık mahallesinin ortasında yükselen bir heykel vahası. Gezmeye vakit yetmeyecek kadar büyük. İki saatlik tur bittikten sonra, en az iki saat daha gezilecek kadar ilginç ve detaylarla dolu. Asla üzerinde işlem yapılamaz olan, hükümet tarafından kayıt altına alınmış, ulusal miras ilan edilen 94 tane mezar var. Hadi bir detay bilgi daha vereyim: Artık öyle herkes kafasına göre mezarını değiştiremiyor. Mimarlar odası ve belediyeden onaylanmış projelerle ilerlenmesi şart.

Son gereksiz bilgi: Hâlâ buraya gömülmenin bir yolu var. Terk edilmiş olan mezarlar, şehrin ucundaki başka bir yeni mezarlığa taşınıyor. Aşağı yukarı 200 bin dolar karşılığı, Recoleta'da sonsuzluğa uyanmak mümkün. Yıllık aidat, bakım ücreti, ve vergilerin de 5 bin dolar civarında tuttuğunu ekleyeyim…

Evita'nın mezarı, en gösterişsiz olanlardan

Bahtsız güzel Evita!

33 yaşında bu dünyadan göçüp giden, ama 33 seneye de 33 ömürlük başarı, diğerleri için dedikodu, sevgi, nefret sığdırmayı başarmış bir ikon. Hâlâ hayatını anlatan müzikal, dünyanın her yerinde kapalı gişe oynuyor. Müzikalin soundtrack'i her yerde dinleniyor. Evita, öldüğü günden itibaren, her yerde yaşatılıyor. Belki de zamanından çok önce göçtüğü için bu kadar efsaneleşti, kim bilir…

Ancak, öldüğü zaman buraya, Recoleta'ya gömülmüyor Evita. Cenaze törenine yağmura rağmen, üç milyon kişi katılıyor. İlk istirahat yeri, başka bir mezarlık, hatta mezarlık dememek lazım. Peronist Ticaret Birliği'nin en üst katında, halka açık bir şekilde duruyor tabutu.

Arjantin'in politika arenası çok çalkantılı. Askeri darbe ile Başkan Peron görevinden alınınca, çareyi İspanya'ya kaçmakta buluyor. Karısı Evita'nın naaşı da gizlice İtalya'ya kaçırılıyor ve orada bir mezarlıkta Maria Maggi ismi ile 16 sene yatıyor. Milano'daki adresini de sadece bunu yapan bir avuç insan biliyor.

Darbe dönemi sona erince, 1974'de Juan Peron İspanya'dan ülkesine dönebiliyor. Evita'nın mezarı da, İtalya'dan. Sizi çok sıkmayayım, arada olaylar, olaylar; ama inanın Eva'nın buraya gömülmesi de kolay olmuyor. O dönem bir diğer önemli kişiyle evli olan Eva'nın kız kardeşi sayesinde, Recoleta'daki kendi ailesi olan Duarte Ailesi kabristanına gömülüyor.

Bir küçük anekdot: Juan Peron burada değil. Kendi şehrinde bir mezarlıkta. Recoleta'ya uygun bir figür olarak asla görülmüyor ayrıca.

Arjantin ağlama bana!

Eva, yaşarken de kendini zenginlere bir türlü kabul ettirememiş. Evita Müzesi'ni gezerken çok şey öğrendim. Onun kullandığı aksesuarları, ayakkabıları, giysilerini gördüm. Büyük canlandırmalarda, fotoğraflarda, o dönem çekilen filmlerde, onun hayatına bir kez daha ışınlandım.

Dayanamayıp tekrar okudum.

Ne hayat!

33 seneye sığmış 300 sene!

Albay Peron'la evlenip, "first lady" olduktan sonra, "gömleksizler" denen düşük sosyo ekonomik düzeyi desteklediği için burjuva sınıfından adeta dayak yiyen Evita. Aktrisliği, Buenos Aires'e ilk geldiği yıllarda yaşadığı "gönül ilişkileri" yüzünden sürekli yerden yere vurulan Evita…

Biliyor musunuz, Evita'nın operaya, Teatro Colon'a gidececeğini duyan Arjantin asilzadeleri, operaya o akşam hizmetçilerini gönderirlermiş. "Senin sınıfın, ait olduğun grup bu; bizlerle aynı çatı altında olamazsın, bu operaya layık değilsin" demek için.

Ne büyük acı, ne büyük dayatma, nasıl bir katılık…

Teatro Colon: Dünyanın akustik harikası

Hem de büyük bir sanat eseri…

Evita'dan Tetro Colon'a geldim mecburen. Önce tur aldım. Yirmi yıl evvel burayı gezmiştim; o zaman tüm atölyeleri de görmüştük. Yüzlerce, hatta belki binlerce kişinin çalıştığı imalathaneler, büyüleyiciydi. Opera'nın zemin katları, fabrikayı andıran bir labirentti.

