Bazen bir şehir insana öyle bir his bırakır ki, tarif etmek için tek bir kelime yeter: Huzur. İşte buyurun size Kopenhag. Sadece sokaklarında yürümek bile içinizi overdose bir dinginlikle dolduruyor. Ama bu öyle alışık olduğumuz türden bir huzur değil. Bizim buralarda huzur deyince bir korna çalsın, bir müzik çakkata çakkata ortama yayılsın, mahalledeki kedi bi miyavlasın, dükkânın önündeki amca şıkır şıkır çayını karıştırsın, böyle bir şeydir. Sessizlik yerine, bir tür "hayat akıyor ama ben buradayım, bu anın keyfini çıkarıyorum" hissi gelir insana. Kopenhag’daki huzur ise "Bünyem buna dayanamaz!" dedirten türden. Biraz kaosa alışmış bizler için fazla sorunsuz bir şehir, içimde “yok yok, kesin bir şey olacak” huzursuzluğu.
Böyle olmaz. Cidden olmaz. Ne bu böyle! Herkes dost, herkes iyi. Soru sor, hemen yardım etsinler. Çocuklar ağlamıyor, herkes kurallara uyuyor, sokaklar pürüzsüz akıyor. Parklar, bahçeler, coşmuş kuşlar; yeşiller, kahveler, kırmızıya dönen bordolar….
Kendi adıma konuşmam gerekirse, alışması zor bir deneyim.
İlk izlenimler: Danimarkalılar başlı başına bir ırk
Evet, haliyle fiziksel görünümleriyle dikkat çekiyorlar: DNA şanslıları, uzun boylu, genelde sarışın, bembeyaz tenleriyle neredeyse birer masal karakteri gibiler. Ama asıl etkileyici olan DNA’larına kadar işlemiş, istesen değişmez hal ve tavırları. Tamamen anda yaşıyorlar. Seni dinliyorlar, ama gerçekten dinliyorlar. Göz temasını hiç kopartmadan, "evet, buradayım, seninleyim" diyor bakışları. Özgüvenleri tavan. Ancak bu özgüven, asla rahatsız edici veya kibirli değil. Tam tersine, son derece sakin, dengeli ve kibar bir şekilde kendini ifade etme yetenekleri, kavga sinyalleri vermeyen bir hak arayışları var. Haklarını koruma biçimleri bile farklı: Asla agresif değiller, ama ne istediklerini çok net bir şekilde ifade ediyorlar. Bir Danimarkalı size bir sınır koyduğunda, bunu o kadar zarif bir şekilde yapıyor ki, bu sınırın zaten orada olması gerektiğine ikna oluyorsunuz.
Soğuk kuzey ülkesi Danimarka, adeta “sen doğruysan hayat çok güzel olacak, sakın endişelenme” diyor. Burası da başkent ve en büyük şehri, Kopenhag.
Büyüklüğü bizim ölçekle hesaplamamak lazım. 1,5 milyona varmayan nüfusuyla, mühendislik harikası bir alt yapı ve toplu taşıma bağlantılarıyla, tıkır tıkır işleyen kuralları, kırmızı ışıkta caddeye adımlarını atmayan insanları, ağlamayan çocuklarıyla mutlu bir Kopenhag…
Klişeler, çekilin aramızdan!
Hemen cevap veriyorum: Evet, neredeyse herkes uzun boylu, çoğunlukla da sarışın. Herkes çok güzel değil, aslında ‘öyle bir çaba içinde değiller’ demek daha doğru olur. İnsanlar da, mimari de, bahçeler ve sanat eserleri de, olabildiğince sade. Hep doğal tonlar, her detayda bütünle gözü tırmalamayan bir uyum var.
İkinci önemli soru: Niye bu kadar mutlular?
Bence öğrenilmiş bir mutluluk onlarınki. Üç yaşında başlayan yuva eğitimiyle toplum kuralları ve nezaket öğretiliyor. Artık biliyoruz ki mutluluk öğrenilen ve bulaşıcı bir kavram. Dünyanın en mutlu ülkesi ve gerçek mutluluk burada hissediliyor. Çünkü hayat onun üzerine inşa edilmiş. Adeta savaşma, gülümse!
