Bundan 29 yıl önce, 4 - 8 Ocak 1991 tarihinde, Türkiye’de işçi mücadelesi ve sendikal hareketin en büyük eylemlerinden olan Büyük Madenci Yürüyüşü gerçekleşti.
Genel Maden İş Sendikası’na bağlı maden işçilerinin uzun süren grevinden sonra çevre kentlerden Zonguldak’a gelen maden işçileri, onların eşleri ve çocukları, kent esnafı, öğrenciler, aydınlar haftalardır Zonguldak kent merkezinde ayaktaydı. Türk-İş’in madencilere destek için 3 Ocak 1991 günü yurt genelinde gerçekleştirdiği genel grevin ardından hükümet üzerindeki baskıyı artırmak için Ankara’ya gitme kararı verilmiştir. Gel gelelim, işçileri Ankara’ya taşıyacak otobüslerin kente girişi güvenlik güçleri tarafından engellenir.
Vazgeçecek değiller. Yürüyüş başlar. Maden işçileri ve ailelerinden oluşan 100 bin kişi, 4 Ocak 1991 Cuma sabahı, Zonguldak’tan Ankara istikametine doğru yola dökülür.
Yürüyüş başlar ama menzile eremeden biter. Sendikanın kararıyla eyleme son verilir ve Zonguldak-Ankara karayolunu 5-6 km boyunca doldurmuş o kararlı kalabalık, yarı yoldan geri çevrilir. Eylem, çeşitli gözaltılar ve tutuklamalarla birlikte böylece biter.
Hak mücadelesi takım taraftarlığına benzemez
"Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı" sloganından, "Grev denen olayı kaldırdık" veciz lafına uzanan Türk sağının büyük geleneği içinde bu eylem, işçi örgütlülüğü, toplumsal hareketler ya da politika gibi farklı alanlar için epeyce ders içerir.
Ama insan ve toplum bilimleri için de epeyce ders içerir, bu açıdan da üzerine düşünmeye değer önemli bir eylemdir bu.
Katılmış olanlar bilir, katılmayanlar da işitmiş olabilir: Yürüyüş güzergâhı üzerindeki bazı yerlere, eylemciler için yöre halkı tarafından yiyecek ve erzak bırakılırdı. Zonguldak - Ankara karayolunu 5 - 6 km boyunca dolduran kalabalığın her bir üyesi, o yiyecek ve erzak yığınına geldiğinde ihtiyaç duyduğundan çok daha azını alırdı, geriden gelene de kalsın diye.
Büyük yürüyüşlerinde madencileri bir araya getiren amaç, amacı kuşatan koşullar, böyle bir ahlâk vermişti onlara.
Şimdi bir sosyal deney hayal edelim…
Aynı kalabalığı alın ve onları bir taraftar kitlesi olarak büyükçe bir stadyuma sokun. Maç çıkışına da aynı yiyecekten ve erzaktan koyun. Bakın bakalım aynı insanlar aynı şekilde yine ihtiyaç duyduklarından çok daha azını mı alacak?
Mümkün değil! Aynı takımın taraftarı olmaları aynı dayanışmayı göstermeye yetmeyecektir. Hak mücadelesi takım taraftarlığına benzemez.
Aynı kalabalık olsa da aynı insan değildir onlar.
Çünkü insan, koşullarının ürünüdür. Tutum ve davranış dediğimiz şey ve (bunların üzerinde biçimlendiği temel olarak) değerler, büyük oranda, insanın içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak gelişir. Toplumsal ilişkiler toplamıdır insan. Yaşadığı toplumun hâkim ilişki biçimi ve ahlâkını kendi küçük ve sıradan dünyasında temsil eder o, hepsi bu!
Büyük Madenci Yürüyüşü’nden insan ve toplum bilimleri için çıkarılacak ders de budur.
İnsan, mutlak bir varlık değildir
İki yüzyıldır kapitalist devlet ve piyasa tarafından belirlenen toplumsal koşullar, insanı ümit beslenmeyecek bir varlık haline getirdi.
İşe tarihin ve toplumun eleştirisiyle başlayan bilim ve teori, her defasında mutlak bir insan tiksintisiyle sonuçlanıyor. Güncel bilim ve teori, dünyanın hâl ve gidişine bakarak, kategorik bir kavram olarak insan’ı aşağılıyor.
Oysa insan mutlak bir varlık değildir, değişkendir. İnsan, mutlak biçimde çıkarcı, bencil, korkak, gaddar, zalim… değildir. İnsan, belki çıkarcı belki dayanışmacı, belki bencil belki paylaşımcıdır; belki korkak belki cesur, belki zalim belki âdildir.
Yani… Güncel bilim ve teorideki eğilimin aksine…
İnsan, mutlak biçimde 'gezegenin kanserli hücresi' değildir.
İnsan, mutlak biçimde 'güce tapan köle' de değildir.
"Güneş sisteminin Cengiz Han’ı" olmaya soyunmuş kapitalist ilişkilerin ürünüdür insan.
İnsan, 'ikbalin yolu kulluktan geçer' diyen toplumsal ahlâkın ürünüdür.
İnsandan ümidi kesmeden evvel, kapitalist ilişkiler ve onun ahlâkıyla bağını kesmek gerekir.
Gelin görün ki, yirmi birinci yüzyılda pek çok düşünür, kapitalizmin alternatifi olacak yeni bir sistemden ümidi kesmiş durumda. Günümüzde, alternatifi bulunamayan kapitalizmin hiç değilse dizginlenebilmesinin bir yolunun bulunabileceğine ilişkin düşünceler rağbet görüyor. Buna göre kapitalizmi ya kabulleneceğiz ya dizginleyeceğiz.
"Ya da…" diyebileceğimiz başka bir yol yok mu?
Fransız sosyolog ve felsefeci Robert Castel’e de sormuşlar bu soruyu.
Onunki çok yalın:
"… Ya da devrim yapmak lazım, ama bunu kim yapacak?"