Şimdi oraları gezmek yasaklanmış. Dolayısıyla ne kulis gördüm, ne peruk atölyesi, ne kumaş atölyesi; marangozlar, terziler, ressamlar, dekor taşıyıcıları, hiçbirini, göremedim…

"Durun durun, ben kimim biliyor musunuz?" falan dedim, müdürlerle konuşuldu; sonuç yine aynı: "10 yıl önce yasaklandı efendim, özür dileriz."

Mecburen fuayelerin mermerlerinin hangi ülkelerden geldiklerini öğrenmekle yetindim. 1857 yılında açılmış, 1907'de şimdiki halini almış olan dünyanın en önemli operalarından birini, sadece seyircilerin görebileceği kadarıyla gördüm.

Artık olduğu kadar, olmadığı kader diyeyim!

Akşamına da Carmina Burana balesi

Haliyle bu tur beni hiç kesmedi. Işıklar ve alkışlar olmadan hissedemedim o büyülü havayı. Ne yapsam derken öğrendim ki o akşam Carmina Burana'nun bale versiyonu sahneleniyordu. Eser bildiğimiz orotoryo, ancak hiç bale versiyonunu duymamıştım; "benim cehaletim olsa gerek" diye düşündüm. En soyluların yaptığı gibi, en güzel yerden biletimi aldım. Muhteşem, nefes kesici salonda oturdum. Sırf bu salonda olmak, bu havayı koklamak, insanın birkaç yılda bir yaşaması gereken çok özel bir tecrübe diye hayaller kurdum. Tavan süslemeleri, perdeler, avizeler ve en önemlisi, kıvrımlara sinmiş onca gösteri, arya, alkış, gözyaşı, kahkaha…

Dünyanın en tanınmış tüm opera sanatçılarının, tüm dansçılarının yer aldığı bu salonda, maalesef acayip kötü bir dans gösterisi izledim. Koro ve orkestra muhteşemdi. 80 kişilik orkestra ve her biri solo sanatçısı olan koro üyeleri, salonun sağ ve sol üst balkonlarında konuşlanmıştı. Sahnede dansçılar, ne olduğunu hiç anlayamadığım bir gösteri sundular. Tamam, Carmina Burana; yeniden doğuş, bahar falan da; o koreografinin sakilliği ve dansçıların giydikleri zevksiz kostümler, Teatro Colon tarihinde "en berbat gösteri" olarak yerini aldı bence. Sadece o tüyler ürperten koro olsaydı sahnede, bin kere, yüz bin kere daha iyi olacaktı.

Neyse, buna şahit olmak da iyi bir yerde…

Dedim ya, hayallere daldım: Bizim gururlarımız Murat Karahan, Efe Kışlalı sahneye çıkacak bir gösteride. Veya dans ederken tüm vücuduyla, mimikleriyle canlandırdığı karaktere dönüşen Erhan Güzel, Gisele'de sevgilisiyle dans eden Dük rolünde, bir uçtan diğerine uçacak. Gelip onları izleyeceğim, gözlerim yaşlarla dolarak alkışlayacağım.

Sonra da, onların sayesinde, uzun uzun atölyeleri ve operanın dehlizlerini dolaşıp, size çok güzel bir yazı yazacağım.

Başlığını da "Buenos Aires'te Operadaki Hayalet" koyacağım!

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bir tatlı hygge almaya geldik, Kopenhag’dan

Şöyle hızlıca bir kelimelik Kopenhag özeti yapıvereyim önce: Huzur. Tüm şehir, insanlar, mekanlar, mimari, hatta sabahın homurtulu uyanışı, barlar, okullar; her yer. Huzur, huzur, huzur!

Patagonya'dan selam olsun: Ben yokum, dünya var

Biraz ilerisi Antartika; burası da kıtanın da, dünyanın da sonu gibi bier yer. Devasa buzullar, çatur çutur yarılıyorlar. Sonsuz bir ses; ekolu ve derinden… Çok hüzünlü, çok sevinçli, çok çaresiz ve çok hiçbir şey gibi hissettiğim bir an. Ben yokum, dünya var. Burası Patagonya

Anlar, anılar ve hisler: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in dünyasında bir yolculuk

Adı: Ayşe Kazancıgil Döler. Yaptığı işleri uzun zamandır takip ettiğim bir ressam. İnsanın içini açan, şaşırtan eserleri var. Biraz muzip, bazen geleneksel motiflerle bezeli, bazen şen şakrak şarkılar söylermiş gibi resimler yapıyor. Yaptıkları hiçbir kalıba sığmıyor, ölçeklere nanik yapar bir halde, durmadan çalışıyor…

"
"