Üçüncü en klişe soru da “çok pahalı değil mi” olur muhtemelen. Klişeden kurtulalım; evet, öyle. Marketler idare eder. Cafe’lerde bir kahve 8 euro’ya falan denk geliyor. Benim gibi on gün kalırsanız, kahveyi paylaşmaya ve oteldeki suda çözünen kahveyle idare etmeye başlıyorsunuz. Mahsuru yok, insan her durumda idare ediyor sonunda…
Kopenhag’dan akılda kalan 5 gün
Gezi yazısı yazmanın modası çoktan geçti. İnternet’te her tür liste ve fikir mevcut. Size “şunu yiyin, buraya gidin” dersem, bu sayfaların hakkını vermemiş olurum.
O kısmını halledersiniz; gelin ben size Kopenhag gezisinin yüreğimde kalacak beş gününden bahsedeyim.
1 – Hak, hukuk ve kurallar
Beş yaşındaki çocuktan, yüz yaşındaki amcaya kadar herkes aynı: “Hakkımı yedirmem, zarafetimden de ödün vermem!”
Sabah marketten alışveriş yapıyorduk. Kasada önümüz boştu, ama bantta nedense iki çikolata vardı. Herhalde unutulmuş diye düşündüm, kendi aldıklarımı kasiyerin önüne doğru dizmeye başladım. 13 yaşında olduğunu zannettiğim bir oğlan çocuğu belirdi yanımda birdenbire. “Affedersiniz, benim alacaklarımın önüne neden geçtiniz” diye sordu. Öyle yumuşak, ama öyle kararlıydı ki. Gözleri boncuk boncuktu. Çok utandım. Bin bir özür diledim, “önemli değil, benden önce ödeyebilirsin” dedi.
Aynı gün öğleden sonra, Kopenhag’ın en görülmesi gereken müzelerinden birine gittim. “Experimentarium”; bir nevi deney laboratuvarı. Her yaştan çocuklar, aileleri ve öğretmenleriyle Expermentarium’dalar. Neşeli bir cıvıltı var, ama asla bir bağırış çağırış yok; bu detayı da geçmeyeyim.
Neyse, bir interaktif film var, 15 dakika sürüyor. Bir sonraki seans için sıra bekleniyor. Sıranın en başındaki, filmi hangi dilde isterse, o dilde seyrediliyor ve oyunlar da o dilde oynanıyor. Bir seans süresince İngilizce için seans bekledik. Evet, sıradayız ve en öndeyiz. 7 veya 8 yaşlarında çok güzel kız çocukları geldi. “Siz hangi dilde seyretmeyi tercih edersiniz” diye sordular. İngilizce olmazsa anlamayacağımı söyledim. Aralarında henüz çok iyi konuşamayan çocuklar varmış. Onları görünce de üzüldüm. “Peki, sizin dilde seyredelim” dedim.
Önce sevindiler. Sonra aralarında konuşmaya başladılar. Sarı kızıl saçlı, çilli olan kız dedi ki “Siz beklediniz, filmi anlamanız lazım, biz İngilizcesi iyi olmayan arkadaşlarımıza anlatacağız. Film İngilizce olsun”.
Yine gözlerim doldu. Çocuklar filmin İngilizce olması gerektiğine oy birliğiyle karar verdiler…
Bir de kural ihlali konusunda, sadece Danimarka’da olan bir sözcük var: Jaywalking. Yayaların, kırmızı ışık yanarken, karşıdan karşıya geçmesi demek. Çok ayıp karşılanıyor. Kimsecikler yapmıyor. Yeltenenler, yapanlar, sadece turistler ve birkaç tane hayattan vazgeçmiş göçmen. Cezası çok ağırmış, ama ceza insanların beynine, kalbine, ruhuna işlemiş. Bomboş sokaklarda dahi herkes ışığın yeşil olmasını bekliyor. Danimarkalı bir adamla akşam lokantada ayak üstü konuştum. “Görmüşsündür, burada insan sayısından daha fazla bisiklet var. Bisiklet yollarında sürmenin de çok ciddi kuralları var. Eğer yayalar ışığa uymazlarsa, onlarca bisikletli çok zor durumda kalır. Yol boş gözükse bile, hızla çıkıveriyorlar; herkes için büyük tehlike olur” dedi.
Bilmediğim şeyler; çok haklıydı!
2 – Hissedilen bu huzurun adı: Hygge
Huzur, mutluluk, sakinlik…
Dan dilinin en çok bilinen kelimesi bu herhalde. “Hüüge” diye söyleniyor. İnsan ruhunun en çok ışık yaydığı an olduğu varsayılıyor. Mesela ailece, ateş karşısında, sıcak bir şeyler içip, sohbet etmek, kesin bir hygee. Mesela sevgilinle yan yana kaşık olup bir romantik komedi filmi izlemek. Mesela kalın çoraplarla, sıcacık bir kahveyle, harika bir klasik müzikle koltuğa yayılıp hayal kurmak…
Aslında zamana, mekâna kök salmak. İnsanın dünyayla, kendisiyle, bulunduğu yerle bütünleşmesi. Ruhun yükselmesi.
Tüm ülke, bir hygee akışında yaşıyor.
Anda kal, nefes al vızırtılarından çooook önceden ülkenin köklerine yerleşmiş bu felsefe hakkında birçok kitap var. Bayıldım. Şiddetle tavsiye ederim.
3 – Tivoli Bahçeleri
1843 yılında açılmış olan dünyanın en eski ikinci eğlence parkı. Tabii yılar içinde birçok eklemeler yapılmış; ama asla süper teknolojik falan değil. Yılda 5 milyona yakın ziyaretçi giriyor.
Hani Disneyland’lara girişleri bilirsiniz; kontroller, çanta aramalar falan. Burası şehrin göbeğinde, biletinizi gösterip giriyorsunuz. İçeride Marlyn Monroe veya Elvis kılığında kimseler yok. Eski zamanın sakin eğlencesine, ufak şimdi dokunuşlarıyla, şahane bir eğlence parkı.
Park’ın kurucusu Georg Carstensen, zamanın kralı 8. Christian’a bu proje için çok dil dökmüş. En sonunda, “bakın kralım, insanlar eğlenirlerse, politika hakkında kafa yormazlar” demiş. Altın vuruş olmuş bu sözler. Kral’ın emriyle, 61 bin m2’lik alana yayılan eğlence parkı kurulmuş.
Birçok “ride” hala eski halinde. Dönme dolaplar, zincirli salıncaklar, sanki biraz da zamanda döndürüyor insanı. Birkaç hızlı, şekilli şey de var. Yemek kısmı çok güzel. Tiyatrolar da. Akşamki zarif havai fişek gösterisi de. Tabii söylememe gerek yok, gerçek havai fişek kullanılmıyor; ışıklar ve müzik. Böylesi çevreci ve herkese saygılı bir ülkede, başkasını düşünmek bile saçma olurdu…
4 – Pincho Nation
Danimarka’da bir zincir restaurant. Sanırım tüm ülkeye yayılmış beş, altı şubesi var. Online ısmarlanan paylaşmalık mezeler, masaları şenlendiriyor. Tavanda dönen bir balerin var. Girer girmez patlamış mısır ikram ediliyor. Kokular, ışıklar, renkler ve seslerle bir fantezi dünyası dünyası yaratılmış. Garsonların kıyafetlerinden içkilerin isimlerine; her detay büyük şölenin parçası gibi düşünülmüş. Öyle keyif aldık, öyle çok eğlendik ki; Kopenhag gezilerinin değişmez durağı olmalı diye düşündüm.
5 – İsveç’te bir gün
Malmö’ye gitmek, bir saatten az sürüyor. Aslında upuzun bir köprü geçiliyor sadece. Trenle de otobüsle de gitmek mümkün.
Malmö, tabii hoş bir şehir. Yine iddialı bir durumu yok. Ne en büyük ne en gösterişli. Parklar, eski sokaklar çok güzel ve temiz. Cem Yılmaz’a bir gönderme yapayım: Malmö’de çok Türk var şekerim!
Kale’ye gittim, eski kiliseleri ve en eski galeriyi ziyaret ettim. Ama Malmö gününden içimde kalan en güzel anı, o şahane kütüphanesinde geçirdiğim üç saat. Anlatamam nasıl bir güzellik. Sırf camdan yapılmış devasa bir bina, parkın hemen yanında. Her dilden on binlerce kitap var, Türkçe dahil. Çocuklar için oyun odaları, yaşlılar için özel kurslar. “Burada yaşasam, adresim bu kütüphane olurdu” diye düşündüm…
Son Söz: Danimarka’da geçen Hamlet’te, Shakespeare’nin unutulmaz tiradı, Sabahattin Eyüboğlu’nun su gibi akan çevirisiyle, bu gezinin son noktası olsun:
Var olmak mı, yok olmak mu, bütün sorun bu!
Fatih Türkmenoğlu kimdir?
Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi. University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.
Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.
Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.
Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.
"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.
Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.
ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.
|